Röportaj |
|
Sorunun kaynağı başörtüsü değil farklılıklara tahammülsüzlük |
KTÜ Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim üyesi Doç. Dr. Yusuf Şahin, başörtüsünün bir sorun olmadığını belirterek, “Bir sorun olarak başörtüsü, bizim katılabileceğimiz bir görüş olamaz. Sorunun kaynağı, farklılıklara tahammül edemeyenlerdir, başörtülüler değil” dedi. Türkiye’nin sorunları tartışılırken “Başörtüsü sorunu” da tıpkı Kürt sorunu, azınlıklar sorunu, cemaatler sorunu gibi yerini alıyor. Halbuki sorun olan ne başörtülü, ne cemaatler ne de Kürtler… Cümleyi böyle kurduğumuzda Kürtler, başörtülüler sorunun kaynağıymış gibi algılatılıp insanların bilinç altları böyle yapılandırılıyor. Biz de bu hafta Karadeniz Teknik Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim üyesi Doç. Dr. Yusuf Şahin’le başörtüsünü konuştuk. Şahin’in başörtüsü üzerine de gazetelerde neşredilmiş yazıları mevcut…
Biliyorsunuz Türkiye’de bitmek bilmeyen bir başörtüsü tartışması var. Sizce başörtüsü, cumhuriyetçilik ilkesine aykırı bir simge mi?
Öncelikle, iki konuya açıklık getirmek gerekir. Birincisi, cumhuriyetçilik ilkesinden ne anladığımız meselesi. Diğeri de başörtüsünün simge olma durumu. Cumhuriyet, yanlış bir anlatımla, demokrasinin yerine kullanılan bir kavram. En basit ve bizce doğru olan tanıma göre cumhuriyet, monarşinin tersidir. Monarşi, devlet başkanının, irsî olarak (soya çekim yoluyla) göreve gelmesidir. Şu halde cumhuriyet, devlet başkanının, irsî olarak göreve gelmemesidir. Burada haklı olarak akla şu gelmektedir. Cumhuriyette, devlet başkanı irsî olarak göreve gelmiyorsa, nasıl göreve gelecektir? Devlet başkanının nasıl göreve geldiğinin cumhuriyet açısından bir önemi yoktur. Atama, darbe, seçim, bunlardan sadece birkaçıdır. Bir devleti cumhuriyet olarak nitelendirmek için illa da seçim şart değildir. Ama bildiğiniz gibi, yaygın kanaat, cumhuriyet halkın kendi kendini yönetmesidir şeklindedir. Bu, literatürde de işaret edilen bir nokta. Ama gerçek hayatta bir karşılığı yok. Bunu anlamak için, kendi tecrübemize bakmak yeterli olacak. Türkiye’nin 1923 yılında cumhuriyet olduğunda şüphe yok. Zira devlet başkanı, irsî olarak göreve gelmemişti. Ama halkın idaresi diye bir şey de yoktu o zaman. Halkın idarede söz sahibi olması için 1950 yılını beklemek gerekecekti. Yine, 1960-1961 arasında devletin karakteri cumhuriyetti, ama demokratik değildi. Devletin en tepesindeki isim, darbe yaparak göreve gelmişti, seçim filan yoktu ortada. Cumhuriyet, halkın kendi kendini yönetmektir gibi bir görüş benimsendiğinde, o zaman, bugün Avrupa’daki monarşileri anlamak zorlaşır. Peki, bizde, ülkemizde, cumhuriyetçilik denilince sadece bu mu anlaşılmaktadır? Tabiî ki değil, bunu biliyorum, ama bu durum kavramları kafamıza göre kullanmamızı meşrûlaştırmaz. Örneğin, cumhuriyetçilik, otomatik olarak, lâikliğin bir garantisi olarak görülemez. Karşımızda İran örneğin var, zira. Cumhuriyetçilik, insan haklarının da güvencesi olarak görülemez, Sovyet Rusya örneği ortada duruyorken. Gelelim simge meselesine. Simgeler, ilk insanlardan bu yana insanoğlunun ayrılmaz bir parçası olmuş. Biz, sadece giyim ve kuşamlarına bakarak hangi medeniyetle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliyoruz bazen. Saç stili, giyilen ayakkabı, bıyıklar, sakallar, saçların uzun veya kısa olması, küpeler, takılar, örtüler; hep simge aslında. Dersine kotla giren bir hoca da simge kullanmış olmaz mı? Sizce, bıyıklı olmak, farklı bıyıklar bırakmak da bir simge değil mi? Simgeler, hayatın anlamı bir yönüyle. Seçtiğimiz renkler bir simge değil mi? Meselâ, Fenerbahçe’yi yenen bir Beşiktaşlı amir, Pazartesi günü siyah beyaz bir atkıyla okula gittiğinde, ortada bir simge sorunu yok diyebilir miyiz? Bu simge meselesi de bir bahane. İsmini düz koyalım sorunun: Başörtüsü beni rahatsız ediyor, buna karşıyım, ama buna karşıyım desem olmaz, ne diyeyim, simge diyeyim; mesele bu aslında.
