"Gerçekten" haber verir 15 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Osman ZENGİN

“Bursa’nın İslâmiyet gömleği yırtılmamış!”



Geçtiğimiz günlerde ecdad şehri Bursa’da; ecdada yakışır, Bursa’ya yakışır bir tarzda “Bediüzzaman Mevlidi” tertip etmiştik. Bu mevlid, çok mahfillerde, çok yerlerde ses getirmiş ve bir çok kimsenin takdirini toplamış, güzel hizmetlere vesile olmuştu.

Aslında her sene, Üstadımızın vefat yıl dönüm tarihi olan 23 Mart günlerinde biz Bursa’da seminer, konferans veya panel tarzında programlar yapıyorduk. Bu sene de “Nasıl yapalım?” diye düşünürken, Bursa’mızın kadim hizmet erlerinden, aziz kardeşim Aziz Doğrul’un teklifi üzerine, mevlid yapmaya karar vermiştik. Ve neticeyi de biliyorsunuz, çok güzel oldu Elhamdülillah.

Bursa mevlidiyle alâkalı, hem mevlid öncesi, hem de sonrasında birçok yazı ve haber yayınlandı gazetemizde. Biz de, mevlidle ilgili hem “dâvet” makamında, hem de sonrasında “teşekkür” mânâsında iki yazı yazdık. İkinci yazımıza “Ne başlık bulalım?” diye düşünürken, “Bursa’ya Bediüzzaman geldi” başlığını koymuştuk. Tabiî yazının giriş kısmına da şu şerhi koyarak: “Bildiğim kadarıyla, Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, sağlığında Bursa’ya gelmemişti. Ama geçtiğimiz Pazar günü Bursa’ya öyle bir geldi ki...”

Yazının çıktığı gün, yazarlarımızdan, Bursa’da ikamet eden kadim dostum, kardeşim Mustafa Öztürkçü aradı. Tebrik ettikten sonra “Yalnız Osman Ağabey, aslında Üstad Bursa’dan geçmiş” dedi. Ben de ona dedim ki: “Ben bir-iki kişiye sordum, gelmediğini zannediyordum. Ama zaten, oraya da ‘bildiğim kadarıyla’ diye şerh düşmüştüm” dedim. 16-17 yaşlarında iken Üstad Hazretlerini Emirdağ’da ziyaret edip duâsını alan ve “Erdoğan” olan ismini Üstadın “Senin ismin Rıdvan olsun kardaşım!” diyerek değiştirdiği, Aksu Köyünde ikamet eden Rıdvan Utangaç Ağabeye, daha önceki bir görüşmemiz esnasında sormuştum: “Ağabey, Üstadın Bursa’ya gelişiyle ilgili bir bilginiz var mı?” diye. O da demişti ki: “Yok, gelmemiş. Üstad bana ‘Kardaşım, Bursa, Osmanlı’nın en büyük merkezi. Ben gelmeyi çok istedim ama gelemedim’ demişti” dedi. İşte ben de, ona istinaden bu şerhi düşmüştüm. Aslında ben, daha önce gazetemizde “Hatıra yazıları yazanlar dikkatli olmalı” başlıklı bir yazı yazmış ve bu meyanda kesin bilinmeyen şeylere şerh düşülmesinin daha münasip olacağını söylemiştim. Fakat yine de bunu tekrar sorayım diye, Üstadımızın hayattaki talebelerinden muhterem Mehmed Fırıncı Ağabeye telefon ettim. Kendisi Bursa-İnegöllü olduğu için daha iyi bilir diye... O da şöyle dedi:

“Üstad, ‘Gençlik Rehberi Mahkemesi’ için Emirdağ’dan İstanbul’a giderken ve gelirken geçmiş. O zaman Bilecik üzerinden Eskişehir yolu olmadığından, İstanbul’dan vapurla Yalova’ya, oradan İznik, Yenişehir, İnegöl üzerinden geçmiş. Hatta Bursalı kadınları feraceleriyle (Bursa bölgesinde kullanılan, çarşafa benzeyen, kadınların—hâlen de köylerde—kullandığı bir çeşit örtü) görünce ‘Maşaallah! Bursa’nın İslâmiyet gömleği yırtılmamış’ diye de, sevincini belirtmiş. Bizim köy civarından geçerken bir çay molası vermiş ve köylüler de ellerini öpmüşler.”

Ve durum böylece vuzuha kavuşmuş, anlaşılmış oldu. Üstad, Bursa’nın etrafından geçmiş, ama Bursa’da ikamet etmemiş. Dolayısıyla Bursa, onun bir menzili olmamıştı. Daha önceki yazılarda belirttiğimiz gibi Bursa, “Bediüzzaman mevlidleri” yapılan beldelerden, Üstadımızın menzili olmayan ilk şehir özelliğini taşıyor. Yazdığımız yazıda da, çok şükür bariz bir hata yapmamış, Üstadın Bursa’da ikamet etmediğini, onun menzili olmadığını belirtmiştik. Gelip geçme başka şey; ikamet edip menzili olması ayrı şeydi.

Yani, her şeyde bir hikmet var; biz bu meseleyi araştırırken, Üstadımızın, daha önce duymadığımız, ecdad şehri Bursa’yı medheden sözlerini duymuş olduk.

