Basından Seçmeler |
Kamuda başörtüsü
BİR devletin vatandaşlarına eşit davrandığı iddiasını ölçmenin çeşitli kıstasları vardır. Bunlardan birisi, hak ve özgürlüklerin kullanımında tanınan fırsat eşitliğidir. Burada eşitlikten kasıt, sonucun herkes için aynı olması değil, sonuca erişimde herkese aynı fırsatın tanınmasıdır. Dini, inancı, etnik kökeni, cinsel kimliği, cinsel tercihi, yaşı ne olursa olsun, herkes, anayasada kendisine tanınan temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmek için eşit fırsatlara sahip olabilmelidir.
ANAYASA MADDE 70 Fırsat eşitliğini, kamuda çalışma hakkı üzerinden somutlaştıracak olursak… Anayasanın 70. Maddesi’ne göre, “Her Türk kamu hizmetine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayrım gözetilemez.” Dolayısıyla, kamuda çalışmak isteyen herkesin, aranan mesleki niteliklere sahip oldukları sürece, memur olma hakkı vardır. Bu, gerekli niteliklere sahip herkesin memur olabileceği anlamına gelmez kuşkusuz. Sınırlı kadro olması, bir eleme yapılmasını kaçınılmaz kılmakta. Ancak belirleyici olan, elemenin hangi kıstasa göre yapılacağıdır. Kamu hizmetine alımda daha nitelikli insanların tercih edilmesi meşru bir işveren pratiğiyken, belirli bir etnik kimliğe, dini inanca, cinsel tercihe mensup kişilerin aranan niteliklere sahip olsalar da memur olma fırsatından mahrum edilmesi ayrımcılıktır. KAMUDAKİ YASAK Başörtüsü yasağına hak ve özgürlükler temelinde yaklaşanların bir kısmı, yükseköğrenimde başörtüsünün serbest olmasını savunmakla birlikte, başörtülü kadınların kamu hizmeti vermelerine karşı çıkmakta. Bu görüş, özellikle yargı ve eğitim gibi kamu hizmetleri söz konusu olduğunda, devlet memurlarının dini inançlarını sergileyen semboller taşımalarının devletin tarafsızlığına ve tarafsız olarak algılanmasına gölge düşürdüğünü savunmakta. Tarafsızlığın ölçütünün ne olması gerektiği ve Türkiye’de yargı ve eğitimin tarafsız olduğu varsayımının geçerliğini bir başka yazıda ele almak üzere, başörtülülerin memur olamayacağı görüşünün insan haklarıyla ne derece bağdaştığını ele alalım. Türkiye’de uzunca bir süredir, kamu hizmeti alan ve verenler arasında bir fark olduğu, devlet memurlarının başörtülü olamayacağı yönünde, doğruluğunun şüphe götürmez olduğu düşünülen bir kabul bulunuyor. Bu görüş, aslında zaten ‘memur olma hakkı’ diye bir hakkın olmadığı, başörtülü kadınların memur olmayı talep edemeyeceği noktasına kadar geldi.
AYRIMCILIK SAVUNUSU Herkesin memur olma hakkını güvence altına alan darbe anayasasının dahi gerisine düşen bu görüş, ayrımcı olduğu gibi, kendi içerisinde de tutarsız. İnsan hakları ve ayrımcılıkla mücadeleye dair temel evrensel ilkeler konusunda asgari bilinç ve bilgiye sahip herkes, çalışma hakkının ve kamuda çalışma hakkının temel bir hak ve özgürlük olduğunu bilir. İnsanların niteliklerine bakılmaksızın, salt dini inançlarından ötürü, kamu hizmetine giremeyeceklerini savunmak, aslında çalışma hayatında ayrımcılığı savunmak demektir. O halde buradaki temel soru, başörtüsünün bir inanç özgürlüğü meselesi olup olmadığıdır. Eğer başörtüsünün bir din özgürlüğü meselesi olduğu kabul ediliyorsa, başörtülü kadınların kamuda istihdamına karşı çıkmak, ayrımcılığı savunmaktır. Eğer edilmiyorsa, tutarlı bir siyasi pozisyon, başörtüsünün yükseköğrenimde de yasaklanmasını savunmayı gerektirir. Üniversitedeki yasağa karşı çıkarken kamu hizmetinde yasağı savunmak ise bana öyle geliyor ki, kaybedilen bir mevzinin ardından en azından diğerini kurtarmaya yönelik bir çaba.
