Sami CEBECİ |
|
Kuyruklu yıldızlar |
“And olsun ki, dünya semâsını Biz kandillerle süsledik. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık ve onlar için bir de alevli ateş azabını hazırladık.” (Mülk Sûresi: 5)
Milyarlarca kilometre uzaklıktan yeryüzündeki insanlara her gece göz kırpıp duran yıldızlar, dünya semâsının kandilleri ve süsleridir. Onlarla Cenâb-ı Hak, hem güzel isimlerinin nihayetsiz güzelliklerini bizzat kendisi temâşâ ediyor, hem insan, melek ve cin gibi akıllı varlıklara seyrettiriyor, hem de kendi varlık ve birliğini âleme ilân ediyor. Her yıldız, Kâinatın Sanatkârına sâdık birer şâhit hükmündedir. Bu şahitliği inkâr eden ve Allah’ın varlığını kabul etmeyen kâfirlerin vay haline! “Rablerini inkâr edenler için de Cehennem azabı vardır. Dönülecek ne kötü bir yerdir o!” (Mülk Sûresi: 6) Kuyruklu yıldızlar da diğer yıldızlar gibi Sani-i Kâinat’a parlak birer delildir. Onlar, âdetâ gökler âleminin havaî fişekleridir. Yüz binlerce, hatta milyonlarca kilometre uzunluğundaki kuyruklarıyla semâyı süslerler ve Allah’ın varlık ve birliğini âleme hâl diliyle haykırıp geldiği yere geri dönerler. 1995 yılında, güneş sistemi yakınlarından gelip giden iki yüze yakın kuyruklu yıldız tesbit edilmiştir. Kuyruklu yıldızların asıl kütlesini teşkil eden bir çekirdeği, etrafa parlak ışıklar saçan bir saç ve taç kısmı, bir de hidrojen, oksijen, metan, amonyak, tozlar ve karbondioksit gibi maddeler ihtivâ eden uzun kuyrukları vardır. Kuyruklu yıldızlar, güneşin etrafında elips ve eğri yörüngeler halinde hareket ederler. Yirmi kilometre çapında çekirdeği bulunan küçük kuyruklu yıldızlar olduğu gibi, dünyamızdan daha büyük kuyruklu yıldızlar da vardır. Kuyruklu yıldızların üç bin ile altmış bin yıl arasında ömürleri olduğu hesaplanmaktadır. Çünkü, güneşe her yaklaştıklarında, ısınmadan dolayı kütlesinden çok miktarda kayıpları olur. Uzun kuyruklarının bize parlak olarak görünmesi, içlerindeki gazların ve tozların güneş ışığını etkin bir şekilde yansıtmasından dolayıdır. Bütün kuyruklu yıldızlar, diğerleri gibi belli matematiksel hesaplarla yörüngelerinde dönerler. Kör tesadüf, serseri tabiat ve cahil sebepler bu harika san'at eserlerine müdahale edemezler. Onun için milyonlarca yıldan beri, Allah’ın âleme koyduğu muntazam kanunlara nihayet itaat halinde dönüp duran bu yıldızlardan hiçbiri dünyamıza çarpmamış ve bir kıyametin kopmasına sebep olmamıştır. Dünyamız, birkaç defa kuyruklu yıldızların kuyruğu içinden geçmişse de, bir zırh veya bir kalkan gibi dünyamızı koruyan atmosfer sayesinde hiçbir zarar görmemiştir. Güneş sisteminin en meşhur ve en bilinen kuyruklu yıldızı, 1628 yılında keşfedilen Halley Kuyruklu Yıldızıdır. Her 76 yılda bir dünyamızın yakınından geçer, uzaktan mânen selâm verip geldiği yere geri döner. 1910 senesinde yine dünyamıza yaklaşmış ve inancı olmayan insanlar dehşete ve korkuya kapılarak dağlara kaçmıştır. Bu olayı nakleden Bediüzzaman Hazretleri, iman ve inkâr mukayesesi yaparken der: “Tam münevverü-l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki harika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalpsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpması mı?’ der, evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan koca Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)” (Sözler s. 37) Bu yıldızların dizginleri Sultan-ı Kâinatın elinde olduğunu bilmeyen ve onları tabiat ve tesâdüfün oyuncağı zanneden insanların korkuları elbette cehennem azabından daha beterdir. İman ehli ise, onların Sahibini bilir, dizginlerinin O'nun kudret elinde olduğuna inanır ve kalp huzuruyla onları ibretle tefekkür eder. Halley Kuyruklu Yıldızı, en son 1986 yılında dünyamızın yakınından geçti. Bir dahaki gelişi 2062 yılına tekâbül ediyor. Ondan sonraki gelişi ise 2138 tarihidir. Bu rakam en kritik tarihtir. Çünkü, dünyamızın ve kâinatın kıyameti hakkında âyet ve hadislerden çıkan ipuçları bu tarihleri gösteriyor. Gerçi, kıyametin ne zaman kopacağını tam olarak Allah’tan başka kimse bilemez. Ama, yaklaşık olarak bir kanaat vermesi mümkündür. “Benim ümmetimin ömrü bin beş yüz seneyi pek geçmez” hadisi önemlidir. Şimdi 1431 yılındayız. “Ümmetimden bir taife, kıyametin kopma vaktine yakın bir zamana kadar hakkı tutmaya bakacaktır” hadisinin ebced tarihi 1545 yılını gösteriyor. Bu çıkarım, Bediüzzaman Hazretlerine aittir. Milâdî 2125, Rumî ise 2129 tarihine tekabül eder. Büyük rakamlarda küsurât çok önemli değildir. Bediüzzaman diyor: “Mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise; bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbanî ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harp edebilir. On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması gibi.” (Sözler s. 188) Acaba, Halley Kuyruklu Yıldızı böyle bir vazifeyle vazifeli olmasın? İhtimal dahilinde... Neden olmasın? Ancak, dünya ve kâinatın büyük kıyametini beklemeye ne hâcet! Asıl kıyamet insanın kendi kıyametidir. Öldüğü zaman onun kıyameti kopmuş demektir. Gerçek maharet de, her an bu küçük kıyamet kopacakmış gibi ona hazırlanmaktır. Ne mutlu hazır olabilenlere! 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Gıybetin kefareti |
Bayan okuyucumuz: “Gıybet nedir? Azabı ve kefareti nasıldır? Neler gıybettir, neler gıybet değildir? Gıybetin hüsn-ü zandan farkı nedir?”
