Mikail YAPRAK |
|
Akılsız âlet olmak |
İslâmiyet güneş gibidir. Güneşin, kendisini göstermesi için, bir başka güneşe ihtiyacı olmadığı gibi; İslâmiyetin de, bir başka beşerî, hele hele siyasî güç tarafından aydınlatılmasına veya parlatılmasına ihtiyacı yoktur. Bugüne kadar, üzerlerine vazife olmadığı halde, böyle bir göreve yeltenenler, yani “siyasî gücü ele geçirip, öylece İslâm’a ve Müslümanlara hizmet edeceğim” iddiasıyla yola çıkanlar, hep bataklığa saplanmışlar, tökezlemişler, bırakınız hizmet etmeyi, ellerinde tuttukları iddiayı da sere serpe çamurlara bulandırmışlardır.. “İslâm’a hizmet sevdasına kapılanlar” diyecektim ki, bundan vazgeçerek, “İslâm’a hizmet iddiasıyla yola çıkanlar” ifadesini tercih ettim. Zira dinî söylemlerle meydana çıkanlarda bugüne kadar öyle bir sevda zaten olmamıştır. Olan sevda da, sonrasında hep makam sevdasına inkılâp etmiştir. Zira Bediüzzaman’ın verdiği ölçüye göre mihenge vurduğumuzda, muharrik unsurun “aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye” olmadığı, bilâkis “siyasetçilik ve tarafgirlik” olduğu anlaşılmıştır. (İddia sahiplerine iyi niyetle ve samimiyetle destek verenler müstesnadır.) Acâip gariplikler oluyor. Partiler, biribirlerinin boşluklarını doldurmakta ve üstlenmekte yarışıyorlar. Meselâ bir parti, Kemalizm muhafızlığını karşısındaki partiye kaptırınca, ona mukabil, o da ondaki açığa çıkan ve boşta kalan bir meseleye, meselâ “başörtüsünü çözme” meselesine (hiç alâkası yokken) sarılıyor. Allah sonumuzu hayır etsin. ««« Ülke ve millet olarak öyle bir konumdayız ki, “Biz müteharrik-i bizzat (kendi başına hareket eden) değiliz, bilvasıta (başkası aracıyla) müteharrikiz” diyor, Bediüzzaman.. Haricî cereyanları ise, “müsbet ve menfî” olarak ikiye ayırıyor. “Mâdem ki, menbâ Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müsbettir” diyor. İçimizden bir hareket, “eğer menfîye kapılırsa” diyor, “(harf gibi) başkasındaki bir mânâya delâlet eder, yani kendisindeki bir mânâya delâlet etmez.” Ve Üstâd şu kesin hükmü veriyor: “Demek bütün harekâtı bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Hariç cereyanının kuvvetine bir âlet-i laya’kıl (akılsız âlet) olur.” Haricin müsbet cereyanına gelince, Üstâd’ın teşhis ve tesbitine göre, bu cereyanın dahilde muvafığı (uygunu) olduğu için, “(isim gibi) kendisinde bulunan bir mânâya delâlet eder, hareketi kendinedir” diyor. Ve hükmünü veriyor: “(Böyle bir hareket), harici kendine âlet-i lâyeş’ur(şuursuz âlet) yapabilir.” Dikkat buyurunuz; birincisinde, kendi harekâtını haricin menfî cereyanına kaptırarak, o menfi cereyanın akılsız âleti oluyorsun.. İkincisinde ise; senin harekâtın, haricin müsbet cereyanına muvafık düştüğü için, o haricî müsbet cereyanı kendine “şuursuz bir âlet” yapabiliyorsun. Yani o cereyan farkında olmadan senin hizmetine girmiş oluyor. ««« İşte Yeni Asya, yayın hayatı boyunca, Bediüzzaman’ın fikirleri rehberliğinde, hiçbir gücün ve cereyanın akılsız âleti olmamış, bilâkis siyasî ve haricî cereyanlardan, (Üstâd’ın