Dilek Kurban Radikal, 17.11.2010 |
18.11.2010 |
AK Parti’nin siyasî ‘stop and go’ politikası
Stop and go”, malum, ingilizce “dur ve yürü” demek. Bu tabir eski yıllarda demokrasilerde iktisat politikaları bağlamında kullanılan bir tabir idi. Ben bu yazıda kavramı siyasi anlamda kullanacağım ama önce kavrama yönelik kısa bir açıklama. Dört senelik parlamento dönemlerinde siyasal iktidarlar ilk iki seneyi daha muhafazakar (iktisadi anlamda) politikalarla yani sıkı bütçe politikaları, sıkı para politikaları, anti-enflasyonist politikalarla geçirmeyi tercih ederler, bütçelerinde ve para arzında bir manevra marjı sağlarlar, seçimlere giden son iki senede de hem bütçe politikalarını, hem para politikalarını gevşetirler, gelirler politikasına ağırlık verirler, özel kesim istihdamı kıpırdar, devlete memur alımları hızlanır, iktidar partisi de böylece ilk iki senede biriktirdiğini son iki senede harcayarak sandığa avantajlı gitmek ister. Son senelerde ekonomi alanında bu politkalara yine yönelinmiyor değil ama bir dizi küresel nedenden eskisi kadar zahmetsiz ve maliyetsiz olmuyor. Ancak, yukarıda da belirttiğim gibi, ben bu kavramı bu yazıda AK Parti’nin siyasetine yönelik kullanmak istiyorum. AK Parti de bir anlamda siyasi bir “stop and go” politikası uyguluyor ama bendeniz bu politikanın mantığını anlayabilmiş değilim. Türkiye 2007 seçimlerine çok gergin bir ortamda girdi; 27 Nisan rezaleti, 367 garabeti en popüler örnekler. Ve AK Parti seçimlerden yüzde 47 gibi çok yüksek bir oy oranıyla çıktı. Seçim gecesi de çok olumlu bir balkon konuşması yapıldı, bir detant, yumuşama ortamı yakalandı. 23 Temmuz sabahı Türkiye’yi bekleyen, başta yeni bir anayasa, AB reformları olmak üzere bir dizi mesele vardı. İşin en olumlu yanı da Türkiye’de bu reformların yapılmasını sağlayacak bir siyasal güven, özgüven ortamının varlığı idi. Ancak, hepimiz çok iyi biliyoruz, AK Parti bir siyasi “stop” politikasını tercih etti, yüzde 47’nin yarattığı o çok olumlu, heyecan verici hava dağıldı. “Tabiat boşluk kabul etmez” derler, galiba aynı şekilde siyaset de boşluk kabul etmiyor, devreye, boşluğu doldurmak için kapatma davası girdi ve AK Parti çok daha fena kilitlendi. Geçmişe yönelik bir tarihsel iddia değil ama benim güçlü kanaatim, şayet AK Parti 23 Temmuz sabahından itibaren AB referanslı çok radikal bir reform sürecini devreye soksa idi, kapatma davası açmaya kimse cüret edemez idi. Türkiye’nin ve AK Parti’nin eline güçlü bir yeni fırsat da 12 Eylül referandumu sonrası geçti. Tam da siyasi anlamda “go” politikalarına yönelinmesi, yani radikal ve evrensel hukuk devleti, AB referanslı reformlara yönelinmesi gereken bir dönemde, üstelik arkaya yüzde 58’in rüzgarı alınmış iken, yine siyasi “stop” politikasının devreye girdiği izlenimi bende hakim. Tam da rüzgarlar yelkenleri doldurur iken siyaseten durmanın mantığını doğrusu anlamakta zorlanıyorum. 22 Temmuz 2007’de ve 12 Eylül 2010’da rüzgarlar, başka bir partiye nasip olamayacak kadar güçlü ve olumlu esti; ancak, bu rüzgarların doğru kullanıldığı kanısında pek değilim. Bu seçim döneminden akılda kalacak üç çok önemli ve olumlu gelişme sivil-asker ilişkilerinin de facto normalleşmesi (anayasal adım pek gündemde değil, kısmi anayasa değişikliği ve global kirizin az hasarla atlatılması. Bu rüzgarlarla, başta AB reformları, yapısal reformlar ve kapsamlı bir anayasa değişikliği olmak üzere, çok daha iyisi yapılabilir idi diye düşünüyorum. AK Parti’nin siyasi sloganı “go and go” olmalı. Böylece hem demokrasi düşmanları pek kafalarını kaldıramaz hem de siyaseten “go and go” diyen bir ülkede ekonomik büyüme daha hızlı olur.
Eser Karakaş Star, 17.11.2010 |
18.11.2010 |