17 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Bayramınız bayram ola!

Arefe günü Hacılar, Hz. Âdem (as) babamızla Hz. Havva annemizin cennetten dünyaya gönderilmelerinin ardından kavuştukları yer olan “Arafat Dağı”nda idiler. Arafat’ın bir ismi de “Cebel-i Rahme”dir. Allah’ın affı ve rahmeti burada o kadar çok talep edilir ki, bu mânâyı bilenler, tarifi imkânsız bir heyecan yaşar. Burada gördüğünüz her hangi bir hacının duâsına “Âmin!” demeniz için söylediklerini anlayıp anlamamanız çok önemli değildir. Çünkü lisan-ı hâli öyle bir anlatır ki, sözcükleri anlamanıza gerek kalmaz…

Arafat’ta kızgın güneşin sıcağında beyaz ihramlara bürünmüş Müslümanlar günahlardan nedâmet ediyorlardı. Irklar, renkler, diller, memleketler, kıtalar ayrı ayrı idi; ama bu ayrılıkta bir gayrılık yoktu; hepsi Allah’a inanmış ve onun davetine icabet ederek buraya gelmişlerdi. Kefene burunmuş bir berraklıkta Hz. İbrahim’ın (as) “haliliyetini” yaşamaya çalışıyorlardı.

Kim bilir belki hacı adayları “mikat”ta yıkanarak ihrama girince iki rekât namaz kılıp, “Ya Rabbi! Ben haccetmek istiyorum. Onu bana kolay kıl ve onu benden kabul et” diye duâ etti ve “telbiye”ye başladı:

“Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şeriyke leke lebbeyk. İnnel hamde ve’n-ni’mete leke vel mülk, lâ şerîke lek.”

Neydi “telbiyenin” mânâsı: “Allah’ım! Davetine uyarak emrine boyun eğdim. Senin davetine uymak benim boynumun borcudur. Senin eşin ve ortağın yoktur. Senin emrine boyun eğdim. Hamd ve nimet Sana mahsustur. Mülk de Senindir. Senin eşin ve ortağın yoktur.”

Bu duygularla Arafat’a gitmek insana dünyada emsâli olmayan bir tat veriyor. Mekke, boşalan bir şehir hâline gelmişti. Kâbe’nin örtüsü değiştirildi ve bayram günü Hacıları yeni örtüsü ile karşıladı.

Arafat yolculuğu çok heyecanlı başlar. Çünkü “Hac Arafat’tır.” İhramdan sonra haccın rüknü olan ‘vakfe’de duygular çok başkadır. “Vakfe duâsından” sonra gönüllerdeki sevinç, gözyaşlarından sel olur akar. Bu tesir üzüntüden değil, sevinçtendir. Allah’a ve Efendimize (asm) daha çok yakın olmaktan kaynaklanır.

Arafat, sevgili Peygamberimizin (asm) Yüce Allah’tan ümmetinin bağışlanmasını istediği ve onların bağışlanacağına dair İlâhî müjdeyi aldığı yerdir. Aynı zamanda Peygamber Efendimiz (asm) de 632 yılında ashabı ile birlikte yaptığı “Veda Haccı”nda yüz bini aşkın Müslüman’a verdiği “Veda Hutbesi”ni burada okumuş ve Hz. İbrahim (as) Cebrâil (as) ile burada konuşmuştur.

Arefe günü güneş batıncaya kadar Arafat’ta vakfe yerine getirildi, “duâsı” yapıldı, namazlar “cem-i takdim” edildi ve Müzdelife’ye doğru yola konuldu. Müzdelife’de “vakfe” yapıldı. Gece yarısından sonra az bir zaman burada duruldu ve sabah namazında Mina’ya doğru hareket edilerek yürüyüş başladı. Mina’da şeytan (büyük ve küçük cemerat) taşlama yapıldıktan sonra hızla “Mescid-i Haram”a tavafa gelindi.

“Harem-i Şerife” heyecanla gelen hacı dalgası onlardan önce gelen dalgaya karıştı ve günahlardan temizlenmiş oldular.

Tavafta ise hacılar “Kâbe’nin” etrafında duâlar okudu. Her bir dönüş olan “şavtı” yedi defa yaparak “tavafı” tamamladıktan sonra “Makam-ı İbrahim”de tavaf namazı kılıp, “Sa’y”e geçtiler. Hz. Hacer annemizin su ararken gidip geldiği o halis safiyetini taklit edip, tepeler arasında biraz hızlı gidip geldiler. Safa ile Merve tepeleri arasında gidip-gelirken “Allah’ın şiarı olan” bu ibadeti ifa ettikten sonra kurbanları kesip/kestirip traş olarak ihramdan çıktılar ve “Zemzemi” kana kana içtiler.