Gıybetin tanımını Peygamber Efendimiz’den (asm) dinleyelim: “Gıybet, din kardeşinin yüzüne karşı söyleyemediğin şeyi arkasından söylemendir.”1 “Gıybet, din kardeşini hoşlanmayacağı bir şekilde anmandır.”2 Gıybet hakkında Kur’ân da hükmünü açıkça bildirmiştir: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız. Zîra zannın bir kısmı günahtır. Bir birinizin günahını araştırmayınız. Bir kısmınız bir kısmınızı gıybet etmesin. Sizden biriniz ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? Ondan tiksinirsiniz! Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah tövbeleri daima kabul eden ve acıyandır.”3 Şu halde, bir Müslüman’ın kusurları, onun gıyabında, başkasının yanında tartışılmayacak, araştırılmayacak, soruşturulmayacak. Konuşulan kimselerin onu tanımamaları ve bilmemeleri, orada onun gıybetinin yapılabileceği anlamına gelmiyor. Üstad Saîd Nursî Hazretleri dört durumda gıybet günahının olmadığını bildiriyor. Bunlar özetle şunlardır: 1- Birisi, zarar gördüğü birisinden hakkının alınması için, onu, görevliye veya ilgiliye şikâyet edebilir. 2- Kendisiyle ortak iş yapılmak istenen kişinin mesleğe yatkınlığı, iş kabiliyeti, tutumluluğu, güvenilirliği, huyu, suyu... vs. ile ilgili olarak sıhhatli bilgi elde etmek ve ona göre doğru hareket etmek amacıyla soruşturmak câizdir. 3- Tahkir, tezyif veya teşhir maksadıyla değil, adı veya başka sıfatı bilinmeyen bir kişiyi, onu tanımayanlara tarif etmek ve tanıttırmak maksadıyla “topal adam”, “gözlüklü genç”, “eli yaralı olan”, “ak sakallı”, “kırmızı saçlı”, “mavi eşarplı” gibi vasıflandırmalar gıybet sayılmaz. Ancak bu vasıflandırmalar hakâret etme, alaya alma, hafife alma ve teşhir etme gibi amaçlar taşıyorsa, tanımayanların yanında da olsa gıybettir ve haramdır. 4- Fâsık-ı mütecâhir olan, yani fenâlıktan sıkılmayan, yani işlediği seyyiâtla iftihar eden, zulmünden lezzet alan, utanmayan, Peygamber Efendimiz’in (asm) ifâdesiyle, “açıkça günah işlemekten hayâ etmeyen” 4 kimselerin ardından konuşmak gıybet değildir. Bu kimseler hakkında garazsız olarak ve sırf hak ve maslahat için arkadan konuşulabilir. Buna izin var. Fakat bu sınıfların dışında kalan Müslümanların, tanınmak veya tanınmamak ayırımına gidilmeden, gıybeti yapılmamalıdır. Çünkü, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, gıybet de salih amellerin sevabını yer bitirir. 5 Gıybetin azabı hakkında Peygamber Efendimiz’ (asm) buyuruyor ki: “Aziz ve Celîl olan Rabbim beni mîrâca çıkardığında demirden tırnaklarla yüzlerini ve gözlerini tırmalayan bir topluluğa rastladım. Cebrail’e (as) dedim ki: “Bunlar kimlerdir?” Cebrail (as) şöyle dedi: “Bunlar gıybet ederek insanların etlerini yiyen ve onların şereflerine dil uzatanlardır.” 6 Gıybetin tövbesi ve kefareti Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’ne göre, “Allah’ım! Bizi ve gıybet ettiğimiz kişiyi bağışla!” diye duâ etmek, istiğfar etmek ve gıybet edilen adamla karşılaştığında kendisini gıybet ettiğini bildirerek onunla helâlleşmektir. 7 Müslüman’ın davranış ve hareketlerini iyiye yormak ise hüsn-ü zandır, sevaptır. Gıybet ile hüsn-ü zannı her ikisini de tanımak için mukayese etmemiz gerekirse: Müslüman’ın hareketlerini kötüye tevil etmek gıybet, iyiye tevil etmek hüsn-ü zandır. Veya Müslüman’ı arkadan çekiştirmek gıybet, arkadan davranışlarında aslında yanlış anlaşıldığını, niyetinin kötü olmadığını, öyle yapmak istemediğini... vs belirtmek ve iyiliğine şahitlik etmek hüsn-ü zandır. Ya da yarısı dolu bir bardağın boş kısmını gösterip “Bardağın yarısı boştur!” demek gıybet ise; dolu kısmını gösterip “Yarım bardak su var!” demek hüsn-ü zandır. Gıybet haramdır. Hüsn-ü zan helâldir. Yukarıdaki âyette sakınılması emredilen “zannın çoğu”ndan maksat sû-i zan, yani kötü zandır. Su-i zan da, gıybetin önemli sebeplerinden biridir. Müslümanların birbirlerinin gizli ve özel hallerini ve günahlarını araştırmaları ve birbirlerini çekiştirmeleri haramdır. Çünkü öyle günahlar vardır ki, kul ile Rabb’i arasında bir sırdan ibarettir. Kul pişman olmuş; Rabb’i setretmiştir, yani örtmüştür. Kul nedamet duymuş; Rabb’i bağışlamıştır. Kul tevbe yapmış; Rabb’i affetmiştir. Üçüncü bir şahsın araya girip, kulun günahlarını tek yanlı ve keyfî olarak deşifre etmesi İlâhî hikmete, iradeye, rahmete, inayete, mağfirete ve muhabbete uygun değildir. Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi Settâru’l- Uyûb’dur ve bu isim kullarının günahlarının gizli kalmasını ve ifşa edilmemesini iktiza eder. Gıybet ise bu İlâhî sır ve hikmetle bağdaşmaz ve çelişir. Çünkü gıybet, Müslüman kardeşimizin günahıyla ilgili yapıldığı zaman; bu durum, günahı ifşa etmek mânâsına gelir. Günahların ifşasında zaten hiçbir feyiz ve kemâlât yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın “zannın bazısı” ifadesiyle hariç tuttuğu kısım ise, bardağın dolu kısmı olan hüsn-ü zandır ki, günah değildir, teşvik edilmiştir, hayırdır, kemâlâttandır, feyiz vericidir, sevaptır. “Gıybeti Bıraktıran Kitap” adıyla ve iddiasıyla yeni bir çalışma elime ulaştı. Seçkin kitapçılarda satılıyor. Araştırmacı Yazar Cüneyt Gezer, Üstad Bediüzzaman’ın yaklaşımını önceki âlimlerin yaklaşımlarıyla birlikte harmanlayarak gıybete karşı bir reçete hâlinde hazırlamış. Ve çözüm tekliflerini adeta güncellemiş. Muhterem yazarı tebrik ediyor, okuyucularıma tavsiye ediyorum.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 4/1489. 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/1242. 3- Hucûrât Sûresi, 49/12. 4- Câmiü’s-Sağîr, 4/1550. 5- Mektûbât, s. 267, 268. 6- Câmiü’s-Sağîr, 4/1418. 7- Mektûbât, s. 268. 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İman hayata yansımalı |
