02 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Raşit YÜCEL

Uzak diyarlar ve Nurs Köyü


A+ | A-

Kuşların uçmadığı ve kervanların geçmediği bir köy idi. 1878 yılında bir çocuk dünyaya gelmişti. Ana sütü kadar saf ve sade bir hayat yaşayan anne ve babası, onu müstesna bir hassasiyet ile yetiştirdiler.

İşte Nurs Köyü, böyle bir ailenin yaşadığı bir şirin belde.

Yıllarca bir çok defa gidip ziyaret ettim bu güzel mekânı.

TRT’nin “Uzak Diyarlar” adlı 15 dakikalık programını izlediğim zaman gözyaşlarımı tutamadım.

Yeni nesil belki bu duygumu anlayamazlar.

Bizler gençliğimizi o yasaklı dönemlerde yaşadık.

Bu güzel müjdeleri hissediyorduk, ama ne zaman geleceğini bilemiyorduk.

“Kardeşlerim, merak etmeyiniz, o Nurlar parlayacaklar” diye sesleniyordu uzaklardan Üstad.

Ve Nurlar gerçekten parlamıştı.

Dünya dillerine çevrilen kaç eser var bilemiyorum?

Anne adı Nuriye idi, köyü Nurs, yazdığı eserlere Nur Külliyatı adını vermişti Bediüzzaman.

Bu köye her gittiğimde beni müthiş bir duygu seli kaplar.

Akrabalarının anlattığına göre, kardeşi Muhammed Okur, o zamanlarda köyün imamlığını yapmaktadır. Son Cuma namazını kıldırmadan önce hutbede cemaatten helâllik diler ve sekerât anında çevresindekilere bir anda “Ne oturuyorsunuz? Seyda, babam, Abdullah ağabeyim geldi” der, çevresindekiler şaşırır ve ruhunu teslim eder.

Bu hadiseyi, Üstadı ziyaret eden bir talebesi, Üstad’a anlatır ve Bediüzzaman “Evet kardeşim biz o zaman orada idik” der.

İşte Nurs Köyü böyle bir köydür. Asildirler, izzetlidirler.

Yine bir ziyaretimizde, Ebubekir kardeşimiz bir koli şeker aldı Nurs’a giderken. Bunun hikmetini gidince anladık. Meğer çocuklar para olarak hediyeyi kabul etmezlermiş.

Bu köyün ziyaretçisi eksik olmaz. Yine böyle bir ziyarette Ebubekir kardeşimin beyanına göre, Hollandalı bir Nur Talebesi köye ziyarete gelir, kiraladığı bir münibüs ile. Ziyaretini yapıp dönerken, yol kenarında bekleyen bir Nurslu’yu görürler. “Neden bekliyor?” diye el kol hareketi ile şoföre işaret eder. Şoför “Hizan’a gidiyor, alalım mı?” der ve onu da alırlar. Yine işaretler ile çat pat Türkçesi ile sorar binen yolcuya: “Üstadı biliyor musun, eserlerini okudun mu?” Yolcu ise “Biliyorum, ama kitaplarını okumadım” der. Bu cevaba muhatap olan Hollandalı Nur Talebesi birden şaşkınlıkla birlikte celâllenir, “Dünya okuyacak, sen okumayacaksın, ben bunun ile aynı araçta yolculuk yapamam” der ve şoföre “Söz verdik, bunu aldık, fakat bunun ile ben aynı araçta yolculuk yapamam, bunu Hizan’a götüreceksin, tekrar geleceksin beni götüreceksin” der. Şoför ikna etmeye çalışır, fakat ikna olmaz ve “Dünya okuyacak, bu okumayacak” diye defalarca tekrar eder. Ve dediği gibi olur, şoför Hizan’a yolcuyu götürür, tekrar gelir, Hollandalı Nur Talebesini Hizan’a getirir.

Yine böyle bir Nurs ziyaretinde, edip insan İslâm Yaşar, aziz kardeşim Nejat Eren ve diğer yolcularımız ile kiralanan minibüste şoföre sordum: “Köyün ismi resmen Kepirli olduğu halde neden Nurs diye yazdırdınız?” O da şunları söyledi: “Olur mu ağabey, Kepirli dediğiniz zaman kimse bilmez, hatta ben bir gün İstanbul’a gitmiştim, bir mahallede arabaya park yeri ararken fırından ekmek alıp evine gelen bir emekli amcaya rastladım. Bana el kaldırdı, ben de durdum, çünkü Nurs levhasını okuyunca amca heyecanlanmış. Park yeri aradığımı söyledim. O da ‘Dur, benim arabamı yerinden çekeyim, sen arabanı oraya koy’ dedi. Biz Nurs ile anılırız, biz istemediğimiz halde 12 Eylül ihtilâli döneminde köyün ismini kasıtlı olarak Kepirli olarak değiştirdiler, ama biz Nurs demeye devam ediyoruz.”

İşte Nurs böyle bir belde. Yeni Bediüzzaman Külliyesi ile, bundan on yıl öncesinde ilk misafir olduğumuz misafirhanesi ile gittikçe daha çok bilinen ve ziyaret edilen mübarek bir beldedir.

02.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Elveda bizden sana Şehr-i Rahmet elveda!


A+ | A-

Daha dün karşılamıştık o kutlu misafiri. İçten, özlemle, kavuşmak hasretiyle yanarak sımsıcak bir “hoş geldin” diyerek. “Çok şükür, bu sene de seni gördük, sana kavuştuk ne mutlu bana” seslenişiyle... Senin gelişinle,

“donandı her yer kandiller ile doldu camiler efendim.

Mü’minler ile, zikrü tesbihler ile, saf diller ile.

Sana eylerler efendim Şehr-i Ramazan,

Hoş safa geldin efendim Şehr-i Ramazan”.

Sanmıştık ki o misafir daha bizimle uzun zaman kalacak. Sayılı gün geldi çattı. Elveda deme vaktinin geldiğini anladık hilâl göründüğünde. Yine hüzün bastı yüreğimize. Ya seneye kavuşamazsak ?