15.04.2009

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Ağlamak anlamaktır



Yıl, 1935. Yer, Eskişehir, Odunpazarı semti. Karşı karşıya iki mektep var. Birisi lise mektebi, birisi de Medrese-i Yusufiye. Lise mektebinin avlusunu dolduran elli-altmış kadar kız talebe, Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için gösteri çalışmaları yapıyorlar. Gençliğin verdiği coşku ve enerji ile, çığlıklar atıp, oyunlar oynuyorlar. Onlar, hayatlarının baharında, bir çiçek gibi açılmış, etraflarına neşe ve sevinç saçıyorlar. Ama neticede her biri bir çiçek olduğu için, bir süre sonra solup gideceklerini, kuruyup döküleceklerini düşünmüyorlar. Onlar düşünmüyorlar ama, onları düşünen birisi vardır.

Lisenin karşısında bulunan Medrese-i Yusufiyede ise, iman ilmi tahsil ediliyor, ebedî saadet dersleri veriliyor. İşte bu medresenin demir parmaklıkları arkasında bir ihtiyar vardır. Lise mektebinin bahçesindeki gençleri seyretmekte, onların geleceğini düşünmekte ve hazin hazin ağlamaktadır. Bir yandan bayram sevinci ve gençlik coşkusu içinde gülüp eğlenen gençler, öbür tarafta onların güldüğüne ağlayan yaşlı bir adam.

Yaşlı adam, gurbettedir. Kimsesizdir. Hiçbir dünyalık malı, mülkü, evlâdı, iyâli yoktur. Üstelik, hiçbir suçu olmadığı halde hapse atılmış, her türlü insânî haklarından mahrum edilmiştir. Ama, bir gün olsun, kendisi için ne endişe etmiş, ne üzülmüş, ne de ağlamıştır. Çelik gibi iradesi, kaya gibi metaneti, Hz. Eyyub (as) gibi sabrı vardır. Ama o adam, şimdi bir çocuk gibi ağlamakta, gözyaşları dökmektedir. Yanına gelip, neden ağladığını soranlara ve kendisini teselli etmek isteyenlere de, “Beni yalnız bırakınız, gidiniz” diyerek, yanından uzaklaştırır. Bir müddet kalbindeki hüzün ve gözündeki yaş ile başbaşa kalır.

Yaşlı adam, gençlerin görmediğini gördüğü için, onların bilmediklerini bildiği için ve onların anlamadıklarını anladığı için ağlamaktadır. Sanki demir parmaklıklar arkasında bir sinema perdesi kurulmuş, gençlerin geleceği perdeye aktarılmıştı. Yaşlı adam da şimdiki gençlerin elli sene sonraki hâllerini bu perdeden seyretmektedir. Gördükleri ise, gerçekten hüzün verici ve ağlatıcı sahnelerdir.

İstikbal sinemasının ibret sahnelerinde neler gördüğünü kendi ifadesinden okuyalım: “Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar, kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım.”

“Bilmek ağlatır, bilmemek aldatır.” Eskişehir hapishanesinin demir parmaklıkları arkasından bakıp, elli sene sonrasını gören, bunu da “Kat’î müşahede ettim” diyerek gördüklerinin hayal değil hakikat olduğunu ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, bildiklerine ve anladıklarına ağlamaktadır.

Peygamber Efendimiz (asm), “Benim bildiklerimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyuruyor. Allah’ın dostu, Habibi, kâinatın yaratılış vesilesi, insanların en üstünü, Kur’ân’ın methettiği, meleklerin gıpta ettiği birisi, hayatta kahkaha ile gülmemiş, hep tebessüm etmiş ama yüzünde tatlı bir hüzün halini de hiç eksik etmemiştir. Demek ki insanın gülmek için pek az sebebi varken, ağlamak için çok sebebi vardır. Bunu ancak bilenler anlar, onun için de anlayanlar ağlar.

Hayatta kahkahayla gülen insanlar çok olduğu gibi, hüngür hüngür ağlayanlar da çoktur. Kız arkadaşı kendini terk ettiği için ağlayan gençlere, işini kaybettiği için ağlayan orta yaşlılara, bir kaza veya tabiî âfet sonucu malını ve parasını kaybeden ihtiyarlara sık sık rastlarız. Halbuki, gözyaşları bu kadar değersiz şeyler için akıtılmayacak kadar kıymetlidir. Bu gözyaşları, Allah yolunda dökülürse, kalp ve gönül kirlerini yıkamak için sarf edilirse, Cehennem ateşini söndürmek için akıtılırsa, o zaman ağlamanın bir anlamı olur. Bu gözyaşlarının her damlası, Allah katında çok değerli bir inci gibidir. Allah için ağlayanlara melekler şöyle duâ ederler: “Allahım, ağlayanı ağlamayana şefaatçi kıl.”

Nefis ve dünya hesabına ağlayanların gözyaşları ise, geçersiz akçe gibi kıymetsizdir. Hiç kimsenin işine yaramaz, ağlayana da bir şey kazandırmaz. Onların ağlamaları, çocukların kırılan bir oyuncak için ağlamalarından farksızdır.

15.04.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah’ın fazlına tâlip olurken



Hasan Bey: “Küçük Sözler’de sağ yolun yolcularından onda dokuzunun îmanlı gideceği beyan ediliyor. Onda birinin açıkta bırakılmasının hikmeti ne olabilir?”