Manevî kirler, düşünceler, inançlar, hurafeler ruhumuzu/duygularımızı kirletir. “Kalbim temiz” demekle kalp temiz olmadığı gibi, “İmanım kuvvetli!” söylemiyle de iman güçlenmez. Giyim eşyalarından kullandığımız ev âletlerine kadar her şeyimizi, hatta evimizi ve otomobilimizi yeniliyoruz. Elbette ruh ve duygularımızın gıdası olan imanımızı “İmanınızı yenileyiniz!” buyuran Peygamberimize (asm) ittiba ederek yenilemeliyiz. İman yalnızca dilimizle tekrarlayıp kalbimizle ikrar ettiğimiz, bir anlamda içimizde hapsettiğimiz bir olgu mu? İman esaslarının, bütün özellikleriyle düşünce, kalp, gönül, hâl, davranış, fiil, söz, hâsılı özümüze yansıyan boyutları yok mu? İman; hayatımızın bütün safhaları, sosyal hayatın bütün katmanları (fert, aile, toplum) ve bütün varlıklarla Kâinatın Sahibi hesabına iletişime geçilip pratiğe dökülebilen huzur, mutluluk ve güç kaynağı değil mi? Eğer madde, madde ötesi, yani gayb/metafizik âlemleri aydınlatan muazzam bir projektör olan iman: - Sağlam bir kişilik, karakter, davranış biçimi, bilgi birikiminin temelini oluşturmuyorsa; - Kendimizi, çevremizi, olayları, nesneleri olduğu gibi görmemizi; içyüzlerini keşfetmemizi; olumlu bakış açısı ve iletişimimizi sağlayamıyorsa; - Günlük hayatımızın tanzimine, aile ve toplum hayatının huzur ve mutluluğuna vesile olmuyorsa; insana müthiş bir güç ve enerji menbaı olmuyorsa; - Her türlü olumsuzluğu rızayla karşılama, direnebilme gücü vermiyorsa; - Bizi başıboşluk, sıkıntı, problem, stresten kurtarıp sonsuz hedefler göstermiyorsa güçlü, sağlam ve gerçek bir imana sahip olduğumuzdan söz edebilir miyiz? Bu olsa olsa, hafif rüzgârlar karşısında bile sönmeye mahkûm, taklitten öteye geçmeyen bir inanç olabilir. Vaktiyle bir adam, bir bilge krala gidip, baştan çıkmaya nasıl karşı koyacağını sordu. Kral, adama, ağzına kadar yağla dolu bir fıçı verilmesini emretti. Adam bu fıçıyı şehrin bir kapısından öteki kapısına kadar bir damla yağ dökmeden taşıyacaktı. “Eğer tek bir damla dökersen başın kesilecek!” dedi kral. Adamın yanına yalın kılıç iki koruyucu verdi. Bir damla yağ dökecek olsa, adamın kellesini anında uçuracaklardı. Bir pazar günüydü... Şehrin her yanı satıcı tezgâhlarıyla, insanlarla doluydu. Adam fıçıyı yüklenerek dikkatlice yürüdü. Hem de ne dikkat! Bir damla yağ dökülmedi... İki koruyucuyla birlikte saraya geri geldiğinde, bilge kral, adama: “Peki şehirde ne var, ne yok?” diye sordu. “Hiçbir şey görmedim, efendim” dedi adam, “Aklım fikrim yağdaydı!” Bu cevap üzerine bilge kral gülümsedi: “Şimdi baştan çıkmamanın çaresini buldun işte!” dedi, “Allah’ın rızasını kazanmaya, fıçıdaki yağa dikkat kesildiğin gibi dikkat kesil. O zaman hiçbir şey seni baştan çıkaramaz.” 22.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Esrarengiz gelişmeler |
Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimiz, endişe verici yeni birtakım gelişmelere gebe görünüyor. Mevlâ, neticesini hayra tebdil eylesin. Bir yanda esrârengiz patlamalar, bir yanda siyasî ve ideolojik boykotlar, bir yandan da "örgüt içinde örgüt" gibi görünen muammalı geçişler, yeni bazı oyunların vizyona sokulduğu kanaatini güçlendiriyor Hakkâri'de patlayan "katliâm mayını" olayı üzerindeki sis perdesi, bir türlü dağılmak bilmiyor. Hadiseyi aydınlatmak bir yana, ne yazık ki dikkatleri çatallaştıracak ve zihinleri daha da bulandıracak bir bilgi kirliliği meydana saçılmış durumda. Bu sebeple, yakın vadede karanlığı aydınlatacak bir gelişmeyi beklemek, altı boş bir iyimserlik hali olur. Zira, cinayet odakları, bu zamanda işini gayet profesyonelce yapıyor. Bunların ihalecilere, taşeronlara, tetikçilere harcadığı miktar otuz akçe kadar ise, kendini kamufle etmek ve izini kaybettirmek için yaptığı harcama en az yetmiş akçedir. İşte, böylesi bir "arkurî dağ"ın üstünden yol geçirebilmek, ancak devletin birlik ve bütünlük halindeki imkânlarıyla mümkün olur. Devletin siyasetiyle, istihbaratıyla ve güvenlik birimleriyle birlik–bütünlük halinde olup olmadığının göstergesi ise, bu gibi zorluklar karşısında elde edilen başarılar, ya da başarısızlıklardır. * * * İşlenen bu gibi cinayetlerde faillerinden çok, işi asıl plânlayanların ve azmettirenlerin hüviyeti önemli. Hüviyeti belirleyecek olan da, yine devlet birimlerinin ve bilhassa siyasî iradenin vazifesi. Bu nokta–i nazardan denilebilir ki: Sosyal hayatı ağırlaştıran ve siyasî istikrarı da bozmayı hedeflemiş görünen bu sıkıntının çözüm merkezi, devlet ve hükûmet merkezi olan Ankara'dır. Esasında, mâzisi seksen yılı aşan mevcut sıkıntıların kaynağı da Ankara'dır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara'da tanzim edilen ecnebi patentli reçeteler, zor kullanılarak halka dayatıldı. Direnmeler ise, en kanlı metotlarla kırılmaya çalışıldı... Ancak, zaman gösterdi ki, çağımızın en etkili silâhı, kuvvet ile şiddet eksenli politikalar değildir. Eskiden, kimin kılıcı keskin ve kalbi katı ise, o kazanabiliyor veya üstünlük sağlayabiliyordu. Fakat şimdi, kimin aklı keskin ve kalbi mülâyim ise, genel başarıya imza atacak olan da odur. Ankara, geçmişte birinci yolu tercih etti ve çıkmaza girdi. Yeni Ankara'nın, ikinci yolu tercih etmekten başka çaresi görünmüyor.
Tarihin yorumu 22 Eylül 1939
Depremin ertesi günü şarap fabrikası açtılar
Türkiye'deki deprem tarihinin en dikkat çeken dönemlerinden biri, 1939–45 tarihleri arasındaki 5–6 yıllık dönemdir. O yıllarda, peşpeşe 20'den fazla yıkıcı zelzele hadisesi vuku buldu. Bu zaman aralığı, dünya tarihi itibariyle de İkinci Dünya Harbinin yaşandığı yıllara tekabül ediyor. Meseleye "kaderin fetvâsı" zâviyesinden bakılacak olursa, herhalde şunu söylemek mümkün: 1) Beşerin hata ve günahları o derece çeşitlenip ziyadeleşti ki, başlarına bir "harp belâsı"nın açılmasına sebebiyet verdi. 2) Türkiye ise, harp belâsı yerine yıkıcı sarsıntılara, yani şiddetli "arzî musibetler"e mâruz kaldı.
Zemin titriyor
Bahsini ettiğimiz dönemin en şiddetli depremi (7.1), 22 Eylül 1939'da İzmir Dikili'de yaşandı. Ne fecî bir durum ki, İzmir'de can pazarı yaşanır ve Ege Bölgesi o gün kan ağlarken, depremin hemen ertesi günü (23 Eylül) resmî törenle Tekirdağ Şarap Fabrikasının açılışı yapıldı. O karanlık devirde işlenen ferdî ve toplu günâhkârlıklar bir yana, yapılan zulümkârlıklar da had safhaya varmış durumdaydı. Bir başka ifadeyle, yıllardır ezâ–cefâ çeken mazlûmların feryâdı çoğalmış, âhları yüksele yüksele tâ arşa kadar dayanmıştı. İşte, ne aciptir ki, tam da böylesi bir zaman diliminde, arş–ı alâ hiddete geldi. Ülke genelinde kuraklık baş gösterdi. Her tarafta "kaht û galà" zuhur etmeye başladı. Ve, eş zamanlı olarak zemini de bir titreme tuttu ki, medet yâ İlâhî! Aynı yılın sonlarında başlamak üzere, İzmir'i 7.9 şiddetiyle Erzincan Zelzelesi takip etti. Tarihte görülmedik ölçüde Erzincan'da yaşanan bu can ve mal telefatının ardından, zemin sıtmaya tutulmuşcasına titremeye devam etti. 1945 yılı başlarına kadar Niğde, Develi, Yozgat, Muğla, Erciş, Bigadiç, Sındırgı, Osmancık, Çorum, Niksar, Erbaa, Hendek, Tosya, Ladik, Gerede, Düzce, Mudurnu, Gediz, Ayvalık, Edremit ve Ceyhan'da yıkıcı ve ölümlü pek şiddetli depremler yaşandı. Bütün bu yaşananların, elbette ki bir fizikî izahı vardır. Lâkin, başımıza gelen bu musibetlerin "mânevî lisan"ını da anlamak lâzım. 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Kılıçdaroğlu’nun iyi sözleri |