tabiriyle) “dahilden muvafık şeklini giyeni” kendine “alet-i layeş’ur (şuursuz âlet)“ yapmıştır. Bu meyanda aklınıza, Bediüzzaman’ın ahrarları ve demokratları geldiyse, isabet buyurdunuz. Denilebilir ki demokratlar, büyük bir dâvânın ve büyük bir dehânın âleti ve hizmetkârı olduklarının belki farkında bile olmadan iş yapmışlardır. O alanda onlar çalıştırılmışlardır. Bediüzzaman, 50’li yıllarda bizzat kendisi, siyaset sahasında (hâşa) akılsız âlet olmadan, şuurlu bir duruşu organize etmiştir. Demokratlar, muazzam bir dâvânın “alet-i lâyeş’ur”u olarak iş görmüşlerdir. O kadar ki, Merhum Adnan Menderes, muhalefet tarafından “Said Nursî’nin halifesi” ithamlarına maruz kalmıştır. Unutmayalım ki, Ezan-ı Muhammedî’nin aslına çevrilmesi öyle muazzam bir hâdisedir ki, İslâm’ı tahrip gayretlerine set çekerek, daha da ileriye gitmelerini engellemiştir. Allah korusun, o vazife bugünlere kalsaydı, halimiz ne olurdu? Bu arada 1980’in başında Ayasofya’nın kısmen ibadete açılmış olduğunu da unutmayalım. Demek ki, marifet; haricî gücün “âlet-i lâya’kıl”ı olmak değil, marifet; haricî gücü kendi dâvâna “alet-i layeş’ur” yapmaktır. Yeni Asya da hep bunu yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Bütün siyaset cereyanlarının, “nur ve nuranî vazifemiz”e nazaran haricî cereyan olduğunu unutmayalım. Bediüzzaman’ın vefatından sonra, Nur Talebeleri (bilhassa Zübeyr Ağabey’in direktifleriyle bu siyasî çizgiyi devam ettirmişlerdir. Üstâd’larının, “Sakın sakın haricî cereyanlar, bilhassa siyaset cereyanları sizi tefrikaya atmasın” ikazlarına kulak vermişler, haricî cereyanların “akılsız âlet”i olmadan hizmete devam etmişlerdir. Ve nihayet bu çizgi Yeni Asya’da temerküz etmiştir. ««« Son zamanlarda, siyaset ve fikir alanında, (ahlâki boyutu karıştırmazsak) haricî cereyanların menfîsi daha çok Amerika’dan, müsbeti daha çok Avrupa’dan akıyor gibi. Menfî olanı için sadece, içimizdeki darbeciler ile din adına siyaset yapanların, hangi haricî cereyanın akılsız âleti olduklarına, Orta Doğu projelerine, Amerika’nın ülkemizdeki üslerine, vesaireye bakmak yeterlidir. Haricî müsbet cereyan noktasında ise; AB’ye adaylığımıza, milyonlarca insanımızın Avrupa’da yaşamasına, hem Avrupa’nın hem ülkemizin yararına çalışmalarına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine olan ihtiyacımıza bakmamız ve diğer argûmanları göz önüne getirmemiz yeterlidir. Böyle müsbet gelişmeler, “dahilden muvafık şeklini giydiği” için biz onların “akılsız âlet”i olmayız, bilâkis o argûmanlar, bizim dâvamızın şuursuz âleti olabilirler. “Dahilden muvafık şeklini giyme” meselesine gelince; elbette ki, demokrası ve hürriyet hareketleri noktasında Avrupa’dan geri kalır yanımız olmadığı gibi, medenîyet hususunda da Avrupa’ya üstadlık etmişizdir. Hatta bizim Avrupa’dan daha ileri bir yanımız var ki, o da bizde olan demokrasi, hürriyet ve medeniyet düşmanları, Avrupa’da yoktur. Biz bu düşmanlarla boğuşa boğuşa yol alıyoruz... 02.09.2010 E-Posta: [email protected] |