Üçüncü Söz’de geçen temsilde, Bedîüzzaman Hazretleri sağ yolda hiç zarar olmamakla berâber, onda dokuz kâr ve rahat olduğunu; sol yolda ise hiç menfaat olmamakla berâber onda dokuz zarar bulunduğunu beyan eder. Temsilden sonraki hakîkate intikal bölümünde ise Üstad Hazretleri; ubûdiyet yolunun onda dokuz ihtimâl ile saadet-i ebediye hazînesine ulaştırdığını, fısk ve sefâhet yolunun ise onda dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketine sebep olduğunu kaydeder.1 Hazret-i Üstad Dördüncü Söz’de de namazın yüzde doksan dokuz ihtimâl ile hazîne-i ebediyeye nâil edeceğini belirtir ve yüzde birlik bir ihtimâli yine dışarıda bırakır.2

Fakat Bedîüzzaman On Üçüncü Söz’de dalâlet ve sefâhetin yüzde yüz ihtimâl ile kabirde ebedî münferit bir hapse kat’î sebep olduğunu; îman ve ubûdiyetin ise yüzde yüz ihtimâl ile kabri ebedî bir hazîneye ve saadet sarayına çevireceğini kaydeder.3

Bu Söz’lerde geçen nisbet rakamları hakkında şunlar söylenebilir:

1- Fısk, dalâlet ve sefâhette gidenler için onda bir kurtuluş ihtimâli, tevbe ve af kapısının ölene kadar açık olduğuna işârettir. Cenâb-ı Hak mağfiret Sahibidir; tevbe eden günahkâr ve âsi kulları ile dilediklerini bağışlayabilir ve Cennetine alabilir.

2- Îman ve Ubûdiyet yolunda gidenlerin onda birlik veya yüzde birlik bir ihtimâl ile necat ve kurtuluş dışında bırakılmış olması ile:

I) Halk açısından bakılırsa; “ihlâs”ın önemine;

II) Hak cihetinden bakılırsa, necât ve kurtuluşun ancak Cenâb-ı Hakk’ın fazlı, lütfu ve ihsânı ile olacağına işâret edildiği söylenebilir.

3- İnce bir remiz: Üçüncü Söz’de onda birlik ve Dördüncü Söz’de yüzde birlik açıkta kalma oranı, On Üçüncü Söz’e gelindiğinde yüzde sıfıra inmektedir. Demek; On Üçüncü Söz’e kadar, her bir Söz’ü birer basamak addederek mütalâa eden –bu basamaklarda; îmanın, taatin, namazın, ibâdetin, Allah rızâsını kazanmanın ehemmiyetini kavrayarak; Haşrin muhakkak vukûuna tahkîkî seviyede îman ederek; insanın ve kâinâtın mâhiyeti ile peygamberlik müessesesinin vazgeçilmez lüzûmunu idrâk ederek ve Kur’ân’ın yüksek hakîkatına muttalî olarak- On Üçüncü Söz’e geldiğinde İnşaallah yüzde yüzlük bir ihtimâl ile gerçek tevekkül ve teslime ulaşmış, Allah’ın rızâsına nâil olmak için yüksek bir ufuk ve nazar elde etmiş olmaktadır. Allah’ın rızâsına nâil olmak ise, hiç şüphesiz ebedî saadete ulaşmak için en görünmez, en kıymetli, en pahalı, en ideâl, en büyük ve en ulvî bir hedef ve maksat bulunmaktadır.

****

S. Ö. Rumuzlu okuyucumuz: “Kur’ân’ı gözüyle takip etmek, okumak sayılır mı?”

Kur’ân Allah kelâmıdır. Her türlü okuma ve mütalâa şekliyle istifâde etmek ve feyiz almak mümkündür. Kur’ân’a hiçbir yöneliş ve hiçbir teveccüh istifâdesiz ve feyizsiz kalmaz. Fakat en istifâdeli ve en feyizli şekli, mümkün olan bütün duygularımızla adeta emzirerek okumak ve mütalâa etmektir. Hem göz ile, hem dil ile, hem işiterek, hem dokunarak, hem tefekkür ederek, hem düşünerek, hem ibret alarak, hem Allah’ın huzurunda olduğumuzun idrâkiyle Allah’ın vahyine kendimizi muhatap bilerek, hem korkarak, hem ümit duyarak, hem zevkle, hem haşyetle, hem huşû ile; Bedîüzzaman’ın ifâdesiyle, okuduğumuz satırların Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek dudaklarından çıktığını işitircesine; yahut Cebrâil’in (as) Allah Resûlüne (asm) tebliğ edişini duyarcasına; veya Allah’ın (cc) Cebrâil’e (as) tâlim edişini hissedercesine okumak, mütalâa etmek veya dinlemek hiç şüphesiz istifâdeyi ve feyzi arttıracak okuyuş ve duyuş halleridir.4

Dipnotlar:

1. Sözler, s. 25, 2. Sözler, s. 27, 3. Sözler, s. 132, 4. Mesnevî-i Nûriye, s. 120.

15.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İtidal ve istikamette ölçü



Sani-i Zülcelâl Hakim isminin gereği olarak kâinatı yaratırken her şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli takip etmiş; israf, abesiyet ve faydasızlığa yer vermemiş, her şeyde itidal ve istikameti gözetmiştir.

Kâinatın küçültülmüş bir şekli olan insanın da bu düzene ayak uydurmaktan başka yapabileceği birşey olamaz. İşte insanlık adına Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm en mutedil ve en mükemmel bir surette yaratılırken, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”1 emrine uyarak bütün hareket ve davranışlarında itidal ve istikameti muhafaza etmekle de bu İlâhî emre uymuş ve insanlığa en güzel model ve örnek olmuştur.

Meselâ aklın aşırı derecesi olan hakkı batıl, batılı hak gösteren cerbezeden, geri derecesi olan iyi ve kötüyü fark edemeyen gabavetten uzak, faydalı şeyleri celbetme, zararlı şeylerden sakınma anlamındaki hikmet üzerinde bir ömür sürmüştür.