Kılıçdaroğlu iyi bir söz söyledi. Başörtüsü meselesi bu ülkenin kanayan bir yarasıdır. “Bu kanun ile yapılabilecek bir şey değil” tesbitinde haklı. Doğru söylüyor. İnsanların en tabiî hakkı olan giyinme ve örtünme kanun ile tanzim edilemez. Genel ahlâka aykırı olmamak şartı ile insanlar şahane olarak, hür olarak yaşayabilmelidir. Yıllarca bu ülkenin minarelerinden dine aykırı ezan okutturuldu. Neye yaradı? Dinî eğitim ve neşriyat yasaklandı. Kime faydası oldu? Milyonlarca insan ahiretini kaybetti. Ezan, CHP milletvekillerinin de müsbet oyları ile kabul edilerek aslî şeklî ile okunmaya başlandı. AKP başörtüsü hakkında kanun çıkardı. Aslında suç olmayan bir şey Anayasa Mahkemesi’nin kanunu iptali ile resmen ‘yasak’ hâline geldi. Bu meseleyi kimse siyasî bir ranta dönüştürmemelidir. Bu parasız-pulsuz bir teşebbüstür. Bu tabî bir haktır. Kim buna engel olursa toplum nezdinde daima soğuk karşılanacaktır. Yarından tezi yok... Bakın, okullar açıldı. Yine bu çile devam ediyor. CHP lideri madem söz verdi… Geçmişte şu oldu-bu oldu, “Şunu dedin-bunu yaptın” tartışmasına girilmemelidir. Bunun kazanan tarafı olmaz. Bu, kazaya kalan bir hakkın tescili olacaktır. Bu, en tabiî insan hakkıdır. “Başörtülüsün okula giremezsin”, “Kayıt yaptıramazsın”, “İmtihana giremezsin”, “Memure olamazsın”, “Kamusal olanda bulunamazsın”, “Milletvekili olamazsın”, “İdareci olamazsın” gibi mânâsız şeyler olamaz. Avrupa’da da böyle bir tatbikat yok. Bize göre hürriyet, bize göre laiklik... Böyle saçmalık olamaz. Türkiye er veya geç bu badireyi aşacaktır. Buna kimler yol açarsa millet nezdinde saygı görecektir. Buna ayak sürüyenler ise kaybedecektir. Artık bu bayat nağmeleri dinlemek istemiyoruz. Kılıçdaroğlu, samimî ise sözünü yerine getirecek adımları atmalıdır. 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Hayatımın muhasebesi: Eylül |
Yazdan kalan son kırıntıları eteklerime toplama telâşı! Herkesin vardır böyle telâşları, koşuşturmacaları. Muzır çocuk edasında bir kaybolan bir var olan güneş, artık terletmiyor; sadece ısıtmakla yetiniyor; şu lâhzada biz koşturuyoruz peşinden. Vakit Eylül; bahar “son” faslını yaşıyor. Beher yapraklar düşüyor bir bir yere. Saçımızı, eteklerimizi savuran rüzgâr, soğuk esiyor şimdilerde… Üşüyor muyum? Maalesef evet! İnce ve hafif kıyafetlerime yol göründü artık. Her biri naftalinlenip itinayla katlanılacak; ta ki ertesi baharda giyilmek üzere bekleyecek dolaplarda, sandıklarda... Yalnız başımayım, bir bankın arkadaşlığına sığınmış. Eskiden sükûnetle beklerdi deniz. Oysa şimdi dalgalarıyla koşuyor kumsala; kayalara çarpıyor haşmetle. Kızıl havaları seyrederken akşam oluveriyor. Sahi ne zaman karardı hava? Ne zaman günler geçti sür'atle? Hangi ara yaşlanmaya yüz tuttum ben? Bak, artık yavaşça çıkıyorum merdivenlerden. Ağır aksak adımlarıma rağmen tıknefes kalıveriyorum. Gözlerim karardı, başım dönüverdi. Çarçabuk yoruluverdim. Sanırım güz mevsimine vardığımda asıl gerçeğin farkına varıyorum: Ölüm. Çünkü biliyorum, her yaprak sadece bir kez sararır.* Ah bu Eylül, diyorum… Ardında bırakıp gittiklerinin farkında olmaksızın ne kadar güzel ve mahzun... Şiirlere konuk olmaktan ne kadar da bahtiyar, süzülüyor tabiatın her bir köşesinde. Ağaçlar yavaşça soyunurken o gözlerini kapatıyor utanarak. Gölgeler masum, rüzgârlar suçlu… Melankolik bir hava bütün beşerin kalbini sıkıca sarıp sarmalarken, dudaklarda Eylül’ü anlatan mısralarla, insanlar birer şair kesiliyorlar. Genç yaşlı demeksizin herkesi saran ayrılık havası, firakın tadını tattırmak istercesine uzatıyor buruşmaya başlamış ellerini. Ve Eylül farkına bile varılamadan çekip gidiyor. Yağmur bulutlarıyla dolu gökyüzünden avucuma bir damla düşüyor; Eylül rüzgârla beraber hüzünlü bir şarkıya başlarken, şiirleri bir kenara bırakıp onlara katılıyorum: Hüzün ki, en çok yakışandır Eylül’e…
*Ali Ayçil, Kovulmuşların Evi. 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Her şakanın altındaki gerçek |
Her şakanın altında bir gerçek var mıdır acaba? Şaka yaparken, doğrudan söyleyemediğimiz şeyleri bu şekilde mi söylemeye çalışıyoruz? Dolaylı bir anlatım tarzı ya da kendini saklamanın bir yolu mu? Bilinçaltına attığımız anıların baskı yapmasıyla oluşan küçük patlamalar mı? Bilinmez... Ama bu sorulara bulduğumuz cevapların farklılığı gibi, şakanın herkes için anlamının ve gerekçesinin de değişken olduğu bir gerçektir. Kimisi mizacı dolayısıyla, her şeye espri gözüyle bakar. Hayat ve insana dair gördüğü birçok şey ona şaka malzemesi olarak görünür. İnsanların zaaflarını, takıntılarını ve söylediklerini dinlerken baktığı pencere genellikle ciddiye almak yerine, bunları daha az ciddî bir bakış açısı ile yorumlamaktır. Bu şekilde kişi kendini de koruyor olabilir, çünkü söylenen sözleri ve yapılan davranışları doğrudan ve niyetli olarak algılamak insanı incitir. Kasıtlı yapıldığını, onu üzmek için söylendiğini düşünmek insanın yüreğini daraltır. Yapılan ve söylenenler güzel ve hoş değilse, basiretli bir bakış açısıyla bunu o kişinin kendi problemli yapısıyla ilişkilendirmek, içine espri katarak düşünmek durumun acı vericiliğini azaltır. Şaka yapmak bazen bir savunma mekanizması olarak işlev görür. Kişi şaka yaparak kendini korumaya ve doğrudan söyleyemediklerini bu şekilde ifade etmeye çalışır. Bir şekilde bilinçaltına atmak yerine farklı bir dil ile elektriği boşaltmaya çalışır. Sürekli kullanılmadığında, yerinde, zamanında ve yeterince olduğunda kişi için sağlıklı olabilir. Ama sürekli şakalaşmak, devamlı espri yaparak bir şeyleri ifade etmeye çalışmak, kişiliğin gizlenmesi, yetersizlik duygularının açığa çıkmasından korkulması anlamlarına da gelebilir. Aynı zamanda ciddiyetsizliği arttırdığı için insanlar tarafından da o kişi ciddiye alınmamaya başlanır. Yüreğindekini doğrudan söyleyemeyen, bunları açık ifadelere dönüştüremeyen, istemediği şeyleri sırf hayır diyemediği için yapmak zorunda kalan insanların