“Elveda bizden sana ey Şehr-i Rahmet elveda.

Sen gidersin ille bizi yaktı hasret elveda.

Nur ile zeyn oldu âlem cümle mescidler tamam.

Zikrü tesbih ve terâvih gitti bunlar elveda”.

Orta yaş Ramazanlarımızdan biri daha geride kaldı. Elveda. Seneye tekrar kavuşabilmek duâsıyla efendim.

Tasavvuf Müziği sanatçıları

dolgu malzemesi midir?

Geçtiğimiz yıllarda Ramazan’da Dost tv’de televizyon programı sunarken Hüseyin Goncagül konuğum olmuştu. Hüseyin Bey, hoş sohbettir, esprilidir. Programda “Hüseyin Bey, Ramazandan Ramazana görüşüyoruz. Ne var ne yok” diye sorunca, “Eee biz pideye benzeriz, Ramazan gelince hatırlanırız” demişti. Uzun lâfın kısası da bu aslında. Mübarek ayda hangi belediyenin iftar programına baksanız bir Tasavvuf Müziği sanatçısını görebilirsiniz. Televizyonların iftar ya da sahur programlarında ise bir konuşmacı veya hoca varsa yanında ilâhî söylemek üzere hazır olan bir de sanatçı mevcuttur. Diğer sanatçı dostlarım gibi, benim de konuk olarak katıldığım televizyon programlarında yıllardan beri çok sık yaşadığım şey şudur: Program sunucusu program boyunca konuk olarak dâvet ettikleri hoca efendi ile konuşur. Konuşmalar biraz uzayınca rejiden (yönetim odasından) yönetmenin uyarısı gelir ve sunucu “Efendim şimdi de bir eser dinleyelim” deyip mikrofonu bize uzatır, biz de ilâhimizi söyleriz. Sunucu arkadaşımız usulen teşekkür eder, eğer biraz sizi de konuşturmak istiyorsa “Beste size mi ait, şiir kimin, siz neler yapıyorsunuz?” sorularının hemen ardından “Evet hocam nerede kalmıştık?” deyip sohbete devam edilir. Sanatçı ise yine 15–20 dakika sonra sırasının gelmesini bekler. Bu tip televizyon programlarının çoğunda ne kendimin ne de diğer sanatçıların pek de sohbete iştirak ettiğini gördüğümü söyleyemem.

Bir de belediyelerin iftar çadırı programlarından bahsedelim. Bu programlar daha da ilginç. Akşam namazı sonrası iftar çadırına toplanan insanlar için sahneye kimin çıktığı, sesi, izleyici ile iletişimi, icra ettiği eserler önemli. Şahsen iftar çadırına ilâhî dinlemeye gelen insanları çok takdir ediyorum. Konserlerde bu insanların ilgisini, can kulağıyla dinlemelerini, sizden istekte bulunmalarını gördükçe sahnede ben de çok mutlu oluyorum. Meselâ Manisa’da, Gaziantep Şahinbey’de yıllardır Eyüp’teki iftar çadırı programlarında bu sıcaklığı hep hissetmişimdir. Ancak şöyle bir örnek de var. Yakın zamanda verdiğimiz konser bir ilçe belediyesinin açık hava iftarında idi. Dinleyecek insanlara saygımızın gereği olarak günler öncesinden hangi ilâhileri seslendireceğimizi, sırasını, sayısını, neler anlatabileceğimizin hazırlığını yaparım. Bu program içinde öyle yaptım. İftara yaklaşık 30 dakika kala sahneye çıktım. Bu süre zarfında en az 7-8 ilâhi söylerim diye düşünüp programa başladım. Henüz 3-4 ilâhi bile daha söylemiştik ki, sunucu arkadaşımız mikrofonu eline alıp coşkulu bir sesle “Belediye başkanımız sayın … Bey alanımıza girmiştiiir. Hizmetleriyle sevilen, halkımızın, sizlerin takdir ettiği başkanımız sizleri selâmlıyoor.’’ gibi insanları heyecanlandıracak bir yaklaşımla takdimi, vermeyi düşündüğünüz konserin havasını dağıtmaya yetmişti. Ardından belediye başkanı kürsüye halkı selâmlamak ve kısa bir konuşma yapmak üzere çağrılması, sizin için programın sonu demekti. Bir sanatçı olarak vereceğiniz konser için kendiniz ve enstrüman çalan arkadaşlarınız adına belediye bir ödeme yapıyor. Ama karşılığında sahnede kaldığız süre 10-15 dakika bile değil. Size sadece Belediye Başkanının sahneye çıkmasından önce oraya gelen insanları canlı tutmak gibi bir misyon çizilmiş. Başkan ise her siyasetçi gibi vaatler, yaptıkları hizmetler, yapacakları şeyler ile dolu bir konuşma yapıyor. Bu uygulama şu veya bu parti fark etmeden her görüşteki belediyelerin genelde yaptıkları şeyler. Belediye kasasından sanatçılara ödenen para halkın parası. Kimse milletin parasıyla sanatçılar, tiyatrocular, sunucular üzerinden kendi siyasî propagandasını yapmamalı. Yıllardır yazdığım örnek olayı yeri gelmişken tekrar edeyim: Belediye başkanı danışmanı bir dostuma “Neden iftar programlarınıza tasavvuf müziği değil de Ramazanla pek ilgisi olmayan müzik sanatçılarını çağırıyorsunuz” deyince, Başkanın “Ama sahneyi de o tip şarkıcılar dolduruyor” dediğini aktarmıştı. İşin özü görüldüğü gibi, yine reklâma, siyasetin propaganda yönüne dayanıyor.

02.09.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Ali FERŞADOĞLU

“Taklitlerinden sakının”


A+ | A-

Bazı markalar, “Taklitlerinden sakının” uyarısı yapar sık sık. Kur’ân da, taklidî imandan sakındırır binlerce âyetiyle.