Neden hep rejim tartışması başörtüsü üzerinden yapılıyor?
Bunu, bu tartışmayı yapanlara sormak lâzım. Bizim kanaatimiz şu yönde: Bizdeki lâiklik anlayışı dinle arası biraz limonî bir lâiklik anlayışı. Dini yok saymıyor, ama dini kendi tanımladığı bir kalıbın içine oturtmaya çalışıyor. Din, devletin belirlemiş olduğu kalıbın dışına taşınca da sorun oluyor. Biz, babaannemizin başındaki örtüye karışmıyoruz muhabbeti, buradan kaynaklanıyor. Onu zararsız olarak algılıyor. Başörtüsü, üniversitelerde okuyan kızların örtünmeleriyle birlikte gündeme geldi. Annem, ninem, niye böyle bir lâiklik anlayışı var, diye sorgulama içine giremezdi. Zira onun derdi, gündelik ibadetini yapabilmesinin önündeki engellerin kalkmasıydı, daha fazlası değildi. Ama başörtülü kızlar, lâiklik nedir diye soruyor, bizdeki lâiklik neden böyle diyor, Diyanet İşleri Başkanlığı neden var diye soruyor, Alevilerin köyüne devlet neden imam gönderir diyor, kestiğim kurbanın derilerine neden devlet zorla el koyar diyor, diyor da diyor. Rejim, üzerine inşa edildiği kavram setinin sorgulanmasını istemiyor. Akıl bu, bir defa işletilmeye başlayınca, sorular sökün edip geliyor, aklın önüne set çekilemiyor, bu da tabiî ki kerameti kendinden menkul rejim bekçilerini rahatsız ediyor. Buradaki temel mesele şu aslında: Toplumun önemli bir kesimini karşısına alarak inşa edilen bir rejim, hayatın karşısında direnmeye çalışıyor, oysa hayatla savaşılmaz ki.
Dindar erkekler üzerinde neden bu kadar ayrımcılık mevcut değil?
Burada, feministlerin katkılarını inkâr edemeyiz. Kabul edelim ki, dünya, erkek egemen bir dünya. Genel olarak dindarlık da, konuştuğumuz çerçevede Müslümanlık da erkek egemen bir anlayışla bugüne gelmiş. Bu İslâm dininin bir gereği değil, ama hâkim İslâm anlayışı ne yazık ki bu şekilde. Daha yeni yapılan bir çalışmada, ülkemizdeki cami sayıları verilmiş, bunların yüzde doksanında bayanlar için abdest alma yeri yapılmadığı tesbit edilmiş. Bu şimdi İslâmın bir emri mi? Son zamanlarda artık bunu da sorguluyoruz. Ayrıca, dindar erkeklerin ayrımcılığa maruz kalmadığı da söylenemez. Ama dindar bayanların çektiği sıkıntıların, dindar erkeklerden kat be kat fazla olduğu açık. Meselâ dindar erkekler de bıyıkları, yüzüğü ve namaz kıldığı için ayrımcılığa maruz kaldı geçmişte, bazen ordudan atıldı, irticacı olduğu gerekçesiyle. Bu, bayanların söz konusu kurumlara, noktalara hiç adım atamadığı gerçeğini gölgelememeli.