başvurduğu bir yöntemdir... Bu şekilde, şakayla da söylemiş olmanın rahatlığını yaşarlar. Bilinçaltında biriken öfke ve bazı duyguları, şaka yoluyla ifade etmeye çalışırlar. İşte bu yüzdendir ki, halk arasında her şakanın altında bir gerçek vardır, denir. Belki her zaman yüzde yüz olmasa da, büyük oranda doğruluk payı vardır. Bilmediğin bir duyguyu ya da düşünceyi karşındakine söylemek aklına bile gelmez. İnsan bazen kendindeki olumsuz bir düşünceyi ya da davranışı, karşısındakine yansıtabilir. Kendinde olduğunu kabullenmez, karşısındakinde olduğunu düşünür ve ona yönlendirir. Bunu da çoğu zaman şaka ile yapmaya çalışır. Bir de kendisiyle dalga geçebilen, kendine gülebilen, kişiliğindeki zaaflarıyla yetersizlik duygusu hissetmeden espri yapabilen insanlar vardır. Belki en sağlıklı olanı da budur. Kişi kendine şaka yapabiliyorsa, takıntılarıyla dalga geçebiliyorsa, bu onun hayata daha dışarıdan bakabildiğini gösterir. Kendine gülebilen kişiye, kimse gülemez... Bunu başarabilmek, bir üst pencereden bakabilmektir... Belki de kendini aşmak dediğimiz şey, tam olarak budur. Şaka yapmak, kimsenin canını acıtmadan yapıldığında, bir zekâ belirtisi olarak görülebilir. Farklı bağlantılar kurmak, olaya başka bakabilmek, düşünme becerisi gerektirir. Önemli olan karşımızdaki kişinin hassasiyetlerini gözeterek, kişiliğini incitmeden ve mahremiyet sınırlarını aşmadan şaka yapabilmektir. 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Nerede hata yapmadılar ki! |
Yakın tarihimiz, bir bakıma ‘pişmanlıklar’ tarihidir. Gerek Türkiye’yi idare eden siyasetçiler ve gerekse ‘yüksek bürokrat’lar bilhassa emekli olduklarında ‘sarsıcı ve çarpıcı’ açıklamalar yaparlar. Bu itiraflar elbette çok önemlidir, ama görevdeki siyasetçi ve bürokratların bu itiraflardan ders ve ibret almaması üzücü. Komutanı olduğu Deniz Harp Okulu’na yapıldığını iddia ettiği saldırılar sonrasında kendisine sahip çıkılmadığı gerekçesiyle istifa eden Tuğamiral Türker Ertürk, Cumhuriyet gazetesine ‘çarpıcı’ açıklamalar yapmış. Başörtüsü konusunda hata yaptıkları itirafında bulunan Tuğamiral Ertürk, yasağın kendilerini nasıl etkilediğini, orduya nasıl zarar verdiklerini anlatırken, “Yıllarca büyük hatalar yaptık. Yıllarca bu başörtüsü meselesine taktık. Kendimize küvezler yarattık. Dışarıya hiç bir katkımız olmadı. Başörtü meselesi yasakladıkça, engelledikçe demokrasi mücadelesine döndü. Hata yaptık” demiş. (Cumhuriyet, 21 Eylül 2010) Bu açıklamayı duyunca, yıllardan beri yapılan diğer hatalar ve sonrasında dile getirilen itiraflar aklımıza geldi. İster istemez, “Sadece başörtüsü konusunda değil, pek çok başka konuda da hatalar yapıldı” dedik. Mesela, yakın zaman önce başka bir emekli general, “Terörle mücadele konusunda hata yaptık” anlamına gelecek beyanlarda bulunmuştu. 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren de, meydan meydan gezip, “Dağ Kürtleri”nden bahisle, “Kart-kurt”lu konuşmalar yapmadı mı? Bütün bunlar hata üstüne hata değil miydi? İnsanoğlu hata yapabilir. Önemli olan bu hatalardan ders almak ve tekrarlamamak. Bakınız, bugün itibarıyla emekli bir general “Başörtüsü konusunda hata yaptık” dediğine göre olması gereken nedir? İşbaşındaki askerî bürokratın bu yanlışı devam ettirmemesi beklenir. Ayrıca, “hata yaptık” itirafından maksat, “yasakladığımız için, yasaklanmasına destek verdiğimiz için ve yasaklanmasını her yerde savunduğumuz için” anlamında olması gerekir. Yoksa, “Yasaklamayı başaramadık” diyerek hata yaptık denmiyor her halde! O halde bu itiraftan ders ve ibret alması gerekenler niçin bunu yapmaz? Daha bir kaç hafta önce, çocuklarının yemin törenini takip etmek için İzmir’e giden başörtülü anne, kışla kapısından geri çevrilmemiş miydi? (Bakınız: Yeni Asya, 9 Eylül 2010) Bu hatalar sadece orduya zarar vermekle kalmıyor, Türkiye’nin ufkunu karartıp, önünü de tıkıyor. Son tahlil de bu yanlışların faturasını bütün bir millet olarak ödüyoruz. Bu itiraf vesile ile Türkiye’yi idare eden siyasetçi ve bürokratlara bir defa daha seslenelim: Mânâsız inadı bir yana bırakın ve Türkiye’nin önünü tıkayan bu kanunsuz başörtüsü yasağına son verin. Hata ve yanlışlardan ibret almak erdemini gösterelim. Böyle yapılırsa milletten hem duâ hem de alkış alınır vesselâm. 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Sosyolojik taban farkı meselesi |
Prof. Dr. Şerif Mardin’in ortaya attığı siyasî partilerin “sosyolojik taban farkı” meselesi derinlemesine incelenecek nitelikte bir teoridir. “Şimdi bu meselenin ne önemi var ki?” diyebilecekler için, siyasî partilerin üzerine oturduğu sosyolojik tabanın önemini anlatmak gerekebilir belki. Kısaca söylemek gerekirse, siyasî partiler kendi tabanlarının arzu ve isteklerini hayata geçirmekle yükümlü oluşumlardır. Başka bir bakış açısıyla taban kendi düşüncelerinin temsilcisi olduğunu düşündüğü ve arzularını yerine getireceğine inandığı için bir siyasî partinin etrafında toplanır. Dolayısıyla sosyolojik tabanları siyasî partiler hakkında bizlere çok mühim şifreler verir. Genellikle Türkiye’de seçmen kitlesinin “bir oraya bir buraya” sürüklenen kaygan bir kitle olduğu söylenir. Ancak bu gerçeği yansıtmayan bir argümandır. Evet Türkiye’de her seçim döneminde yer değiştiren ve kararsızlar olarak tabir edebileceğimiz, rüzgâra göre hareket eden bir seçmen kitlesi mevcuttur. Bunlar sonuçları belirleyecek derecede de seçimlerde etkili rol oynamaktadırlar. Ancak en karamsar tahminle toplam seçmenin ancak yüzde 20’si kadarının bu nitelikte olduğu söylenebilir. Geri kalan seçmen kitlesi ise belli ideolojik şifrelere sahip, belli odaklarda kümelenmiş, “sosyolojik taban” olabilecek nitelikte bir seçmen kitlesidir. Zaman zaman, meşhur tabirle “at izinin it izine” karıştığı dönemlerde sosyolojik tabanlar arasında kaymalar gözlemlenir. Türkiye’de şu an içinden geçtiğimiz süreç tam da böyle bir dönemdir. Prof. Dr. Şerif Mardin işte bu sosyolojik ve siyasî gerçekten hareketle Erdoğan AKP’si ile Menderes DP’sinin birbirinden farklı sosyolojik tabanlardan kaynaklandığı tesbitinde bulunmuştur. Gerçekten de dönemin DP’sinin ve günümüz AKP’sinin genetik şifrelerine veya tabiri caizse gen haritasına baktığımızda hiç birbirlerine benzemedikleri açık seçik ortaya çıkacaktır. Erdoğan’ın “zihni soy kütüğüne” baktığımızda, zihinsel