İslâmın öngördüğü imân; genel, taklidî, sathî, yüzeysel, gelenek ve göreneğe dayalı değildir. Aklî/mantıkî, ilmî, vicdanî, kalbî delillere dayanan bir olgudur. İslâmiyete göre insan akıl ve bâliğ olunca mükellef, yani sorumlu olur. Bu da imana akıllla girmeyi gerektirir.

Zaten İslâm literatüründeki iman, başta “taklidi ve tahkiki” olmak üzere ikiye ayrılır. Taklidi olanı makbul değildir. Tahkiki imân ise, “ilmelyakîn (ilmî kesinlik derecesinde bilmek), aynelyakîn (görme derecesinde bilmek), hakkalyakîn (akıl, kalb, ruh, sır ve sâir bütün his ve lâtifelerle bilme, sezme, anlama derecesinde) iman” olmak üzere üç merhaledir.

Taklidî iman, herhangi bir aklî, fikrî çaba sarf etmeksizin içinde bulunulan ailenin, toplumun, ortamın inancını kabul etmektir. Basit, icmâlî/özet, genel, üstünkörü, sathi, geleneksel bir inançtır. Herhangi aklî, ilmî, fikri, vicdanî, tecrübî bir araştırma, incelemeye dayanmaz. İman esaslarının derûnuna, iç boyutuna nüfûz edilmez. Gerçek anlamlarına, mahiyetlerine bakmadan genel bir bakış, basit bir düşünce, yüzeysel bir bilgiyle yetinilir.

Göreneğe bağlı taklidî iman, duyuma dayalı bir inanç biçimidir. Tahayyül, tasavvurdan, bir parça da akıldan öteye geçemeyen düşünce tarzıdır. “Âmiyâne tevhid” de denilen bu tür inançta şöyle basit bir akıl yürütülür: “Cenâb-ı Hak birdir, şeriki/ortağı, nazîri/benzeri yoktur, bu kâinat O'nundur.”

Bu kadar. Bu imân, hiçbir şeyi Allah’tan başkasına dayandırmamaktan ibârettir. Yâni, aklî-mantıkî muhakeme yürütmeden; naklî, ilmî araştırma, inceleme yapmadan; kesin delil, sağlam belgelere dayanmadan, duyuma dayalı, “Cenâb-ı Hak birdir, ortağı, benzeri, yoktur, bu kâinat bütünüyle Onundur” denir ve orada kalınır.

Bu imân mum ışığı gibidir. Küçük bir şüphe, basit bir inkâr rüzgârı, hafif bir vesvese darbesi karşısında çabuk söner, mağlûp olur. Veya hiçbir dayanağı ve sağlam temeli olmayan bir duvar gibidir; hiçbir direnç göstermeksizin yıkılmaya mahkûmdur.

Taklidî iman ile yetinen, şüphe ve vesveselerin anaforunda yuvarlanır. Her meselede ikilem içine girer. Akıl, kalp, vicdan gibi duygular tatmin olmaz.

Taklidî iman, şofbeni çalıştırmayan tazyiksiz su, ampulü yakmayan voltajı düşük elektrik gibidir. Böyle bir imana sahip olan en basit olaylar karşısında titrer, kimi zaman yeryüzü ona dar gelir. O takdirde de hiç şüphesiz, peşinde koşulan huzur ve mutluluk, gerçek zevk, lezzet bulunamaz.

Ne var ki, inanmak ayrıdır, imanın şuuruna vararak onu özümseyerek, bütün hücrelerine işleyerek gereklerini yerine getirmek bambaşka bir şeydir.

Bu konuya da yarın değinelim İnşâallah.

02.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Saatlerin sarkacı


A+ | A-

Bir sağa, bir sola gidip gelir; hızla koşar durmadan.

Tik tak, tik tak.

Sarkacı sallandıran, içindeki intizam.

Zembereği kurulu, birbirine örülü dişliler; çarklar, miller, ibreler… Çalışıır durur, zamanı saymak için.

Tik tak, tik tak…

Boşalınca zembereği, hareketler yavaşlar. Sanki, “Mehter” kesilir; dura kalka yol alır.

Hemen bir el ulaşıp kuracak, durmaktan kurtulacak.

Ona göre hayat bu!

Ya insan?

Bir harika makine, gece gündüz işliyor. İçi dışı sır dolu, sessizce çalışıyor. Her bir âzâ birbirine sırt vererek güç alır.

Kalp: Gece gündüz kan pompalar; daralır, genişlenir. Yaratanı zikrederken “derviş tefi” kesilir.

Hû, hû , hû…

Gider gelir kan, bedene taşıyor can.

Alyuvar, akyuvar çabalayıp dururlar; bu ne biçim heyecan?

Mide, böbrek, ciğer, dalak birbirinden şevk alarak tutarlar nöbetini; gâye: Seni yaşatmak!

Göz, ruhun penceresi; seyreder, seyrân eder. Bunca güzel şeylere gönlünü hayrân eder.

Bir hârika saray insan, her odası bir âlem. Duygular, lâtifeler; his dokusu bilmece.

Hikmetine sual olmaz Allah’ım!

Terazinin bir kefesine dünyayı, diğerine de insanı koymuşsun; ağır basmış âbid’in. Murâdın öyle çünkü.

Kâinata meydan okur iman zırhını giyen. Kalbi Sana güm güm atar, duyar onu dinleyen.

Sanki saat mübârek, zembereği Mevlâ’dan. Sabah demez, akşam demez; susmak bilmez, durmak bilmez usanmadan çalışır.

Tâ o güne kadar…

Sarkaç, yine devam eder, hızla koşar yolunda.

Tik tak, tik tak.

Ama o, durur, nihâyet…

Yol kat edilmiş, ömür bitmiştir zâhir!

O gün vuslat zamanı, saat dursa ne yazar?

Artık sesi kesilir, son sesi “Hû”dan sonra.

Sarkaç sallanır ötede, el sallanır beride…

Bir yolu bitiren Kudret, başkasını başlatır; sonsuz hayata doğru…

Hayatı bahşeden Rabbim, hoşnut olur İnşâallah.