Başörtüsüne karşı olmanın pozitivist bir tarafı mevcut mu?
Mevcut. Şöyle ki: Pozitivizm, tek bilgi kaynağı bilimdir, bilim de ancak görülebilir, hissedilebilir, elle tutulabilir evrenle sınırlıdır anlayışına dayanıyor. Yani bilim tek doğru rehber kabul edilince ve bilim de bu âlemle –fizikî dünyayla- sınırlanınca, metafizik olan bilim dışı kabul edildi. Din de metafizik alanda kaldı, başörtüsü, dinin bir gereğidir denildiğinde, bilim dışı bir şeyler söylendiği düşünüldü. Bu yüzden başörtüsü daha baştan reddedildi. Artık katı pozitivist bir anlayışın bilim dünyasında kendine kolay yer bulamadığını biliyoruz, ama bilim dünyasının pozitivizmin açtığı yaraları sardığını da söylemek zor.
Başörtülü öğrencilerin bilimsel çalışmaların gereklerini yerine getirmede örtüleri bir engel midir? Bizce değil. Ama zorlasanız, birtakım bahaneler üretebilirsiniz. Nitekim başörtüsüne karşı olanlar, bu konuda oldukça mahirler. Meselâ, başörtüsünün bazı D vitaminini almaya engel olduğunu iddia edenler var. Ama bu çerçevede ileri sürülen gerekçelerin elle tutulur bir tarafı yok. Mesele üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.
28 Şubat’ta yaşanan başörtüsü yasağının hukuksal bir zemini olmadığından bahsediyorsunuz. Bir yerlerden emir geldi herkes doğru yerde durmaya çalıştı. Yasakçılar için de yasağa kılıf bulmaları gerekiyordu diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Meseleye düz bir mantıkla bile baktığınızda bir yanlışlığın olduğu anlaşılır: Başörtüsü yasağı, 1990’lı yıllarda hafifler, hatta pek çok üniversitede ortadan kalkar. Ne zamana kadar? 1997’ye kadar. 1997’de bize gerekçe olarak neyi sundular? Anayasa Mahkemesi’nin yorumlu ret dedikleri kararını, değil mi? Diyelim ki Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı üniversitelerde başörtüsünü yasaklıyordu (doğrusu bu değil) o zaman, daha önce üniversitelerde başörtüsüne geçit veren rektörlerin suç işlediğinden söz eden oldu mu? Niye savcılar bu rektörler için göreve çağrılmadı? Veyahut da savcılar niçin bu dönemde kendiliğinden harekete geçmediler? İyi ki de geçmediler, harekete geçmiş olsalardı, hukukî olarak yanlış bir iş yapmış olurlardı. Siz de biliyorsunuz ki, bunlar olmadı. 1997’de yeni bir düzenleme olmadığına göre, yeni bir Anayasa Mahkemesi kararı olmadığına göre, ne oldu da rektörlere, birden, Anayasa Mahkemesi’nin aslında başörtüsünü serbest bırakan bir yasal düzenlemeyle ilgili kararını buldular. Bu da ayrı bir talihsizliktir. Sonrasını biliyorsunuz zaten. Yasakların saçmalığı şuradan da anlaşılamaz mı? Niye bütün üniversiteler aynı anda yasağı uygulamadı? Anayasa Mahkemesinin kararları, bazı üniversitelere geç mi ulaştı? Başörtüsünü sorun olarak tanımlamak ve bu sorunun kaynağı olarak da başörtülüleri göstermek doğru mu sizce?