altyapısının “Menderes demokratlığı”ndan uzakta olduğu görülecektir. Nitekim bugün Menderes’in demokratlık mirasına konmayı kendisine hedef edinen aynı Erdoğan’ın, siyasî yaşantısı boyunca Menderes ve onun temsil ettiği “demokrat çizgiden” nefret eden, tekfir eden ve uzak duran bir zihniyetten geldiği bilinmektedir.. Peki, nedir dönemin DP’sini AKP’den ayıran bariz fark? Bu fark merkez-i siyasetlerinde yatmaktadır. DP’nin merkez-i siyasetinde “dine saygılı demokratlık” yatarken, AKP’nin merkez-i siyasetinde ise “demokrat görünümde siyasal İslâmcılık” yatmaktadır. Birinin neticesi “dine hizmet eden siyaset” iken, ötekinde ise siyasete alet edilen din mefhumu ortaya çıkmaktadır. Bu da dine ve dindarlara en çok zararı dokunan siyaset anlayışıdır. Öte yandan laikçiler için ikisi de kabul edilebilir olmadığından Menderes’i de Erdoğan’ı da eşit oranda ötelemiş ve korkmuşlardır. İşte Erdoğan’ı Menderes’e benzeten yön de buradadır. Laikçiler, Erdoğan’ı hedef gösterdiği ölçüde, seçmenin zihninde Menderes’e benzeyen Erdoğan imajı pekişmekte ve halk desteği bu sebeple günden güne artmaktadır. Sonuç olarak Erdoğan geçici Millî Görüş ve Kürt oyları üzerindeki iddiasını kaybedince, öteden beri hazırda beklettiği “Merkez Sağ’a” oturma ve Menderes’in mirasına konma hülyasını tatbike koymuştur. Nitekim Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkma hedefi açısından bu önemli bir mihenk taşıdır. Peki, Erdoğan’ın temsil ettiği “siyasal İslâm” mefkûresi Menderes’in temsil ettiği demokratlığın yerini alacak ve “merkez sağ” tabir edilen yere oturacak olursa ne olur? İşte bu Türkiye’de kutuplaşmaları arttıran ve gerginliği doruk noktaya çıkaran bir fenomendir. Bu Türkiye’nin, sosyolojik dönüşümü bir mutasyon hızında yaşayan yeni muhafazakâr burjuvası için de çok sağlıklı olmayacaktır. Her zaman mânâyı maddenin bir adım önünde tutan ve hayatını İslâm’ın değişmez ölçüleriyle şekillendiren bu kitlenin karşısında “iktidarla sınanma”, “güçle yozlaşma”, “nefisle mücadele” ve en nihayetinde de kapitalizm ve sekülerizm ile hercümerç olma riski var olacaktır. 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Sıra “uyum yasaları”nda… |
Bayram tatilinin ardından Türkiye’nin gündemi aynen duruyor. Referandum öncesinden kalma ülkenin demokrasi, hukuk, insan hakları ve hürriyetlerinde düğümlenen problemlerine çâreler aranıyor. Mâlûm “Anayasa değişikliği”nin 12 Eylül’de kabul edilmesi ile birlikte gözler, “mini paket”te yer alan düzenlemelerin ne zaman ve nasıl uygulanacağına çevrildi. Meclis açılmasıyla “paket”teki değişikliklerin uygulamasının ele alınması gerekiyor. Değişikliklerin demokratikleşme ve özgürlüklerde neyi getireceği, maddelerle ilgili “uyum yasaları”nın çıkarılması sürecinde bâriz bir biçimde ortaya dökülecek. Âdeta “seçim provası”na dönüştürülen siyasî rant çıkarları ve günübirlik demagojik sathî popüler politik polemikli politikaların sonucu ortada. Gündemin hayhuyu arasında güme gitmeyecek, önyargılardan uzak, hâdiselerin arka plânını iyice okuyabilen, medyada ve kamuoyunda estirilen yapay rüzgârlara karşı durabilen muhtevalı ve etraflı dirayetli tahlil ve değerlendirmelerin haklılığı görülecek. Dünden bugüne tartışılanlar, şüphesiz “referandum oylaması”nı da aşan Türkiye’nin gerçek gündemi. Şimdiye kadar 17 kez, yarısına yakın 100’den fazla maddesi değiştirilerek paçavraya çevrilen yırtık darbe anayasası yerine, siyasetin “yeni demokratik sivil anayasa” irâdesini ortaya koyması beklentisi, gün geçtikçe katlanıyor. Aksi halde, yetersiz yeni yamalarla Anayasanın jakoben, tepeden inmeci ve dayatmacı vesâyetten kurtulamayacağı meydanda… İŞİN GERÇEĞİ… Referandum sürecindeki kırılmalarla bu vâziyet daha belirgin bir biçimde tezâhür etti. Örneğin, Anamuhalefet Partisi’nin gündeme getirdiği, “başörtüsü yasağı sorununu çözme” görüşüne karşı AKP sözcülerinin, “Samimiyseniz (13 Eylül günü) Meclis’e yasa teklifi getirin” polemikli tepkisi, yıllardır çözüme ulaştırmayan, yasadışı yasağı yasallaştırmakla kalmayıp daha da azdırıp yaygınlaştıran çıkmaza göz göre göre dâvetiye çıkarmakta. Görünen o ki önümüzdeki dönemde, referandum sath-ı mailindeki peşin hükümlü tepkisel atışmalara mukabil işin gerçeği tebâyün edecek. Meselâ, değişikliklerin en iddialı maddelerin başında gelen, “memurların ve diğer kamu görevlilerinin toplu sözleşme hakkı” hakkındaki değişikliğin, memurlara “toplu sözleşme hakkı”nı ne derece sağladığı, bu husustaki yasanın çıkarılmasıyla açığa çıkacak. Zira “grev hakkı”nın olmadığı garâbetinin yer aldığı “toplu sözleşme”de uyuşmazlık çıkması halinde, “toplu sözleşmenin kapsamı, istisnaları, yapılma şekli usûlü ve yürürlüğü, emeklilere yansıtılması”, Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na bırakılmış. Bu “kurul”un tıpkı diğer kurullar ve komisyonlar gibi yürütmenin ve siyasî iktidarın uhdesine verilip verilmeyeceği yine buna dair yasayla olacak. “Kamu çalışanlarının toplu sözleşmelerinde hükûmet değil, ‘Hakem Kurulu’ karar verecek” propagandasının ne derece doğru yahut yanıltıcı olduğu belli olacak. Keza birden fazla sendikaya aynı anda üye olabilmenin toplu iş sözleşmelerinde yol açacağı kargaşa ve tıkanma bir yana, madde metnindeki açık ibâreyle adı geçen Kurul’un “kararlarının kesin ve toplusözleşme hükmünde olması”, sendikaların -kamu görevlilerinin, yürütmeye karşı- şimdiye kadar kullandıkları- yargıya itiraz haklarının ellerinden alınmasıyla, bu hususta geriye gidildiği, ortaya çıkacak… DEĞİŞİKLİKLERİN AKIBETİ… YSK’nın açıklamasına göre, 52 milyon 51 bin 828 kayıtlı seçmenden,13 milyon 682 bin 575’inin oy kullanmadığı, buna ilâveten çeşitli sebeplerden 725 bin 963 oyun geçersiz sayılmasıyla toplam seçmenin yüzde 41.8’ine tekâbül eden “kabul”le “yasal” ama toplumun büyük çoğunluğunun mutâbık kalmadığı ve baştan beri üzerinde uzlaşıl(a)mayan “Anayasa değişiklikleri”, tek tek analiz edildiğinde, benzer kırılmalarla karşılaşılacak. Yine geçici 15. maddenin kaldırılmasının neyi temin ettiği, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması, YAŞ’a dair değişikliklerin neye yarayacağı ve mağdurların nereye dâvâ açacağı, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruların AİHM’de hak aramanın önüne bent olup olmayacağı gibi belirsizliklerin netleşmesiyle, atılan “demokrasi devrimi!” manşetlerinin “sahiciliği” su yüzüne çıkacak. Özetle “paket”in demokratikleşme ve özgürlüklerde ne denli “iyileştirmeler”e kapı açacağı ya da iddia edildiğinin aksine 12 Eylül ve 28 Şubat’tan kalma mevcut “statüko”yu örtülü bir biçimde sürdüren yanıltmalardan ibâret kalacağı, “paket”teki maddelerin vatandaşların kullanımına açılması için yapılacak yasal düzenlemelerle anlaşılacak… Bu çerçevede “güncel”i ve gündemi tahlile devam… 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Bediüzzaman Bursa’ya geldi… |
