Ergenekon operasyonunun başladığı günden itibaren dile getirilen samimî talep ve temennî hep şu oldu: “Artık bu defa iş yarım bırakılmasın; ucu nereye varıyorsa oraya kadar gidilsin; karanlık ve kirli bağlantı ve yapılanmalar mutlaka ortaya çıkarılıp çökertilsin.”
Bu beklenti hâlâ bütün canlılığıyla sürüyor.
Operasyon sürecinde şok gözaltı ve tutuklamaları beraberinde getiren her bir dalga, “Galiba bu sefer olacak gibi” ümitlerini canlandırdı.
Ama şok gözaltıların önemli bir kısmının tahliye ile sonuçlanmaya başlaması da bu ümitlere gölge düşürdü. Üst düzey askerî tahliyelerde GATA kanalının kullanılması ise zihinlerde çok ciddî soru işaretlerinin doğmasına yol açtı.
Süreç ilerleyip yeni dalgalar geldikçe ortaya çıkan bir diğer kaygı da, bilumum irtibat ve ihtilâtlarıyla hukuk dışı ve darbeci bir yapılanmanın çökertilmesini hedeflemesi gereken bir operasyonda, tüm muhalifleri safdışı etme hesabının devreye sokulduğunu düşündüren gelişmelerin yoğunluk kazanmasından kaynaklandı.
Bu durumun “Atatürkçü ve laik olup da sırf bu sebeple mevcut hükümetin karşısında yer alan herkes sindirilmek isteniyor” şeklinde takdim edilmeye müsait bir görüntüye bürünmesi ise, birçok bakımdan yeni riskler ihtiva ediyor.
“Atatürkçü-laik” görüşe sahip olup da başörtüsü yasağına, din eğitiminde uygulanan 28 Şubat ürünü kısıtlamalara, v.s. hararetle arka çıkanların, millet iradesini aşağılayıp tahkir edenlerin mevcudiyeti, Türkiye’nin hazin bir gerçeği.
Bu kesimin, yargıyı ve adaleti bile nalıncı keseri gibi hep kendisine yontmaya alışık olan çifte standartçı yaklaşımları da ayrı bir talihsizlik.
Ancak bu zihniyete karşı verilecek mücadelede, onlar tarafından millet ekseriyetine reva görülen antidemokratik ve hukuk dışı yöntemlerden, baskı ve dayatmalardan medet umulması veya öyle bir izlenim uyandırılması çok yanlış.
Yıllarca bu zihniyetin mağduru olanlar, ellerine kuvvet ve iktidar geçtiğinde, evvelce kendilerine yapılan haksızlıkların rövanş ve intikamını almak istercesine, aynı mağduriyetleri muhataplarına yaşatmaya kalkarlarsa, taraflar ve rolleri dışında birşey değişmemiş, haksız ve adaletsiz sistem ve uygulamaları aynen devam etmiş olur.
En amansız hasımlarına dahi adaletle davranmayı öngören bir kültür ve gelenekten geliyor olmamız, buna uygun davranılmasını gerektirir.
Ama öncekilerin bir kısmında olduğu gibi, yine usul ve yöntem problemleriyle gerçekleştirilen son Ergenekon gözaltılarında da bu prensibin gereğiyle pek örtüşmeyen ve dahası, operasyonla amaçlanması icap eden hedeflerin ötesine taşarak, adeta laikçi ve Atatürkçü cenahı tahrik etmeye yönelik bir yolun izlenmesi, ister istemez zihinlerde yeni soru işaretleri doğuruyor.
Ve bu soru işaretleri, operasyonun başından bu yana yaşanan süreçte ortaya çıkan “Kirli ve temiz çamaşırlar aynı makinada yıkanıyor; evvelce aydınlatılamamış ne varsa hepsi Ergenekon torbasına tıkılarak, bizatihî operasyonun kendisi çıkmaza sokuluyor” algısının daha ileri, daha riskli ve sıkıntılı bir merhalesini ifade ediyor.
Hükümetin özellikle Prof. Haberal’la olumlu ilişkilerine dikkat çekilerek gündeme getirilen bir başka ihtimal ise, “Operasyonda artık hükümeti de ekarte eden bir irade mi devreye girdi?” sualiyle seslendiriliyor. Gerçi kural olarak yargı sürecinin işlediği bir konuda hükümetin devrede veya devredışı olması gibi bir meselenin bahis mevzuu olmaması gerekir. Ama bilhassa kapatma dâvâsı sonrasında oluşan tablo ve buna ilâveten iktidar partisinin 29 Mart’ta uğradığı oy kaybı nazara alındığında, böyle bir sualin gündeme getirilmesi hayra alâmet görünmüyor.
Ve sistemdeki yargı vesayetinin koyulaştığı bir ortamda Genelkurmay’ın ağırlığını daha çok hissettirme ihtiyacı duyması da düşündürücü.
Açıkça görünen o ki, AB reformlarını geciktirmenin bedeli her geçen gün daha da büyüyor.
15.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|