Başörtüsü bir sorun değil elbette. Ama başörtüsü sorunu denildiğinde, kastedilen, genellikle başörtüsü etrafında dönen tartışmalar kastedilmektedir. Diğer türlü bir tamlama, yani bir sorun olarak başörtüsü, bizim katılabileceğimiz bir görüş olamaz. Sorunun kaynağı, farklılıklara tahammül edemeyenlerdir, başörtülüler değil.
Kamusal alanda insanları başörtülü görmekten rahatsız mı oluyorlar gerçekten?
Evet, ben bunun canlı şahidiyim. En aklı başında zannettiğiniz insanların bile, bazen, ilginç tepkiler verdiği görülebiliyor. Meselâ, yakın bir zamanda oldukça kelli felli insanların bulunduğu bir ortamda, bir misafirimiz, Trabzon’da çok sayıda başörtülü gördüğünden duyduğu rahatsızlığı ifade etmişti. Oysa dindar birine de sorsanız, tam tersini söyleyebilir size. Bu türden rahatsızlıkların ulu orta yapıldığını söylemek, abartılı bir değerlendirme olabilir. Ama başörtülü insan görmekten rahatsızlık duyan bir kitlenin olduğu muhakkak.
Bir insanın taraflı ya da tarafsız davranacağını kıyafetlerinden çıkarmak doğru mu?
Bu taraflı olmak, tarafsız olmak modern bir mit. İnsanların tarafsızlığını sağlayan şey, kıyafetleri değil, beyinleri.
Tarafsız davranacağı varsayılan bazı kesimler aslına bakılırsa başörtülülere taraflı davranıp onları eğitim haklarından mahrum etmiyor mu?
Kamusal alanı; kamuoyunu ilgilendiren her türlü meselenin, hiçbir baskı altında olmadan ve üstelik de herkesin giriş ve çıkışına izin verecek bir biçimde tartışıldığı ortam şeklinde tanımlanmak yerine, resmî alan şeklinde tanımlasanız bile, bugünkü başörtülülere yapılan haksızlığı izah etmek mümkün olmuyor. Eğer resmî alanlar kamusal alan olacaksa, o zaman, başörtülü birinin hastanelere de girememesi gerekir. Ama daha önce de belirttiğim gibi, asıl mesele, sistemin zayıflığını sorgulayacak birilerinin yetişmesine fırsat vermemek. Bu sistem, Batılı kavramları almış kendi kafasına göre yeniden yorumlamış. Sistem, bu sorgulamayı kabul etmiyor.
“Cumhurbaşkanımızın eşi bu üniversitelere alınıyor? Yok, eğer yasak değilse orada başörtülü niye başka birileri de yok? Türkiye bu çarpıklıkla, uzun bir süre yoluna devam edemez” diyorsunuz. Ama neden bu kadar ağır ilerliyor yasakları kaldırma çalışmaları?
Bir davranışı değiştirmenin iki yolu var. Birincisi devrimci, ikincisi de evrimci yol. Bizce, hem doğru olan hem de kalıcı olan evrimci yoldur. Evrimci yol, zahmetli bir süreçtir. Ama kalıcı olanıdır. İnsanları bir şeylere ikna ederek bir değişimi gerçekleştirmek zordur, zaman alıcıdır. Bugünkü iktidar, devletin baskı araçlarını kullanarak birinci yolu da seçebilirdi, ama bizce bu yol, hem insanî olmazdı, hem de kalıcı.
Önümüzdeki yıllarda başörtülülerin baskıcı bir tavır içine girip her kadını kendileri gibi olmaya zorlayacağı söyleniyor. Bu tartışmaları nasıl yorumluyorsunuz?
Bu görüşe gülüp geçiyorum. Başörtüsüne ifade hürriyetinin bir parçası olarak bakıyorum. İnsanlar, ister dinî, isterse başka gerekçelerle olsun, istediği gibi kendilerini ifade edebilsinler. Bundan kimseye zarar gelmez. Asıl sahip çıkılması gereken, ifade hürriyetinin kendisi. Kimse fizikî zorlamaya başvurmadığı sürece, endişe edecek bir şey yok.
H. HÜSEYİN KEMAL |
15.11.2010 |