Benzer başlıkta bir yazıyı, bundan iki buçuk sene kadar önce, Bursa Ulu Cami'de tertip edilen Bediüzzaman Mevlidinin ilkinde yazmıştık. Ne kadar sevinmiştik o gün. Bizim için çok büyük mânâlar ifade eden o mevlidin en büyük özelliği, şimdiye kadar Türkiye’nin çeşitli vilâyetlerinde yapılan Bediüzzaman Mevlidleri, Üstadın sağlığında şereflendirdiği şehirlerdi. Ama Bursa, Üstadın gelmediği şehirdi, fark oradaydı. Tesbitlerimize göre Üstad, Bursa’ya gelmek istediğini beyan etmiş, fakat gelmek nasip olmamıştı. Sadece Emirdağ’dan Gençlik Rehberi Mahkemesine gidip gelirken, İnegöl, Yenişehir ve İznik kazalarından geçmiş. Kendisini ziyaret eden Bursalı ağabeylere de; “Kardaşım! Bursa, Osmanlı’nın en büyük merkezi, ben gelmeyi çok istedim, ama gelemedim” diyerek, Bursa’ya duâ ettiğini belirtmişti. İşte, bizlere böyle sevinçli bir gün yaşatan Bursa Ulu Cami Mevlidine maneviyatıyla gelen Bediüzzaman, bu sefer de tır ile, bütün ihtişamıyla Bursa’ya teşrif etti. Gazetemiz Yeni Asya’nın tertip ettiği ve adı da, “Bediüzzaman Türkiye yollarında" olan bu organizasyonun adını okuyunca, “Bediüzzaman bir asırdan fazla zamandır zaten Türkiye yollarında” demekten kendimizi alamadık. Bu millete, bütün Müslümanlara, hatta insanlık âlemine bir halaskâr olarak bahşedilen Bediüzzaman, Osmanlı devrinde, ulaşımın zor olduğu zamanda Şarktan kalkıp, âlem-i İslâmdaki hastalıkların reçetesini takdim etmek için İstanbul’a gelmiş, ondan sonraki zamanlarda, yapılan savaşlarda vatanın müdafaası, selâmeti, ve Müslümanları irşad için Türkiye yollarında hep seyahat etmiş, en son da Şarktan Garba sürgün şeklinde olsa da, Türkiye yollarından hiç ayrılmamıştır. Bediüzzaman Tır'ının; Edirne’den başlayıp, bütün Türkiye’yi dolaşarak oralarda, Kur’ân’ın bu asırdaki en büyük tefsiri olan Risâle-i Nurları insanlara ilân edip duyuracağı seyahatindeki güzergâhtan biri olan Bursa’ya geleceği anı, dört gözle ve heyecanla bekliyorduk. O gün gelince sabahtan kalkıp, hazırlığımızı yaptık. Balıkesir cihetinden gelecek olan tır Bursa’ya, bizim evimizin yakınından geçerek gireceği için, Genel Müdür Recep Taşcı kardeşimizi telefonla arayarak, anlaşıp bekleyeceğimiz yeri söyledik. Ve orada bir saate yakın ayakta, heyecanla beklemeye başladık. İzmir- Balıkesir-Bursa yolunun üzeriydi beklediğimiz yer. Bir rampayı, yokuşu aşarak gelecek olan tır’ı biz, rampanın diğer tarafında intizar edip karşıladık. Daha tepeden, ufuktan görünüp, haşmetiyle yanımıza geldiği zamanki heyecanı anlatmak biraz zordu. Sanki Bediüzzaman yanımıza gelmişti. Evet, Bediüzzaman Bursa’ya gelmişti… Ulu bir misafirimiz vardı o gün. Ekibin fedakârları; Recep Taşcı, Mesut Çoban, Mustafa Gökmen ve şoförümüz Mehmet kardeşlerimizle birlikte biz aynı vasıtada, ayrıca Bursa’nın hizmet erlerinden diğer arkadaşlarımız da, başka bir arabayla tır’a öncülük yaparak, kısa bir Bursa turundan sonra, faaliyetin yapılacağı Fomara Meydanına geldik. Bursa’lıların büyük teveccühü ve Bursa’mızın fedakâr hizmet erlerinin de şevk ve gayretiyle çok güzel bir gün geçirdik. Yazarımız İslâm Yaşar ile karikatüristimiz İbrahim Özdabak’ın imza faaliyetleriyle de süslenen organizasyonun Bursa, kısmı çok güzel bir şekilde değerlendirilerek, Anadolu yollarına doğru yola koyuldu Bediüzzaman tır’ımız. 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
YAŞ zedeler bekliyor |
Anayasa paketinin yüzde 58'le kabulünde önemli payı olan maddelerden biri, YAŞ kararlarına yargı yolunun açılmasıydı. Bilindiği gibi, özellikle 28 Şubat’tan beri YAŞ kararlarıyla sorgusuz, sualsiz ordudan ihraç edilen binlerce insan var. 12 Eylül Anayasasının koyduğu yasak sebebiyle yargıya da götürülemeyen bu ihraçlar ciddî mağduriyetlere yol açtı. Bu mağduriyetlerin, vicdanları iyice isyan ettirecek trajediler getirdiği acı olaylar da yaşandı. Öyle ki, Cumhuriyetin geçen yaz vefat eden Başyazarı İlhan Selçuk’un dahi, “Bu ihraçlar böyle devam edemez” diye yazdığını hatırlıyoruz. Keza, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay Başkanlarının da, kuruluş yıldönümü veya adlî yıl açılış konuşmalarında YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması talebini seslendirdiklerini biliyoruz. 10. Cumhurbaşkanı Sezer de AYM Başkanı iken bunlar arasında yer almıştı. Gerek ne olduğu belirsiz “irtica” suçlamalarıyla ordudan ihraç edilen YAŞzedelerin, gerekse dünya görüşü olarak onlara sıcak baktığı söylenemeyecek yüksek yargı temsilcilerinin yıllardır dillendirdiği talep, son paketle karşılık buldu. Terfî ve atamalar için konulan yasak devam ederken, ihraç kararlarına karşı yargı yolu açıldı. Ama anayasada bu değişikliği yapmak yetmiyor. Uygulamaya yansıması için, ilgili kanunun da değişmesi; dâvâ açılacak mahkeme ile başvuru usullerinin belirlenmesi gerekiyor. Ve YAŞ mağdurları, bunun âcilen yapılmasını bekliyor. Şu aşamada tartışılan konulardan biri, yargı yolunun açılmasının, şimdiye kadarki ihraçlar için geçerli olup olmadığı. Yapılacak düzenlemelerde bunun özellikle netleştirilmesi gerekiyor. En azından, ihraçlar sebebiyle uğranılan mağduriyetlerin telâfisi imkânının getirilmesi lâzım. Gerçi hepsinin telâfisi mümkün değil: Yaşanan acılar, vefat edenler, kaybedilen zamanlar... Ama hiç değilse, gasp edilen özlük haklarının iadesini sağlayacak bir mekanizma getirilmeli. YAŞzedelerin nereye ve nasıl dâvâ açacağının henüz belli olmadığı şu merhalede hukukçular, mevcut uygulamada kuvvet komutanlıklarının YAŞ’a götürmeden yaptıkları ihraç işlemlerine karşı açılan dâvâlara bakan Askerî Yüksek İdare Mahkemesine başvurulmasını tavsiye ediyorlar. Ama AYİM bu başvuruları, Anayasa Mahkemesinin paketle getirilen bireysel başvurular için yaptığı gibi “Yasal düzenleme tamamlanıncaya kadar kabul edemiyoruz” diye reddedebilir. Gerçi söz konusu tavsiyeyi yapan hukukçular, “Öyle de olsa