İnşâallah…

“Ömür biter, can gider, ister imdât edilmek,

Âlemde güzel olan rahmetle yâd edilmek…”

02.09.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Zekât ve şükür


A+ | A-

Remzi Bey: “Malın şükrü nasıl yapılır? Bir servet sahibi mal varlığından dolayı mahşer sualinden nasıl kurtulur?”

Malın şükrü, malı verene teşekkür etmektir. Teşekkür etmek, dil ve kalp ile olmakla beraber, davranış haline de gelmelidir.

Teşekkür etmek nasıl davranış haline gelir? Meselâ bir mal sahibinden, istifade edilmek üzere emanet bir şey alan birisi, aldığı emaneti korur, kırıp dökmez, saçıp savurmaz, mal sahibinin hassasiyetlerini gözetir, talimatlarına uyarsa teşekkürü davranış hâline getirmiş olur. Ayrıca mal sahibine diliyle teşekkür etmeyi de şüphesiz ihmal etmez. Fakat emaneti mal sahibinin talimatlarına uygun kullanmadığı ve saçıp dökerek kullandığını var sayalım. Bu durumda dilde kalan bir teşekkürü mal sahibi makbul saymayacaktır.

Şimdi; asıl mal sahibi olan Allah, emanet olarak verdiği mal ile ilgili bazı emir ve talimatlar göndermiş: İsrafa haram demiş. Çalışmayı tavsiye etmiş. Sadakayı teşvik etmiş. İsar hasletini, yani başkasını kendi nefsine tercih etmeyi övmüş. Zekâtı emretmiş.

Asıl mal sahibi olan Allah’ın ancak bu emirlerine uymakla, verdiği mal ile ilgili olarak Allah’a teşekkür etmiş oluruz. Ayrıca dilimizle de teşekkürü pekiştirebiliriz. Fakat hayırsız yerlerde malı keyfimizce harcar, sadaka için tutucu olur ve cimrilik yapar, lezzetlerde nefsimizi başkasına tercih eder ve zekâtı vermez isek, yalnız dilde kalmış bir şükrün makbul olmayacağı malûmdur.

Öte yandan Acıma Sahibi Olan Allah’ın, mal sahibinden fakir ve muhtaçlara karşı acıma beklemesi, Merhamet Sahibi Olan Allah’ın merhamet etmeyi emretmesi, Cömertçe Veren Allah’ın vermeyi ibadet kapsamına alması, Her Şeyde İktisadı Gözeten Allah’ın iktisat etmeyi istemesi, Sonsuz Kemal Sahibi Olan Allah’ın, nefsine başkasının nefsini tercih etmeyi teşvik etmesi birer şükür emri olarak algılanmalıdır.

Bu durumda mal için şükür mânâsı taşıyan davranışlarımızı şöyle sıralayabiliriz:

1- Mümkün mertebe sadaka vermeyi ve isar hasletini yaşamayı, yani nefsimize bizden daha fakir ve muhtaç olanların nefislerini tercih etmeyi prensip haline getirmek.

2- Verirken minnetle değil, başa kakarak değil, övünerek değil, böbürlenerek değil; merhametle vermek, şefkatle vermek, sevgiyle vermek, tevazu ile vermek. Verdikten sonra nefsimize paye vermemek için, artık, ne verdiğimizi, kime verdiğimizi neredeyse unutmak.

3- Malımızın zekâtını eksiksizce hesaplayıp gönül rahatlığı içinde vermek.

4- Malımızı hayırsız yerlerde harcamaktan sakınmak.

5- Tutumlu olmak, fakat cimri olmamak; cömert olmak, fakat müsrif olmamak.

Bu beş maddeyi yaşamayı başardığımız an, malımız için şükür içinde olduğumuzu da söyleyebiliriz. Aksi takdirde dilden “Ya Rabbi, Sana şükürler olsun” deyip başkasına hiç faydamız dokunmazsa gerçek mânâda şükrettiğimiz söylenemez.

Bu beş maddeyi kendinde toplayan tek farz ibadet ise zekâttır. Zekâtta sadaka mânâsı vardır, zekâtta îsar hasleti vardır, zekâtta merhamet vardır, şefkat vardır, tevazu vardır, minnet, başa kakmak, övünmek, böbürlenmek yoktur. Çünkü zekâtı veren fakirin hakkını veriyor. Fakire olan borcunu ödüyor. Fakirin kendisinde olan emanetini iade ediyor. Allah’ın emrini yerine getiriyor. Nefsi bundan dolayı herhangi bir paye isteyecek açık kapı bulamıyor.

Kezâ, kişinin cimri olmadığını, cömert olduğunu Allah katında göstermesi için, zekâtını doğru hesaplayıp vermesi, zekâttan çalmaması yeterli bir davranıştır. Allah’ın cömert dediği ve övdüğü kişiler, zekâtını doğru bir hesapla hesaplayıp gönül rahatlığıyla veren kişilerdir. Allah’ın yerdiği kişiler ise, zekâttan çalan, az bir şey hesaplayıp, verirken de minnetle veren kişilerdir.

Bu bakımdan; Allah’ın bize verdiği mala karşılık şükür görevimizi yapmamız, zekâtımızı vermemize bağlıdır. Başka bir ifadeyle, zekâtını veren, şükreden insandır. Zekâtı vermemek veya zekâttan çalmak ise şükürsüzlüktür.

Son söz olarak, şükreden insanlarla ilgili olarak Allah’ın şöyle bir müjdesi bulunduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size, ‘Şükrederseniz muhakkak arttırırım. Nankörlük ederseniz, bilin ki, azabım çok şiddetlidir’ diye bildirdi.” 1“Siz şükredip îmân ederseniz, Allah size niçin azap etsin? Allah şükredenlerin en küçük bir iyiliğine kat kat mükâfât verir. O her şeyi hakkıyla bilir.” 2

Dipnotlar:

1- İbrahim Sûresi: 7., 2- Nisâ Sûresi: 147.

02.09.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Sınavlarda şaibe


A+ | A-

Türkiye'de yapılan eğitim ve iş/meslek hayatına dair sınavlar, başlıbaşına bir hadisedir.

Bazıları için de, hayatın en önemli, en riskli maratonlarından biridir.

Bir çok kimsenin nazarında "Sınavı kazandın mı, hayatın kurtulur."

Lise ve üniversite sınavlarını kazanmak ayrı bir dert, mezun olduktan sonra bir sektörde iş bulabilmek ayrı bir dert.

Özel sektörde iş bulamayanların umudu ise, "devlet kapısı."

Bu kapıdan geçebilmek için, eskiden çok büyük torpiller gerekiyordu.

Son yıllarda ise, KPSS bariyerinden geçmek şart.

Ne var ki, bu tür sınavlara da şaibeler karışıyor.

Yani, "devlet kapısı"ndan geçmek için eskiden başvurulan torpilin yerini, şimdilerde şaibe almaya başladı.

Haberlere yansıyan şaibeli adayların sayısı da az–buz değil. YÖK Başkanı'nın ifadesine göre, 3 bin 227 kişiyle ilgili inceleme başlatılmış ve bu isimler savcılığa intikal ettirilmiş.

* * *

Sınavlarda iltimasın olmaması için, şaibelerin karışmaması için mutlaka ki ciddî tedbirler alınıyor.

Ancak, alınan bütün tedbirlere rağmen, yine de usûlsüzlüklerin, sızmaların önüne geçilemiyor.

Bu durumda, ya sistemde bir arıza mevcut, ya da bazı noktalarda tedbir yetersizliği sebebiyle kaçak var.

Zaman içinde bunlar da belki telâfi edilebilir, kaçaklar önlenir, vesaire...

Asıl önemli olan, vatandaşların eğitim/öretim hakkının ve iş edinme imkânının önündeki engellerin kaldırılmasıdır.

Eğitim veya iş sahasındaki sınavları kazanmak zorlaştıkça, yani, lise veya üniversiteyi kazanmak, ya da devlet kapısında iş bulmak bir "hayat–memat meselesi" haline geldikçe, hakkıyla ne imtiyazlar ortadan kaldırılabilir, ne de şaibelerin önüne geçilebilir.

Dolayısıyla, meselenin teknik yönü kadar, belki daha ziyade, sosyal ve iktisadî yönünü de düşünmek gerekir.

Heronlar ve Neronlar

Bugün terörle mücadelede kullanılan Heronların vazifesini büyük ölçüde görebilecek kapasitedeki uçak ve cihazlar bundan tâ 22 sene evvel alınmış; ancak, bunlar bir gün olsun uçurulmamış, uçmalarına izin verilmemiş.

Bu konudaki bilgilerin geniş bir özeti, Hanefi Avcı'nın basın–yayın piyasasını dalgalandıran "...Simonlar..." isimli kitabının 225. sayfasında yer alıyor.

Orada ifade edildiğine göre, 1988'de Diyarbakır'ın Ergani taraflarında Türkkuşu'na ait termal kameralı bir uçakla bu işin denemesi yapılmış, deneme başarıyla sonuçlanmış ve bu göreve uygun uçakların İngiltere'den alınmasına karar verilmiş.

Sonunda OHAL Bölge Valiliği emrine verilmek üzere o zamanın parasıyla 3 milyon sterlin para ödenerek, iki adet uçak alınmış. Uçaklar, iki konteynır içinde Ankara'ya getirtiymiş, montajları tamamlanarak uçuşa hazır hale getirilmiş...

Fakat, ne hikmetse bu uçaklar bir kez olsun kullanılmamış, kullanılmalarına izin verilmemiş; neticede tekrar sökülerek konteynırlara konularak çürümeye terk edilmiş.

Konuyla bağlantılı daha başka bilgiler de var. Okuyanı derinden düşündürecek, yer yer dehşete düşürecek bilgiler...

Tarihin yorumu 2 Eylül 1929

Güzellik yarışmalarının çirkin yüzü

Türkiye'de yapılan ilk "güzellik yarışması", 2 Eylül 1929'da neticelendi.

Jürinin kararıyla, birinciliğe eski Balıkhane Nazırı Mehmet Tevfik Beyin torunu Feriha Tevfik Hanım lâyık görüldü. (Bu hanım, 1991'de öldü.)

Hükûmetin teşvik ve desteğiyle Cumhuriyet gazetesi tarafından düzenlenen bu yarışmanın ilk duyurusu 4 Şubat'ta yapıldı.

Gazete sayfalarında yapılan duyurular dışında, ayrıca binlerce broşür basılarak ülke geneline dağıtıldı.

24 sayfalık bu broşürde "alüfte ve bar kızı değil, namuslu Türk kızı"nın arandığı özellikle ifade ediliyordu.

Gerçi, daha evvel de benzer bir yarışma düzenleme işine girişilmişti. Ancak, neticesi tam bir fiyasko olmuştu.

1926'da Selanik dönmelerine ait olan İpek Film Şirketi tarafından düzenlendi. Ancak, bu işte başarılı olmadı. Şirket, Feriha Tevfik Hanımı kraliçe diye ilân ettiyse de, bunu umuma kabul ettiremedi.

1929'da tekrar yarışmaya katılarak okuyucu oylarıyla sıralamada 11. gelen bu hanım, 2 Eylül günü jüri tarafından birinci ilân edildi.

Bu hanım, önce filmlerde rol alır, ardından tiyatroya geçer. Karşılaştığı çirkeflikler canına tak eder ve 1939'dan sonra bir daha dönmemek üzere hem sahneden, hem de kameralardan uzaklaşır.

22 Nisan 1991'de beyin kanaması sonucu ölür.

* * *

İlk "güzel"lerin başına neler geldiği, kısmen magazin mevkutelerinde yer alıyor. Ancak, o günden bugüne düzenlenen sayısız yarışmanın, sayısız hanım ve genç kızın hayatını kararttığına, sayısız ailenin huzurunu bozduğuna en ufak bir şüphe yok.

Ancak, bu gibi hususlarda umumiyetle hissiyat ön plânda olduğunda, yaşanan vehametlerden de herhangi bir ders alınamıyor.

02.09.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Akılsız âlet olmak


A+ | A-

İslâmiyet güneş gibidir. Güneşin, kendisini göstermesi için, bir başka güneşe ihtiyacı olmadığı gibi; İslâmiyetin de, bir başka beşerî, hele hele siyasî güç tarafından aydınlatılmasına veya parlatılmasına ihtiyacı yoktur.

Bugüne kadar, üzerlerine vazife olmadığı halde, böyle bir göreve yeltenenler, yani “siyasî gücü ele geçirip, öylece İslâm’a ve Müslümanlara hizmet edeceğim” iddiasıyla yola çıkanlar, hep bataklığa saplanmışlar, tökezlemişler, bırakınız hizmet etmeyi, ellerinde tuttukları iddiayı da sere serpe çamurlara bulandırmışlardır..

“İslâm’a hizmet sevdasına kapılanlar” diyecektim ki, bundan vazgeçerek, “İslâm’a hizmet iddiasıyla yola çıkanlar” ifadesini tercih ettim. Zira dinî söylemlerle meydana çıkanlarda bugüne kadar öyle bir sevda zaten olmamıştır. Olan sevda da, sonrasında hep makam sevdasına inkılâp etmiştir. Zira Bediüzzaman’ın verdiği ölçüye göre mihenge vurduğumuzda, muharrik unsurun “aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye” olmadığı, bilâkis “siyasetçilik ve tarafgirlik” olduğu anlaşılmıştır. (İddia sahiplerine iyi niyetle ve samimiyetle destek verenler müstesnadır.)

Acâip gariplikler oluyor. Partiler, biribirlerinin boşluklarını doldurmakta ve üstlenmekte yarışıyorlar. Meselâ bir parti, Kemalizm muhafızlığını karşısındaki partiye kaptırınca, ona mukabil, o da ondaki açığa çıkan ve boşta kalan bir meseleye, meselâ “başörtüsünü çözme” meselesine (hiç alâkası yokken) sarılıyor. Allah sonumuzu hayır etsin.

«««

Ülke ve millet olarak öyle bir konumdayız ki, “Biz müteharrik-i bizzat (kendi başına hareket eden) değiliz, bilvasıta (başkası aracıyla) müteharrikiz” diyor, Bediüzzaman.. Haricî cereyanları ise, “müsbet ve menfî” olarak ikiye ayırıyor.

“Mâdem ki, menbâ Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müsbettir” diyor. İçimizden bir hareket, “eğer menfîye kapılırsa” diyor, “(harf gibi) başkasındaki bir mânâya delâlet eder, yani kendisindeki bir mânâya delâlet etmez.”

Ve Üstâd şu kesin hükmü veriyor: “Demek bütün harekâtı bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Hariç cereyanının kuvvetine bir âlet-i laya’kıl (akılsız âlet) olur.”

Haricin müsbet cereyanına gelince, Üstâd’ın teşhis ve tesbitine göre, bu cereyanın dahilde muvafığı (uygunu) olduğu için, “(isim gibi) kendisinde bulunan bir mânâya delâlet eder, hareketi kendinedir” diyor. Ve hükmünü veriyor: “(Böyle bir hareket), harici kendine âlet-i lâyeş’ur(şuursuz âlet) yapabilir.”

Dikkat buyurunuz; birincisinde, kendi harekâtını haricin menfî cereyanına kaptırarak, o menfi cereyanın akılsız âleti oluyorsun.. İkincisinde ise; senin harekâtın, haricin müsbet cereyanına muvafık düştüğü için, o haricî müsbet cereyanı kendine “şuursuz bir âlet” yapabiliyorsun. Yani o cereyan farkında olmadan senin hizmetine girmiş oluyor.

«««

İşte Yeni Asya, yayın hayatı boyunca, Bediüzzaman’ın fikirleri rehberliğinde, hiçbir gücün ve cereyanın akılsız âleti olmamış, bilâkis siyasî ve haricî cereyanlardan, (Üstâd’ın tabiriyle) “dahilden muvafık şeklini giyeni” kendine “alet-i layeş’ur (şuursuz âlet)“ yapmıştır. Bu meyanda aklınıza, Bediüzzaman’ın ahrarları ve demokratları geldiyse, isabet buyurdunuz.

Denilebilir ki demokratlar, büyük bir dâvânın ve büyük bir dehânın âleti ve hizmetkârı olduklarının belki farkında bile olmadan iş yapmışlardır. O alanda onlar çalıştırılmışlardır. Bediüzzaman, 50’li yıllarda bizzat kendisi, siyaset sahasında (hâşa) akılsız âlet olmadan, şuurlu bir duruşu organize etmiştir. Demokratlar, muazzam bir dâvânın “alet-i lâyeş’ur”u olarak iş görmüşlerdir. O kadar ki, Merhum Adnan Menderes, muhalefet tarafından “Said Nursî’nin halifesi” ithamlarına maruz kalmıştır. Unutmayalım ki, Ezan-ı Muhammedî’nin aslına çevrilmesi öyle muazzam bir hâdisedir ki, İslâm’ı tahrip gayretlerine set çekerek, daha da ileriye gitmelerini engellemiştir. Allah korusun, o vazife bugünlere kalsaydı, halimiz ne olurdu? Bu arada 1980’in başında Ayasofya’nın kısmen ibadete açılmış olduğunu da unutmayalım. Demek ki, marifet; haricî gücün “âlet-i lâya’kıl”ı olmak değil, marifet; haricî gücü kendi dâvâna “alet-i layeş’ur” yapmaktır. Yeni Asya da hep bunu yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Bütün siyaset cereyanlarının, “nur ve nuranî vazifemiz”e nazaran haricî cereyan olduğunu unutmayalım.