Kendi nefsini ve gönlünü Rabbine “kurban eden” hacılar, bundan sonra her kurban bayramında bu duyguyu yaşayacak, gelmeye imkânları olanlar gelmeye çalışacak; imkânı olmayanlar ise bu sevinci hep yüreğinde hissedecektir.

Eğer hacılarımız direkt Cidde’ye inip Mekke’ye gelmişler ise buradan Medine’ye ve Mescid-i Nebî’yi ziyarete gideceklerdir. Giderken yolda Hira ve Sevr mağaralarını düşünecek; Hicret’in ne mânâ ifade ettiğini daha çok tefekkür edeceklerdir.

Burada bir süre kaldıktan sonra ayrılık başlayacak ve incelmiş yürekler bu ayrılığa zor dayanacak, ağlayacaklardır. Memleketlerinden hacca gelirken “gidip de dönmemek var; dönüşte görmemek var” dedikleri evlâtlarına, eş ve dostlarına kavuşma sevinci bile bu ayrılığı teskin etmeyecek, Peygamberimizden (asm) getirdikleri müjdeleri eş, dost ve akrabalarına ulaştırarak rahatlayacaklardır. İşte biz, bu bayramda, hacılarımızın bu halleri ile olmaya çalışacağız, çocuklarımıza kurban bayramının güzelliklerini anlatma gayretinde olacağız.

Bizler de bayram namazının ardından “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber!” diyerek kurban kesmeye gittik. Ardından Irak’ta, Afganistan’ta, Doğu Türkistan’da, Filistin’de ve diğer İslâm beldelerinde zulüm gören Müslümanlara duâ ettik. Bayram boyunca da Pakistan, Endonezya, Malezya ve Afrika ülkelerindeki musibete duçar olan devletlerin dertleri ile hemhâl olup, insanlığın gerçek huzuru bulmasını Allah’tan niyaz edeceğiz.

Bu duygularla bütün İslâm Âleminin ve okuyucularımızın bayramını tebrik eder, bayramın insanlığın hakikî bayramlara kavuşmasına vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederiz.

ŞERİF GÜNDÜZ

[email protected]

17.11.2010


Kurbanlarımız

Kurban, yakınlaşma demekti.

Özel bir yakınlaşma...

Her şeyin bir kurbanı vardı, her kurbanın da bir şeyi…

Herkesin bir şeylere, bir yerlere yakınlaşması için kurbanı oluyordu.

Herkesin bir kurbanı vardı, bir de yakınlaşması…

Değişiyordu kurbanına göre...

Bir de yakınlaşmak istediğine göre…

Kimisi sevdiğine, sevgilisine kurban ediyordu kendini…

Kimisi de dostuna, dostluğuna…

Kurbansızlık kurbanı bile vardı…

 

“İslâm’ın kurbanı” ise çok daha özel bir anlam taşıyordu diğerlerine göre…

İnsanı, mü’mini, inananı Allah’a, Rabb’ine yakınlaştırıyordu.

Her ne kadar kurban edilen hayvanın eti, kanı Allah’a ulaşmasa da, Allah’a ulaşan bir şey vardı o kesimin, o kurbanın, o yakınlaşmanın içinde…

Takvâ idi Ona ulaşan, sakınmaktı.

 

Mü’min, kurban kesmekle neyden sakınmış oluyordu?

Kurban kesilmeyen toplumlardaki cinâyet, katl ve de öldürme vakaları kurban kesilen toplumlara oranla çok daha yüksek olduğu bilimsel, sosyolojik olduğu kadar aynı zamanda “istatiksel” bir gerçekti.

Yoksa, insan insanın kurbanı mıydı hayvanın kurban olarak verilmediği toplumlarda?

Yoksa, insanın yapısında kan dökmek, kan görmek arzusu mu vardı?

Yoksa, melekler haklılar mıydı Hz. Âdem’in yaratılışındaki çekincelerinde?

“Yeryüzünde fesat çıkarcak, bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” (Bakara 30)

İstifhamlarında haklılar mıydı, haklılık payları var mıydı?

Bunu nereden öğrenmişlerdi?

Halbuki insanı henüz görmemişlerdi.

Yoksa, cinlerin tecrübesinden mi sezinlemişlerdi?

Veya cinlerden onlara geçen bir rekâbet içgüdüsü müydü?

 

İnsan iyiliğe de, kötülüğe de kâbiliyetli olarak yaratılmıştı.

Kan dökmek, kan dökmeyi, kan görmeyi istemek herhalde bir kötülüktü!

İnsanlık tarihi boyunca dökülen kanlar da herhalde örnek sayılabilirdi…

Yoksa, insanlar hayvanları kurban etmekle, kurban olarak vermekle bu kötülüğü, bu içgüdüsel davranışı frenlemiş, yönünü değiştirmiş; faydalı, en azından zararsız veya en az zararlı bir şekle mi sokmuş oluyorlardı?

Tartışılabilirdi, tartışılmalıydı...

Ama, üsûlune uygun olarak, uzman olarak, uzmanlar olarak…

Karşı tarafa sağır olmayarak.

İşi—çoklukla yapıldığı gibi— “sağırlar diyaloğu”na çevirmeyerek…

Bilimsel bir zeminde seviyeli olarak; anlayarak ve de anlatarak...

Birbirine bağırıp çağırarak, söverek değil…

 

Tabii ki bu işin sadece bir yüzüydü.

Kurbanın, insanın sosyal ve de toplumsal hayatına katkısı neydi, neyi getiriyordu?

Herhalde bunun konuşulması gerekirdi...

 

Genellikle, İslâm dininde kurbanlık olarak kesilen hayvanın eti üçe taksim ediliyordu.

Bir kısmı eşe dosta, konuya komşuya, yakın akrabaya ikram ediliyordu.

Diğer kısmı muhtaçlara, fakirlere, yoksullara dağıtılıyordu.

Kalan kısmı da ev halkına bırakılıyordu.

Tam bir sosyal yardımlaşma ve dayanışma örneği.

Bir insanlık örneği, insaniyet gereği, insan olmanın hasleti…

Herhalde, sadece şu manzara bile tek başına, kurban için hayvanların kesilmesine yeterli bir sebepti…

Düşünsenize bir… Bir sene boyunca hiç et yememiş, yiyememiş birisine en güzel hediye ne olabilir diye?

Evet, o kurban kıymetliydi o fakirin, o yoksulun, o muhtacın gözünde…

Gözünde tütüyordu…

Senede bir defa da olsa o etin tadına bakmak, bakabilmek, tadına varmak, varabilmek, o lezzeti yaşamak, yaşayabilmek, o gıdayı almak, alabilmek…

Onun için belki de en büyük mutluluktu.

Bir yıl boyunca konuşulabilecek, şükran duyulabilecek, şükründe bulunulabilecek bir mutluluk…

Başkasının eliyle de olsa…

Sadece şu mutluluk için, onu yaşamak ve de yaşatmak için de olsa hayvanlar kurban olarak kesilmeye değerdi…

Eşe dosta, konuya komşuya ikram etmek…

O da az bir şey miydi?

Anlamlı değil miydi?

Dostluğu, samîmiyeti, sıcaklığı, yakınlığı pekiştirmez miydi?

Düşmanlıkları, dargınlıkları, kırgınlıkları, kızgınlıkları törpülemez miydi?

 

Kurban sahibinin belki de en büyük lezzeti dostlarının lezzetlenmesi, hoşnut olmasıydı.

Çünkü, “gerçek dost, dostunun, dostlarının saadetiyle mütelezziz olur; ferah bulur, mutlu olur, saadetlenirdi…

Bu, öyle bir lezzetti ki, o eti yemenin lezzetinden çok daha lezizdi.”

Sırf bu lezzeti yaşamak için de olsa hayvanlar kurban edilmeye değerdi…

Ya ev halkına ayrılan kısım...

O da sevilmez miydi, sevimli değil miydi?

 

İnsan pek çok zaman et yiyebilirdi.

Yemesi de gerekirdi; gerekliydi…

Bu kurbanın etini “özel kılan” acaba neydi?

Düşünülmeli miydi, düşündürmeli miydi?

Allah için, Onun emri olduğu için, Ona “kurban” olmak için yani “yakın olmak” için kesilen bir hayvanın etinden yine onun rızasını kazanmak için yemenin verdiği lezzetin târifini yapmak gerekir miydi, gerekli miydi?..

Bence, sadece bu duyguyu yaşamak için de olsa hayvanlar kurban olarak kesilmeye değerdi…

ORHAN ALİ YILMAZ

[email protected]

17.11.2010


Bayramla bayramlaşmak

İnsanlık olarak iletişim teknolojisinin en üst noktaya ulaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Artık, o uzağı yakın etme, 3G ile daha da gülümsüyor bizlere. Ama bu sanıldığı gibi değil. Bahsedilen zamanda yaşıyoruz yaşamasına da; bitkisel hayata girmiş, şifa bekleyen bir hasta nasıl hayata tutunma çabasına girmişse biz de öyle yaşıyoruz. Birbirine yabancılaşan, öyle olması gerektiğini düşünen, hatta bunu hayatında düstur edinen bir duruma bürünmüşüz...

Derd-i maişet bizi bu hâle getirmiş. Geçmişte lüks olarak nitelendirilen ihtiyaçlar şimdilerde zarurî ihtiyaç konumuna gelmiş. Öyle ki öncelik sırasında ilk sıraya yerleştirilir olmuş. Komşu komşusuna gözle dahi temas kurmaktan, selâm vermekten çekinir vaziyete gelmiş. Adeta birbirinden korkar olmuşlar, “Bir şey mi isteyecek acaba, bana merhaba derken?” diye.

Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’e çok şükür ki; bize kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi hatırlatan; insanları birbirine bağlayan gerçek bağların yeniden tesisine vesile olan bayram günleri yeniden tiryak misâl, tam zamanında geldi ve imdada yetiştirildi.

Öyle güzel anlar ki bayram günleri, birlik ve beraberliğin doruk noktaya ulaştığı, uhrevî bir hâl aldığımız çok önemli ve güzel zamanlar. İnsan, yeniden doğmuş gibi oluyor, o kutlu günlerde. Farklı bir hâlete giriyoruz sanki. Bu hâlet bayram namazı ile başlıyor ve hissediliyor. Camiden çıkan insanlar, sanki şehirden uzakta bir ormandaymış gibi, derin bir nefes alıyor. Yüzlerinde bir ferahlık ve huzur var. Çünkü, orada sevgi ve kardeşlik var; güven var.

Bir bakıyorsunuz insanlar yolda giderken karşıdan gelene selâm veriyor, karşılıksız bir gülümsemeyle. Hatta daha ileri götürerek kucaklaşıyor, içten ve samimi bir şekilde. Hâl hatır soruluyor; iyi temennilerde bulunularak duâ isteniyor, duâ talebiyle. Selâmın mahiyeti de anlaşılmış oluyor bu şekilde. Mü’minler, “Üç günden fazla küs kalınmamalı” Nebevî düsturuyla husûmetleri bırakıp, Hz. Mevlânâ’nın da dediği gibi “kardeşlerimizin kusurlarını örtmekte gece gibi” olurken, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Bizler muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” sözünü dile getiriyorlar bu halleri ile.

Hele ev ziyaretleri ayrı bir güzellik. Büyüklerin elleri öpülüyor, insanlara “hayırlı bayramlar” deniliyor. “Tatlı yiyelim tatlı konuşalım” kabilinden güzel kokulu kolonya ile şeker ikram ediliyor. Arkasından tatlı geliyor, âfiyetle yiyoruz. “Eline sağlık, çok güzel olmuş da, fazla yiyemeyeceğim, malûm kolestrol, şeker...” sözlerinin ardından gülümsemekle kapatılıyor bu fasıl da. Çocuklar ise, gözlerini şaşı edercesine, aldığı şekerleri veya harçlıkları sayıyorlar sevinçle.

Muhabbete bir su gibi ihtiyaç hissediliyor bayramlaşmalarda. Yollar, sokaklar, evlerin koridorları sanki “Sa’y” mekânı gibi, hac farizasını hatırlatıyor bizlere. İnsanlar mutlu olabilmek için birbirlerine ikramlarda bulunurken, koşuşturup duruyorlar. Âdeta Asr-ı Saadet’te Ensar-Muhacir hallerini sergiliyor, Hz. Peygamber’in (asm) sahabelerini hatırlatıyorlar.

Ziyaretler uzadıkça uzuyor. “Vakit de geç oldu, daha gideceğimiz yerler var” tarzındaki ziyaret etme şevki kokan sözleri, “Uzasın bakalım, ne olacak, her zaman görüşemiyoruz ki” sözleri teskin ederek, muhabbetler yemek sofralarına taşınıyor. O muhabbet koyulaştıkça koyulaşıyor, tavşan kanı demlenmiş çaylı sohbetlerle adeta mânâ kazanıyor.

Sözün özü: Geçmişimize bakarken “Ohh! Elhamdülillâh” diyebileceğimiz, geleceğin inşaasında önemli etkisi olan içinde bulunduğumuz bu üç-dört günlük bayram günlerini geliniz, bir fırsat bilelim. Hayatımızı bayram gibi yaşayalım, adeta bayramla bayramlaşalım, ‘yakınlaş’alım; sevelim sevilelim.

SELİM A. PALA

[email protected]

17.11.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.