birşey kaybedilmiş olmaz” diyorlar, ama yine de sıkıntılı. Böyle bir durumda boşa gidecek mahkeme masrafları da ayrı konu. Onun için, bu belirsizlik bir an önce ortadan kaldırılmalı ve çıkarılacak uyum paketleri çerçevesinde başvuru mekanizmaları belirlenmeli. Dolayısıyla, AKP Genel Başkan Yardımcısı Haluk İpek’in dediği gibi, “Meclis açılır açılmaz” yapılacak ilk iş, uyum paketini çıkarmak olmalı. Bunları ifade ettikten sonra bu konuda dikkatimizi çeken birşeyi daha vurgulamak istiyoruz. Bilindiği gibi, Ağustos başındaki sancılı YAŞ toplantısından, uzun yıllardan sonra belki de ilk kez ihraç kararı çıkmamış ve bu durum, “Tepedeki sıkıntıdan ona fırsat kalmadı galiba” şeklinde değerlendirmeler yapılmasına yol açmıştı. Ama çok geçmeden Hürriyet’te şöyle bir haber çıktı: “35 subay ve astsubaya ihraç.” (9.9.10) Bunların YAŞ ihraçlarından farkı, kuvvet komutanlıklarının tasarrufu olarak yapılması ve askerî yargı içinde dâvâ açma yolunun açık olması. Ve bu yöntem, eskiden beri uygulanıyor. Genelkurmay yargıya gitmesini istemediği ihraçları YAŞ üzerinden yaparken, dâvâ konusu olmasında sakınca görmediklerinde diğer usûlü kullanıyor. Ve görünen o ki, bundan sonra YAŞ ihraçlarından tamamen vazgeçilip diğer yönteme ağırlık verilerek, top askerî yargıya atılacak. Peki, Genelkurmay'ın AYİM’e açılacak YAŞzede dâvâlarının reddi için talimat verdiği doğru mu? 22.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Kuveyt'te fitne ateşini kim körüklüyor? |
Geçen haftaki yazımda, doğudan ve batıdan bir çok süflî nefis sahibi insanın İslâm’a ve onun sembollerine saldırarak şöhret olmak istediklerini yazmıştım. Verdiğim isimler içinde Selman Rüşti ve Teslime Nesrin gibi kendini İslâm’a intisab edenler de vardı. Ne yazık ki, Körfez ülkeleri içinde de bu tür insanlar var. Bu insanlar, 1400 yıllık Şiî- Sünnî tartışmasını gündemde tutarak İslâm düşmanlarına destek veriyorlar. Açmış oldukları uydu tv kanalları, radyo, internet sayfaları aracılığıyla sabah-akşam mezhep savaşı sürdürüyorlar. Böylelikle ülkelerinde siyasî ve içtimaî kargaşalığa sebebiyet veriyorlar. 2004 yılından beridir Londra’da ikamet eden Kuveytli Şiî imam Yâser el- Habib bunlardan biri. Yâser el- Habib, Hz. Aişe, Hz. Hafsa, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’e sövme suçundan 2003 yılında yargılanıp 20 yıl hapis cezası almış. Bir müddet hapis yattıktan sonra, Kuveyt Emiri’nin affıyla serbest bırakılmış. Serbest bırakıldıktan 3 gün sonra hakkında tekrar tutuklama kararı çıkmış. Ancak, Yâser el-Habib bir yolunu bulup, Irak üzerinden İran’a, oradan da İngiltere’ye kaçmış. Bunun üzerine; Kuveyt polisi, İnterpolden Yâser el- Habib’in Kuveyt’e gönderilmesini istemiş. Kuveyt ile emniyet anlaşması imzalamış olan İnterpol ise, “düşünce ve dinî inanç özgürlüğü” kisvesi altına girerek Kuveyt’in talebini geri çevirmiş. Ve hâlâ Kuveyt’in talebini geri çevirmekte israr ediyor. İnterpolün bu tutumu ile Batının iki yüzlülüğü birkez daha ispatlanmış oldu. Batı, İslâm âleminden siyasî muhâliflere ve mezhepçilere kucak açıyor; zamanı gelince de onları kendi menfaati için kullanıyor. Şu sıralar Kuveyt büyük bir sosyo-politik çalkantı geçiriyor. Sebeb ise, Yâser el-Habib’in Ramazan ayının 17. gecesinde Londra’da yapmış olduğu Hz. Aişe'nin ölümünü kutlama gecesi. Yanlış okumadınız! Evet, Mü'minlerin Annesi Hz. Aişe’yi anma gecesi değil, ölümünü kutlama gecesi!! “Allah ve Resûlünün düşmanı Aişe’nin helâkı! “ adı verilen gecede yapmış olduğu konuşmada, Hz. Aişeyi (hâşa) küfür, nifak, yalan ve Hz. Peygamberi zehirleme (!) gibi suçlarla itham eden Yâser el-Habib’e Kuveytli Sünnilerin göstermiş oldukları tepkiler, Kuveyt’i kaosa sürükleyecek gibi. Kabilelerin oturdukları mıntıkalarda yapılan “Annemiz’e sövdürmeyiz!” sloganlı toplantılara binlerce insan katılıyor. Olayın çığrından çıkmasından korkan hükümet, toplantıların emniyet kuvvetleri tarafından kuvvet kullanmadan dağıtılmasını istedi. Toplantıları düzenleyenlerin başını Velid Tabtabâi gibi muhâfazakar milletvekilleri çekiyorlar. Hükümeti İnterpole baskı yapıp Yâser el-Habib’i ülkeye celbedememekle suçlayan muhâfazakâr milletvekilleri, yeni meclis döneminde Başbakan Muhammed Nâsır hakkında gensoru vereceklerini açıkladılar. Kuveyt Arap Körfezi’nin 3.5 milyon nüfuslu küçük bir ülkesi. Nüfûsun yarısından fazlasını çeşitli milletlere mensup yabancılar teşkil ediyor. Kuveytli nüfûsun çoğunluğunu Sünnî Araplar, % 25'ini ise Şiîler oluşturuyor. Şiî Kuveytliler de, Arap Şiîler ve İran asıllı Şiîler olarak ikiye ayrılıyorlar. Kuveytlilerin anlattıkları kadarıyla şimdiye kadar “Sizin mezhebiniz size, bizim mezhebimiz bize” düsturiyle hareket eden Kuveytliler, geçmiş yıllarda büyük dayanışma içinde olmuşlar ve mezhep fitnesi içine düşmemişler. Ancak bu durum son yıllarda değişmeye başladı. Mezheb kavgasının yanı sıra tebâiyet kavgası da yaşanmaya başladı. Kuveytte okul ve market duvarlarına “Körfez Arap Körfezi değil, Fars Körfezi'dir. Kuveytte onun parçasıdır” diye afişlerin asılması, Kuveytli Arap Sünnî kabilelerini kızdırdı. Tartışmalar üniversite ve lise talebeleri arasına kadar yayıldı. Kuveyt Eğitim Bakanlığı 2011 öğretim yılında bu tartışmaların yapılmaması için gerekli tedbirler aldıklarını açıkladılar, ama bu tedbirlerin pek de faydalı olacağı zannedilmiyor. Kuveytteki mezheb tartışmalarının ve “Kuveyt Fars Körfezi'nin bir parçasıdır” afişlerin arkasında İran istihbaratının parmağı olduğu iddiası iyice kuvvetleniyor. Bu yüzden, resmî zevat dile getirmek istemese de, Kuveytte İran’a karşı nefret gittikçe büyüyor. Irak siyaset arenasında İran etkisinin iyice hissedilmesi, Bahreyn’de son yıllarda sık sık yapılan Şiî eylemleri, İran’ın B. A. Emirliklerine bağlı olan Ebu Musa, Tumb’l Kubra ve Tumb’ Suğra adlı üç adayı 1972 den beridir işgal etmiş olması, Kuveyt halkını rahatsız ediyor. Şayet tedbir alınmazsa, Kuveyt’in de Irak gibi İran güdümünde bir devlet olacağı endişesini taşıyorlar. İran’ın Şiî yayılımcılık siyasetinden Suudi Arabistan da rahatsız. Ve tabiî olarak bu rahatsızlık, silâh tüccarlarının işine geliyor. Neticede ise, Ortadoğu ufkunda yeni bir savaş belirtileri olduğunu zihinlere yerleştiren Amerika, Suudi Arabistan’a 60 milyar dolarlık silâh satımı yapıyor!! 22.09.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |