Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yargıyı kim yıpratıyor? |
27 Mayıs’ın ve Yassıada idamlarının toplumda büyük coşkuyla karşılandığını iddia edecek kadar şirazeden çıkmış bir zihniyetin sözcülüğünü yapan Danıştay eski Başsavcısı, müteakip günlerdeki bir beyanında “Cumhuriyet tarihinde ilk kez yargı kendisini savunma pozisyonunda hissediyor” gibi bir lâf etmişti. Benzer bir yorum, geçtiğimiz günlerde Yargıtay Başkanından geldi. “Yargıya sistematik saldırı, hücum ve yıpratma kampanyası var” diyen Başkan, bunun yargıya zarar verdiğini söyledi. (Genelkurmay’ın da eşzamanlı olarak, kendisini hedef alan bir “asimetrik psikolojik harekât”tan şikâyet etmesi her halde tesadüf olamaz.) Peki, yargının şikâyet gerekçesi ne olabilir? Ergenekon bağlamında bazı yargı mensuplarının takibe alınıp telefonlarının dinlenmesi, Adalet Bakanlığının Sincan hakimiyle eski YARSAV Başkanını HSYK’ya şikâyet etmesi, Danıştay’ın katsayı kararına yönelik eleştiriler ve son olarak DTP hakkında açıkladığı kapatma kararı sebebiyle Anayasa Mahkemesinin bir kez daha eleştiri odağı haline gelmesi, ilk akla gelen sebepler. Yargı adına verilen mesajlarda siyasî iktidarın yargıya müdahale ederek, bir ‘yandaş yargı’ oluşturmaya çalıştığı iddia ediliyor. İktidarın böyle bir niyeti var mı, bilmiyoruz; ama varsa bile bunu gerçekleştirmenin temel şartı olan anayasa ve yasa değişiklikleri için hiçbir şey yapmış değil. Yani, koparılan yaygaranın bir dayanağı yok. Buna karşılık, yargı, ihtilâl anayasalarının verdiği ve yarım asırdır dokunulamamış olan yetkilerine dayanarak ve millete sorma ihtiyacı duymadan “Türk milleti adına” verdiği kararlarla, demokratik işleyişe müdahalelerini sürdürüyor. Seçimle gelen insanların kurduğu partileri kapatıyor veya başka şekilde cezalandırıyor; vekilliklerini düşürüp seçilme haklarını askıya alıyor. Başörtüsü ve katsayı örneklerinde olduğu gibi, mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla yetkili organlar tarafından verilen kararları durduruyor. Daha ötesinde, alkollü içki reklâmlarının hâmîliğine soyunuyor. Reklâmlara getirilen son derece yetersiz kısıtlamalara dahi “hayır” diyor. Tazminat dâvâlarında verilen kararlar, dâvâcı ve dâvâlı tarafların kimliğine, konumuna, dünya görüşüne göre yüzde yüz farklılık arz edebiliyor. Ve çifte standart eleştirileri kaçınılmaz oluyor. (Doğu Aktulga için yazdığımız yazıdan dolayı bizi tazminata mahkûm eden mahkemenin, AİHM’de görüşülmeyi bekleyen kararında, 10. Yıl Marşı söylenirken gözyaşı dökmeyi her Türk vatandaşından beklenmesi gereken bir davranış olarak nitelemesi, ideolojik yargı kararlarının bizzat muhatap olduğumuz çok tipik bir örneği.) Böylece, “savunma pozisyonu”nu aşan bir tavır sergilenerek, adeta “En iyi müdafaa taarruzdur” prensibi aktif bir şekilde uygulanıyor; ama bu yapılırken hukuk ve adalet kavramlarının da büyük zarar görmesi kesinlikle kaale alınmıyor. Eleştirilince de “Sistematik yıpratma kampanyasının hedefi yapılıyoruz” diye şikâyet ediliyor. Halbuki bir yıpranma varsa sebebinin eleştirilerde değil, onlara yol açıp zemin hazırlayan karar, tavır ve uygulamalarda aranması gerekiyor. “Hakimler görevlerini yaparken sadece ve sadece adaleti tecellî ettirmeye odaklanmalı; verecekleri kararlara şahsî görüş, düşünce, ideoloji ve duygularını asla karıştırmamalıdırlar” ilkesi söylem düzeyinde her vesileyle tekrarlanıyor, ama eylem ve icraat söz konusu olunca maalesef gereğine uygun davranılmıyor ve bazı örneklerini verdiğimiz tartışmalı kararlar ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, yargıyı—ve benzer pozisyondaki diğer kurumları—yıpratan sebep bu tartışma ve eleştiriler değil, bizzat kendi yaptıkları yanlışlar. Tartışma ve eleştiriler ise, usûlünce ve seviyeli bir şekilde yapılmaları kaydıyla, o yanlışların düzeltilmesine katkı sağlamaları cihetiyle, tam tersine yıpranmayı önleyecek bir işlev görüyorlar. Yeter ki, alınganlık ve saptırmalarla iş başka yerlere çekilmeyip, gereğine göre hareket edilsin. 16.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (15.12.2009) - Açılımdan OHAL’e mi? (11.12.2009) - Açılımdan kaosa mı? (09.12.2009) - Demokrasiye pusu (08.12.2009) - Islak imza, YAŞ manevra |