Bediüzzaman’ın vefatından sonra, Nur Talebeleri (bilhassa Zübeyr Ağabey’in direktifleriyle bu siyasî çizgiyi devam ettirmişlerdir. Üstâd’larının, “Sakın sakın haricî cereyanlar, bilhassa siyaset cereyanları sizi tefrikaya atmasın” ikazlarına kulak vermişler, haricî cereyanların “akılsız âlet”i olmadan hizmete devam etmişlerdir. Ve nihayet bu çizgi Yeni Asya’da temerküz etmiştir.

«««

Son zamanlarda, siyaset ve fikir alanında, (ahlâki boyutu karıştırmazsak) haricî cereyanların menfîsi daha çok Amerika’dan, müsbeti daha çok Avrupa’dan akıyor gibi.

Menfî olanı için sadece, içimizdeki darbeciler ile din adına siyaset yapanların, hangi haricî cereyanın akılsız âleti olduklarına, Orta Doğu projelerine, Amerika’nın ülkemizdeki üslerine, vesaireye bakmak yeterlidir.

Haricî müsbet cereyan noktasında ise; AB’ye adaylığımıza, milyonlarca insanımızın Avrupa’da yaşamasına, hem Avrupa’nın hem ülkemizin yararına çalışmalarına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine olan ihtiyacımıza bakmamız ve diğer argûmanları göz önüne getirmemiz yeterlidir. Böyle müsbet gelişmeler, “dahilden muvafık şeklini giydiği” için biz onların “akılsız âlet”i olmayız, bilâkis o argûmanlar, bizim dâvamızın şuursuz âleti olabilirler.

“Dahilden muvafık şeklini giyme” meselesine gelince; elbette ki, demokrası ve hürriyet hareketleri noktasında Avrupa’dan geri kalır yanımız olmadığı gibi, medenîyet hususunda da Avrupa’ya üstadlık etmişizdir. Hatta bizim Avrupa’dan daha ileri bir yanımız var ki, o da bizde olan demokrasi, hürriyet ve medeniyet düşmanları, Avrupa’da yoktur. Biz bu düşmanlarla boğuşa boğuşa yol alıyoruz...

02.09.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ramazan, işgal ve zulüm… (2)


A+ | A-

Mübârek Ramazan’da da şiddet sarmalı sürmekte. Irak kan gölüne dönmekte. Başşehir Bağdat’ta, Kerkük’te ve diğer Irak şehir ve kasabalarında “intihar eylemi” sürü verilen, lâkin “eylemci”nin bir türlü bulunamadığı (!) bombalamalarda aralarında çocukların, kadınların, yaşlıların büyük bir yekûn teşkil ettiği yüzlerce Iraklı öldürülmekte, birkaç katı yaralanmakta…

Örneğin, 26 Ağustos tarihli “Bağdat/aa” mahreçli haberde, “Irak’ın yedi şehrinde dün, bomba yüklü araçlarla düzenlenen bir dizi intihar saldırısında en az 41—sonradan bu sayı 61’e çıktı—kişinin öldüğü, 200 kişinin yaralandığı bildirildi” özetiyle verilen haberle, peşindeki günlerde yüzlerce Iraklının katledildiği haberler, referandumun politik polemikleri hayhuyunda gazetelerin sütunları arasında kaybolmakta.

Ve Beyaz Saray ve Pentagon sözcüleri, suçu yine “El Kaide” uydurmasıyla vatanlarının işgaline karşı direnen Irak halkının üzerine atmakta. Bütün dünyanın gözü önünde işgale karşı direnişi, “umutsuz çırpınışlar!” diye alaya almakta…

Yüzlerce çocuğun organ mafyasınca kaçırıldığı, milyonlarca sivilin perişan edilip ülkesini terk ettiği haberleri güme gitmekte.

İSLÂM COĞRAFYASINDA

HEGEMONYA HESAPLARI

Gelinen noktada 50 bin askerini Körfez ülkelerine çekmesine rağmen ABD’nin yaklaşık 100 bin askeri daha duruyor. ABD sözde Irak’tan çekiliyor, ama kirli elini, işgal ve sömürüsünü bir türlü çekmiyor.

“Barış ve özgürleştirme” sloganıyla, “kitle imhâ silâhı” ve “El Kaide” yalanıyla Irak’ı işgalle iki milyon Iraklıyı katledip petrol ve enerji kaynaklarını talân ederek iç çatışmayla iç savaşa sürükleyen ve bölünmenin eşiğine getiren işgalciler, küresel işgal ve hegemonya hesaplarını, İslâm coğrafyasında sürdürüyor…

22 İslâm ülkesinin “değişim” ve “dönüşüm”le “Büyük Ortadoğu Projesi”nin köşebaşları teslim alınıp âdeta felç ediliyor.

Yalnız Irak’ta değil, “kalıcı özgürlük operasyonu” ile küresel hegemonyası hesabına, Tarihinin en büyük sel felâketine mâruz kalan Pakistan’da, Somali’de ve Yemen’de de Müslüman kanı dökülüyor. Afganistan’da kirli egemenlik ve çıkar savaşını sürdürüyor. Yıllardır Ramazan’da Müslümanları katlediyor…

Öylesine ki kukla Karzai hükûmeti bile katliâmdan “rahatsızlığı”nı iletiyor! Amerikan güçleri kontrolündeki Afgan yetkililer, “Taliban” bahanesiyle sivillerin katledildiğinden yakınıyor.

Başşehir Kabil’de bile Amerikan askerleri, sivillere saldırıyor; cadde ortasında otomatik silâhlarla Afganlıları tarıyor. Aynen Irak’taki gibi savaş uçaklarıyla, uzaktan kumandalı insansız uçaklarla çocukların, yaşlıların, kadınların büyük bir yekûn teşkil ettiği Afgan halkını hedef alıp öldürüyor.

“Merd-i kıptî sirketini söyler” misâli, en son işbirlikçi Afgan hükûmetini dahi “şoke” eden olaylar oluyor. ABD suçüstü yakalanıyor. “Afganistan işgal projesi”yle denetimindeki Afganistan’ı istikrarsızlaştırma ve sivilleri öldürme faaliyetlerine dair 92 bin+15 bin gizli belgenin yayınlanmasını “çıkarlarına aykırı” bulduğu için engelliyor…

AFGANİSTAN KAN AĞLIYOR…

Kısacası, Afganistan kan ağlıyor. İşgalciler, güya “Taliban sanılarak”, her defasında çoğu çocuk ve kadın yüzlerce sivilin katledilmesini, yolcu otobüslerinin düğün yerlerinin, konvoyların, köylerin hava saldırılarıyla bombalanmasını, binlerce suikastı sümen altı ediyor…

El altından Taliban’la “iktidar ortaklığı” görüşmeleri yapan ABD’nin amacı, küresel emperyal çıkarlarını tahkim etmek; Orta Asya ve Hazar Havzası enerji hatları ve kaynaklarını elinde tutmak. Bunun için Başşehir Kabil dışında savaşmak üzere başta Türkiye olmak üzere diğer NATO üyesi ülkelerden yeniden ek muharip askerî birlik istiyor.

Ne var ki AKP iktidarı döneminde Türkiye, bütün bunların hesabını sormak yerine, 750 kişilik askerî birliğe ilâve olarak sessiz sedâsız yeni askerî birlik gönderiyor. Mehmetçiği, conilere kalkan yapıyor; kargaşa, kaos ve terör belâsının içine itip cepheye sürüyor. Katledilenlerin sayısı yüzbinleri bulmuş.

Meselâ, geçtiğmiz günlerde, “Tala Va Bafrak bölgesinde çokuluslu gücün helikopterle düzenlediği operasyonda sekiz sivilin öldürdüğü, onikisinin yaralandığı” haberiyle, “Amerikan askerlerinin Kabil’de cadde ortasında sivil halkı taraması”, gazetelerde tek sütun yer alıp geçiştiriliyor…

Özetle, Müslüman Afgan halkına karşı Türkiye’yi “savaş ortağı” yapıp ateşin içine atıyor. Türkiye’yi bu kirli savaşın parçası haline getiriyor...

Afganistan’da katledilenlerin sayısı yüzbinleri bulmuş. Ancak dünya kamuoyu başka mecrâlara çekiliyor, işgal ve katliâm göz ardı ediliyor.

02.09.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Filistin-İsrail barışı: Obama'nın sihirbazlığı yetecek mi?


A+ | A-

Bugün ABD Başkanı amatör sihirbaz Obama’nın başkanlığında Filistin ve İsrail liderleri yeniden doğrudan görüşmelere başlamak üzere bir araya geliyor.

Obama’nın sihirbazlığı nerden geliyor derseniz, gerek Irak’taki hezimeti başarı gibi göstermek için süslü konuşmalar yapmasından ve gerekçe herkesin başından yürümeyeceğini bildiği bu görüşmelerde bir yıl içinde başarıya ulaşılacakmış gibi göstermeye çalışmasından. Ama tıpkı çocukların sihirbazlık gösterileri gibi, kendisi dışında kimse sihirlerine inanmıyor.

Öncelikle Filistin tarafından Abbas’ın bu görüşmelere katılmasını destekleyenlerin sayısı hayli sınırlı. Yani el Fetih içindeki bir çok grup 17 senedir süren ve şu ana kadar hiçbir somut sonuca ulaşmayan görüşmelerin sürdürülmesini oyalama olarak görüyor. Bu yüzden Abbas’ın kendi bölgesinde bile halk ve partili desteği yeterli değil.

İkinci olarak bölünmüş Filistin’in Gazze bölgesini kontrolü altında tutan Hamas görüşmelere tamamen karşı. Görüşmelerden bir gün önce bu konudaki karşı tavrını –hem de Ramazan gününde bir Müslümana asla yakışmayacak çirkinlikte birisi hamile dört masum insanı öldürerek- gösterdi.

İsrail tarafına gelince; barış yanlısı asla olmayan bir koalisyonun lideri olan Netanyahu’nun elini daraltan bir çok sorun var. Ama en başta kendisi de böyle bir barışa ulaşılacağına inanmıyor. Dolaysıyla gerekli siyasal desteği bulması güç görünüyor.

Zaten görüşmelerin kısa süre içinde kesilmesi tehlikesi ufukta duruyor. Doğu Kudüs’teki yeni yerleşim inşasını 28 Eylüle kadar askıya alan İsrail, bu tarihi uzatmazsa, Filistin tarafı hemen görüşmelerden çekilecek.

Peki İsrail nasıl bir barış istiyor? İsrail 1967 işgali sonrası sınırları koruduğu, Doğu Kudüs’te kurduğu yerleşim yerlerinin de kendi sınırları içinde yer aldığı, işgal altındaki topraklarda kurduğu ve halen 500.000 Yahudi’nin yaşadığı yeşil hattın ötesindeki toprakların da kendisine verildiği bir ikili devlet istiyor. Yani işgal ettiklerim yanıma kâr kalsın diyor. Bunu da şöyle ifade ediyorlar: “benim olduğunu düşündüklerimi sen zaten benim olarak kabul ettin” (Yeşil Hattın içindeki İsrail); “senin olduğunu düşündüğün kısım da benim” (yeni yerleşimler); “geriye kalan senin olduğunu düşündüğün yerler hakkında ise haydi konuşalım!”.

Filistin’in böyle bir barışı kabul etme şansı yok. Hamas’ın dışlandığı, yeni yerleşimlerin sürdüğü, işgal altındaki toprakların önemli bir kısmının İsrail’e mal edildiği, yani “hep ver, hiç alma” anlayışına dayalı bir çözüm, çözüm değildir.

Bu durumda başta söylediğimiz gibi Obama ya sihirbazlığını gösterip, torbadan barış çıkaracak, ya da Irak hezimetini başarı gibi göstermesinde olduğu gibi, olmayan barışı barış gibi göstermeye çalışacak. Peki kim ona inanacak? Yalnızca kendisi.

02.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.