Öfkenin aşırı derecesi olan vurup kırma, yakıp yıkma, zulmetmeye sebep olan tehevvürden, geri derecesi olan cebanet anlamındaki korkaklıktan uzak; orta derecesi olan hakkı, hukuku, namusu ve kutsal değerleri savunmada aslan kesilme anlamındaki şecaati esas almıştır.

Yine ömrü boyunca şehvet duygusunun ifratı olan, haram helâl tanımayan fücurdan, tefriti olan ne helâle ne de harama arzu duymayan humuddan uzak, helâle arzu duyup haramdan uzak kalma anlamındaki iffet üzerinde tutmuştu. Bunun gibi Resûl-i Ekrem (a.s.m.) hayatının her anında istikameti tercih etmiş; zulümden, israf ve aşırılıklardan, hatta konuşmada, yeme içmede bile iktisadı seçip, israftan, savurganlıktan uzak kalmıştır.

Çünkü insanın vücudu olduğu gibi, sahip olduğu bütün nimetler kendi eseri değildir. Tamamen ihsan-ı İlâhîdir. Onun için de istediği gibi tasarrufta bulunamaz. Asıl mülk sahibi Allah’ın izni ve rızası dairesinde kullanmakla yükümlüdür. “Evet, bir misafir, ev sahibinin iznine ve rızasına muvafık olmayacak derecede, yemeklerde ve sair şeylerde israf edemez.”2

İşte Resûl-i Ekremin (a.s.m.) hayatında tek ölçü buydu: Allah’ın rızası çerçevesinde ömür sürmek. Bunun için de hiçbir hususta itidal, istikamet, iktisat, şükür ve kanaatten ayrılmamıştır.

Dipnotlar:

1. Hud Sûresi: 112. , 2. Mesnevî-i Nuriye, s. 92-93.

15.04.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih kaynakları



Lise ve bilhassa üniversite seviyesindeki genç kardeşlerimiz tarafından en çok sorulan sorulardan biri şudur: "Yakın tarihimizle ilgili güvenilir kitap var mı?"

Bu konuda kitap ismi vermekte hayli zorlandığımızı itiraf etmek durumundayız. Zira, ortada "resmî tarih tezi"ne göre yazılmış dizi dizi kitaplar vardır ki, bunların tamamı evlere şenlik türünden.

Ara ki, içlerinde ilâç için olsun bir tek doğru bilgiye, yahut içine yalan–yanlış karıştırılmamış bilgilere rastlayasın...

İmkânı yok, sırf şuna buna yaranmacılık olsun diye anlatılan konuların illa ki bir yerine sokuşturulmuş ilim adına, fikir nâmusu adına tiksinti veren müzahrafat şeyler bulursunuz.

Bizim de zaman zaman sizlere sunduğumuz ve doğruluğuna inandığımız bilgiler, ne yazık ki derli toplu şekilde herhangi bir kaynakta bulunmuyor. Bilgiler çok dağınık ve parça parça.

Biz bu parçaları biraraya getirdikten sonra, ayrıca zülf–ü yâre dokunmayacak bir süzgeçleme safhasından geçirdikten sonra sizlere sunmaya çalışıyoruz.

Bugün için ne bizim, ne de bir başkasının oturup hakkını verecek şekilde yakın tarihi, özellikle Cumhuriyet dönemi tarihini yazması mümkün görünmüyor. Doğru tarihi yazmayı imkânsızlaştıran en mühip sebep, 5816 sayılı koruma kànunudur.

Bu kànun sebebiyle yakın tarihimiz lâyıkıyla yazılamadığı gibi, esasında bizzat ilgili olduğu M. Kemal'in gerçek hayatı dahi yazılamıyor.

Çünkü, bu kànun maddesi söz konusu alanları birer "mayın tarlası"na çevirmiş durumda.

Bir tarihçi veya araştırmacı, hem mayınlara basmayacak, hem de ilgili sahayı baştan sonra taramadan geçirip ne var, ne yok ortaya koyacak... Şimdilik kaydıyla bu mümkün değil.

Onun içindir ki, son yüz yıllık tarihin doğrularını bütünüyle değil de, ancak lokal bazı konularda araştırma yaparak öğrenmek mümkün olabiliyor. Ki, bu dahi son derece dikkat ve ihtiyatla hareket etmeyi gerekli kılıyor.

Bundan dolayı, genç kardeşlerimizden şunu istirham ediyoruz: Genel tarih konuları ile değil de, belli başlı lokal konularla ilgili sorularını iletsinler; biz de ona göre gerekli izahları sunmaya çalışalım.

ASDER'i de dinlemeli

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, Harp Okulunda yapmış olduğu iki saate varan açıklamalarında, "Bu asker, Türk milletinin bizahiti kendisidir" dedi ve umumî kabul gören şu görüşü özellikle vurgulayarak nazara verdi: "TSK, hiçbir zaman din karşıtı olmamıştır. Bizi din karşıtı gibi gösteren kötü niyetli kampanyalar var. Toplumumuz buna itibar etmemeli."

Ordu, bir şahs–ı mânevîdir. Hele bizim ordumuz, elbette ki dinsiz olmadığı gibi, din düşmanı da değildir.

Dine düşmanlık eden, şahıs veya şahıslar olabilir. Yani, "suçun şahsiliği" gibi, burada da "düşmanlığın şahsiliği" prensibi esastır.

Bu noktadan bakınca, kendisi namaz kılıyor diye, hatta hanımı tesettürlüdür diye ordudan atılan subaylara revâ görülen muamelenin mantığını anlamak büsbütün zorlaşıyor.

Bunlar hakkında ileri sürülen "disiplinsizlik" gerekçesi vicdanen kabul ve tasdik edilemeyeceğine göre, geriye ordu adına yanlış ve haksız tasarruflarda bulunma çabasında olan şahıslar kalıyor. Şahıslar etkili olduğu oranda, demek ki ihraç edilenlerin listesi de o derece kabarık olabiliyor.

Tavsiye

Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) yayınları arasında çıkan "Ben Disiplinsiz Değilim" isimli kitabı okumanızı tavsiye ederiz. Bu kitapta, YAŞ kararlarıyla ordudan ihraç edilen madalya ve berat sahibi onlarca şerefli subayımızın yürek burkan serencamını okuyacaksınız.

Tarihin yorumu 15 Nisan 1931

Türk Tarih Kurumu kurulurken...

Bugünkü ismi Türk Tarih Kurumu olan Tarih Tetkik Heyeti, 15 Nisan 1931'de Ankara'da teşkil edildi.

Bu teşkilat, esasında Türk Ocaklarının bir uzantısı olarak kuruldu. Hatta, cemiyet üyelerinin çoğu Türk Ocakları mensubuydu. Ocak, bir bakıma dönüşüm yaşadı.

Türk Tarih Kurumunun (TTK) ilk başkanlığını asker ve diplomat kişiliğiyle bilinen Tevfik Bıyıkoğlu yaptı. Bir yıl sonra ise, kurumun başına Yusuf Akçura getirildi.

Alt yapısı ve alt birimleri bu dönemde iyice şekillenen TTK, daha çok İslâmdan önce ve hatta İslâm dışı Türk tarihi ile ilgili konulara ağırlık verdi.

Aynı zamanda Kemalist ideolojinin bir ünitesi gibi davranan ve bu yönde çalışmalar yapan TTK, maddî finansman itibariyle yine M. Kemal tarafından koruma altına alındı. M. Kemal, hissedarı olduğu Türkiye İş Bankasının gelirinden bu kuruma belli bir miktarda para aktarılması sağlandı ve daha sonra bu destek vasiyet maddelerine de dahil edilerek iş sağlama alındı.

15.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Batı medeniyeti üzerine



Dünkü yazımızda, hayat görüşleri açısından Batı’yı ikiye ayırmış, birinci Batı’dan örnekleriyle bahsetmiş, bugün ‘İkinci Batı’ya değineceğimizi söylemiştik. İkincisi Batı, aslı değişmiş Hıristiyanlık, eski materyalist Yunan felsefesinin tâlimiyle, beşerî akıl ve düşünce ile yola çıkan; sefahet ve rezâleti terviç eden, insanın süflî duygularını, hevâ ve hevesini besleyen ve dünyayı fesada verip kirleten Batı’dır. İşte bizim tenkit edip hücum ettiğimiz, Batı’nın bu çirkin yüzüdür.

Batı felsefesi ile değiştirilmiş Hıristiyanlık; insanı ve hayatı, yalnız maddî ve nefsî arzular yönünden, daha doğrusu beşerî bir akıl, mantık ve sistemle ele alıyor. Halbuki, beşerin, ömrü gibi aklı ve fikri de kısadır. Nazarı istikbâli ihata edemediğinden, insanı bütün yönleriyle göremiyor; tanıyamıyor; ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Dolayısıyla, ortaya koyduğu ahlâkî prensipler, cezâî müeyyideler veya kanûnî tedbirler kısa zamanda çürüyor; geçerliliğini yitiriyor.

Bir başka husus: Hz. İsâ (as) sadece dinin esaslarını va’z etmiş. Bu dinin içini, azizler ve felsefeciler doldurmuştur. Efsaneler, hurafeler, tahrifatlar, indî ve beşerî yorumlar girince, bütün bütün özünden uzaklaşmıştır. Bu noktadan da bakıldığında beşeriyet kokar.

Yunan ve Roma felsefesinin Hıristiyanlığa hulûl ettiğini de biliyoruz. Eşyanın ve hayatın sırrını çözmeye çalışan ilk Yunanlı filozoflar, maddeci bir dil kullanır. Helen düşüncesi efsanevî ve hayâlî bir yapıdadır. Bu filozoflar, eşyanın menşeini unsurlar ile açıklarlar. Tales’e göre ilk unsur “su”, Anaksimenes’e göre “hava”, Örfikler’e göre “aşk ve sevgi”, Empedokles’e göre ise var olan her şeyin anası ve sultanı “savaş ve kavga”dır. Hepsi de “maddede” yâni materyalizmde buluşmaktadır.

Grek’in ilk filozoflarından Lösip ile Demokrites, materyalist olduklarını açıkça ilân etmişlerdir. Onlara göre dünya, çok küçük parça ve moleküllere bölünen atomdan meydana gelmiştir. Önce cisimler, sonra da akıl veya ruh, bu hareketli atom parçalarından oluşmuş. Hattâ “tanrılar” da atomlardan yapılmıştır.

***

Bu arada, Yahudîliğin de Hıristiyanlığa “açık Hıristiyan, gizli Yahûdî”lerin vasıtasıyla sızdığını da belirtelim. Çünkü Yahûdîler, dağıldıkları Avrupa’da tutunabilmek için—toprağa bağlı olmadıklarından, daha doğrusu olamadıklarından—teşkilâtlanıyor, ticârete el atıyor, çeşitli oyun ve dolaplar çeviriyor, fitne ve fesat çıkarıyorlardı. Bunun üzerine, Avrupa’da ya tartaklanıyor veya kovuluyorlardı. Mal ve servetlerini kurtarmak, sürgüne gitmemek için de “takıyye” yapıp Hıristiyan olduklarını söylüyorlardı. Fakat, gerçekte gizli birer Mûsevî idiler. Böylece fikirlerini, Hıristiyanlığa mal ettiler. Maarifin himmetiyle taassup ve cehâlet, gün be gün eridi. Hıristiyanlık akla, düşünceye, keşif ve îcadlara karşı takındığı sert tavırdan dolayı eleştirildi. Materyalizm, “muharref ve nesh edilmiş Hıristiyanlığa” karşı üst üste zaferler kazanmaya başladı. Gün geçtikçe kuvvet buldu. “Bâtıl” fikirlere “Hıristiyanlıktır” diye karşı çıkıldı. Bu defa da ayırım yapılmaksızın, “din” ve dinî görüşler “aforoz” edilmeye başladı. Böylece ateist pozitivizm, tabiat ilimlerinin, keşif ve îcadların da yardımıyla yayılma fırsatı buldu.

19 ve 20. yüzyıl fizikçileri, maddenin sonsuz olarak parçalanamayacağı ve maddenin asıl olduğu düşüncesini Demokrites’ten alarak materyalizmi tekrar hortlattılar. Ancak, atomun da parçalanabileceği fikri, 1940-45’li yıllarda, atom bombasının îcadıyla ispatlandı. Buna paralel olarak materyalizmin gerilemesi ve tekrar dinî hayata yöneliş süreci başlamış oldu. Ancak, asırlar süren yoğrulma, kavga ve mâceralardan sonra, teşekkül eden Batı medeniyeti ve kültürünün tahribatları, Batılıların dem ve damarlarına işleyerek kültürlerini oluşturdu. Bugün Batı toplumu, bu maddeci felsefesinin hastalıklarıyla pençeleşmekte, çalkalanmaktadır. Onlardan kurtulmak için çaresizlik içinde kıvranıyor ve kıvrandıkça da batıyor.

Dipnot:

1. Prof. Dr. Bünyamin Duran, Yeni Asya, 11.03.2008.

15.04.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Cevher İLHAN

Türkiye’nin gündemi karartılmamalı…



Başbakan, yeni donanımlı uçağıyla gittiği Antalya’da “seçim tatilini” sürdürürken, “Ergenekon”un 12. dalgasıyla devam eden tutuklamalar birçok gündemi gölgede bıraktırdı.

“Ergenekon soruşturması”nın “28 Şubat’çılar”a uzanmasının önü kesilmemeli. Anarşi ve kaos meydana getirip darbenin psikolojik ortamını hazırlayanlar, meşrû yönetimi darbe yoluyla değiştirmek isteyenler elbette yakalanmalı ve yargılanmalı. Elbette dış servislerin, içteki işbirlikçilerin, ifsad odaklarının demokratik işleyişi devre dışı bıraktıran manipülasyon ve tahrik maksatlı olayların içyüzü aydınlatılmalı.

Binlerce fâil-i meçhul cinâyetler, kamuoyunu sarsan suikastlar açığa çıkarılmalı. Toplumu kamplara ve kutuplara bölüp bölüştürüp etnik ve dinî-mezhebî farklılıklarla tefrikayı kışkırtan, kavga ve kargaşayla terörü körükleyen mihraklar ve maşalar, menfaat şebekeleri, mafyalaşmış ve çeteleşmiş örgüt ve tertipler elbette soruşturmalı.

Türkiye, ölçüyü kaçırmadan, sulandırmadan demokrasiye ve hukuka kasteden bütün darbeci-komplocu mihraklarla hukuk içinde elbette sonuna kadar mücadele etmeli.

BÜTÜN DARBELER YARGILANMALI

Kısacası, darbe oluşumları içinde yer alanların, “darbe günlükleri”ni hazırlayanların yanısıra darbeleri dayatan, Meclis’i kapatıp hükümetleri alaşağı ve anayasayı ilga eden, demokratik sistemi temelinden lağveden darbeler de zaman aşımı benzeri hiçbir “gerekçeye” sığınmadan milletin vicdanında olduğu gibi, hukuk ve yargı önünde hesâba çekilmeli…

Bu bakımdan hâlâ “darbe anayasası”nda duran, darbelerin ve darbecilerin, “karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” hükmü çıkarılmalı.

Altı yıldır Meclis’te tek başına anayasayı değiştirebilecek sayıya sahip olduğu halde, herkesin yakındığı “darbe anayasası”nı ele almayan, “yeni anayasa”yı rafa kaldırıp dört maddelik “mini paket” yamasıyla yetinen AKP siyasî iktidarı, hiç olmazsa bu safhada 12 Eylül ihtilâli ürünü anayasanın 29 yıldır yürürlükte olan “Geçici 15. maddesi”ni kaldırmalı.

En son 28 Şubat’tan döneminden kalma hak ve hürriyetleri, inanç ve ifâde özgürlüğünü kısıtlayan ve yasaklayan yasaları düzeltmeli. Son beş yıldaki darbe teşebbüslerine olduğu kadar, yapılmış ve dayatılmış darbeleri de sorgulayan demokratik iradeyi göstermeli. Türkiye’nin yarım asrı aşkın demokrasi deneyimiyle elde ettiği bu fırsat hebâ edilmemelidir…

Peş peşe “dalgalar”la Türkiye’nin darbe ve darbe teşebbüsleriyle dolu siyasî geçmişiyle yüzleşmeli, topyekûn demokrasi ve hukuk dışı oldubittileri mutlaka sigaya çekilmeli. Bunu yaparken, siyasetin ve demokratik mahfillerin ele alacağı hayatî iç ve dış gündemin üstünü örtmede ve unutulmasında istimal edilmemeli.

Ancak İtalya’da olduğu gibi belki daha yıllarca sürecek bu soruşturmanın hedefinden saptırılarak demokratik mekanizmanın zedelenmesine yol verilmemeli.

SAPTIRMAYLA GÜNDEMİ ÖRTBAS…

Ne var ki seçim sürecindeki polemiklerle doğru dürüst ele alınmayan, peşinden Obama’nın gelişiyle sümenaltı edilen birçok gündemin tam da tartışılacağı bir sırada “karşıt” ve “yandaş”ın medyanın elbirliğiyle abartılı yayınlarla Türkiye’nin önündeki gündeminin dağıtılması ve örtbas edilmesi pek hayra alâmet değil.

Bu taktikle Ankara’nın önündeki devâsa problemlerin gündemden ve gözlerden ustalıkla kaçırılması; başta toplumu derinden sarsan ve derinleşerek devam eden ekonomik kriz olma üzere önemli gündemlerin alabora edilmesi, demokrasiye ve millete yarar sağlamaz…

Bu açıdan “Ergenekon soruşturması” çerçevesinde yeni bir dev dalga ile akademisyenlerin, medya mensuplarının ve bazı “STK temsilcileri”nin içinde bulunduğu 40’tan fazla kişinin tutuklandığı günde, ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ekren’in ilgili bakanlarla birlikte seçim sonrası “hükümetin yeni önlem paketi”ni açıklaması dikkate değer.

Görünen o ki bu “saptırma”yla hükümetin tutmayan tahminleri örtbas edilmekte. Daha önce de yanlış öngörüp düzelttiği bütçenin yeniden revize edilmesi, yatırımlarda gerilemenin ve ekonomik daralmanın resmen deklâresi; büyümenin yüzde 3,6 oranında küçülüp eksiye inmesi, bu küçülmeyle işsizliğin yüzde 13.5’a çıkması, gürültüye getirilmekte.

Evet, elbette “Ergenekon” soruşturulmalı; ancak Türkiye’nin gerçek gündeminin karartılmasına asla âlet edilmemeli. Zira bundan en çok zarar görecek olan yine demokrasi ve özgürlükler olacaktır…

15.04.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Rakı zarfında gazete!



Maalesef bunu da gördük: Artık bazı ‘gazete’ler alkollü içki/rakı zarfının içinde satışa sunuluyor!

Biz “alkollü içkilerin gazetelerde de reklâmı yapılmasın” diye ‘kampanya’lar açmaya ya da açılan kampanyaları desteklemeye çalışırken; bazı gazeteler alkollü içki reklâmlarını daha da ileri götürdü.

12 Nisan 2009 Pazar günü bir gazetenin ‘rakı zarfı’nın içinde okuyucuya sunulduğunu görünce alkollü içki üreticilerinin ‘barajı aştığı’ kanaatine vardık.

Soruları tekrarlamakta fayda var: Alkollü içki içmek sağlığa ‘faydalı’ mı? Zararlı olduğu ilmen ve tıbben kesin olan alkollü içkilerin reklâmına nasıl ve niçin göz yumuluyor? Aynı içkilerin TV’lerde reklâmları yasak olduğuna göre, daha tesirli ve kalıcı olan ‘gazete’ ve ‘sokak afişi’ reklâmları nasıl devam edebiliyor? İhtilâl anayasasına göre de gençleri her türlü ‘kötü alışkanlık’lardan korumak için çalışma yapması gereken ‘devlet’ bu konuda niçin sessiz kalır?

Son yıllarda ‘kanuna karşı hile’ yoluna başvuran alkollü içki üreticileri azar azar başlattıkları reklâmları iyice çoğalttılar. Güya reklâmlar ‘teşvik edici’ olmayacak. Peki şu reklâm metni teşvik edici değil mi: “Rakı dünyası alt üst olacak. Yeni Rakı’dan, rakı ezberini bozacak yepyeni bir rakı! (...) Zengin tadı ve kolay içimi ile sofranıza geldi!”

Bu reklâm metni, Radikal gazetesinin (12 Nisan 2009) içine konularak satıldığı “Yeni Rakı Zarfı”nda yazıyor! (Belki başka gazeteler de bu şekilde satılmıştır, bilemiyoruz.) Bu ciddî tehlike karşısında bu güne kadar uyanmayan “idarecilerimiz” bari bu reklâm üzerine uyansın, insafa gelsin ve görevlerini hatırlasın!

Güya ‘fikir gazetesi’ olan bir yayın organının ‘rakı zarfı’nın içine konularak satılmasına en başta gazetecilerin meslek kuruluşları karşı çıkmalıdır. Bu da yetmez, halkın sağlığını ve her türlü ‘hak’kını korumak için kurulmuş olan sivil toplum kuruluşları ve dernekler de bu uygulamaya ciddî tepki göstermelidirler. Bu tepkiyi, “Paramız yok, tepki gösterecek faaliyet düzenleyemiyoruz” diyen; alkol ve uyuşturucularla mücadele için kurulan dernekler de göstermeli, bu bahane arkasına sığınmamalıdır.

Yıllardan beri devam eden bu yanlışa, her imkân ve fırsatta dikkat çekmeye çalışıyoruz. Ama ne hikmetse bu güne kadar herhangi bir ‘yetkili’ çıkıp “Bu reklâmlar yasaklanmalıdır. Bunun için adım atacağız, atıyoruz” demedi, diyemedi. “Rakı mahallesi baskısı”nın bu derece şiddetli olduğunu tahmin etmiyorduk. Daha da kötüsü, geçmiş yıllarda bu konuyu gündeme taşıdığımızda bazı ‘vekil’lerimizin; gazetelerde devam eden alkollü içki reklâmlarından habersiz olduğunu görmüştük. Belki rakı zarfı içinde satılan gazeteyi gördükten sonra uyanırlar! “Rakı reklâmıyla süslü zarf içinde satılan” bu gazetenin, ‘müze’ye kaldırılması ve gazetecilik bölümlerinde ‘kötü örnek’ olarak gösterilmesini teklif ediyoruz!

Geçen aylarda; “bazı gazeteler içki şişesine sarılır” anlamına gelen reklâm üzerine bu ve benzeri gazeteler itiraz etmişlerdi. Rakı zarfı içinde satılan bu gazete buna örnek olmuş oldu...

Gazeteler bu tuzağa düşmemeliydi. Radikal, çok çok ‘kötü’ bir örnek oldu. Bu reklâmdan sonra “gençler bataklığa sürüklenmesin” şeklinde yayınlayacakları haberlerin samimî olduklarına kim inanır?

15.04.2009

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Latin Amerika’da İslâm’ın yayılması üzerine



Lâtin Amerika’da İslâm’ın etkisi bugün Lima, Cholula ve Guatemala City gibi şehirlerde aşikâr şekilde gözlemlenebilmektedir. Lima, Peru’nun başşehridir ve Lima’daki Tapadas Limenas’ı yani “örtülü kadınıyla” meşhurdur.

19. yüzyılın sonlarına doğru, Arapların Orta Doğu’dan Lâtin Amerika’ya göçleri başlamıştır. Bu göçmenlerin çok sayıda izleri bugünlerde halen görülebilmektedir. Buna ilâve olarak, 20. yüzyılın ortalarında özellikle İsrail’in Filistin’i işgaliyle birlikte Suriye, Lübnan ve Filistin’den ve etrafından gelen göçmenlerin sayısında büyük artış yaşanmıştır. Bu Müslümanlar çoğunlukla tüccarlardan oluşmaktaydı ve yerel ticarî hayatta büyük etkileri olmuştur. Hatta bir kısmı buradaki yerel yönetimlerde de sonradan liderlik pozisyonlarına kadar yükselmişlerdir.

1980’li yıllarda, daha evvelden İslâmî bütün kökenlerini ve özelliklerini kaybetmiş durumda olan bu insanlar yeniden İslâm’a geri dönmeye başladılar. 25 yıldan beridir, artan sayıda Katolik, Hispanik ve Kızılderili Amerikalı kökenli olan insanlar İslâmiyet’i kabul etmekteler. Yerli halk ve “mestijo” denilen Hispanik yerlileri arasında da büyük sayıda İslâmiyeti kabul eden insan mevcuttur.

1990’lı yıllarda da, Amerika kıt'asında tebliğ çalışmalarının büyük bir bölümü bu muhtedi Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Her yıl, daha fazla Lâtin öğrenci, Müslüman ülkelerde İslâmî eğitimlerini tamamlayıp kendi memleketlerine geri dönmektedirler.

Etkin Arap Müslümanlar da buralarda İslâmî merkezlerin kurulmasında oldukça etkili olmuş ve önemli bir rol oynamışlardır. Ancak şimdilerde buralarda İslâm’ın yayılışı neredeyse tamamen Hispanik kökenli Müslümanlar tarafından yürütülmektedir. Mexico’daki muhtedi Müslümanlar faaliyetlerin çoğunluğunu kendileri yapmaktadır.

Lâtin Amerika insanların İslâmiyet’e dâvet etmek için oldukça münbit ve bereketli topraklardır. Burada insanlar sade, açık ve saftır ve asla İslâm’a karşı bir düşmanlık hissetmemektedir. Bilâkis İslâm ve Müslümanlar hakkında genel bir pozitif ve olumlu yaklaşım sözkonusudur. Böylece Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (asm) İslâm’ın dünyanın her köşesine yayılacağı konusundaki müjdelerinin buralarda gerçekleştiğine şahit olmaktayız.

Evliliklerin ve ihtida vak'alarının bir sonucu olarak, İslâmiyet Lâtin Amerika’da en hızlı ve en çok yayılan din haline gelmiştir. Hatta İspanya menşe’li Müslüman işçilerin daha evvelden Evanjelik Hıristiyan mezhebinin hedefinde olan ezilmiş ve ayrımcılığa uğramış yerel topluluklar üzerinde de oldukça etkili olduklarını söylemek için elimizde yeterince delil vardır, buna en güzel örnek ise Meksika’nın bir eyaleti olan Chiapas’tır.

Hispanik kültürün İslâmiyet ile olan bağları aslında 711 yılına yani Müslüman kumandan Tarık bin Ziyad’ın İspanya’yı fethettiği ve Roderick’in Vizigot yönetimine son verdiği tarihe kadar dayanmaktadır. İspanya’da Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar, Mağriblilerin yani Kuzey Afrikalıların yönetimi altında bir arada yaşadılar. Bu dönemde İslâmiyet’e dâvetler yapıldı ancak asla dayatılmadı. Araplar yanlarında eşlerini getirmemiş olduklarından ve İspanyol hanımlarla evlendiklerinden dolayı çok kısa bir sürede, daha bir kaç nesil sonra bölgede Arap Müslümanlardan çok İspanyol Müslümanlar yaşamaya başladı.

Gelecek 700 yıl içinde, Endülüs, yani İspanya’nın İslâmî adı, siyasî ve kültürel bir görkem ve ihtişama şahit oldu ve Ortaçağ Avrupası’nda entelektüel anlamda en gelişmiş ülke haline geldi. İslâm’ın gücü, neredeyse İspanyolların hayatının her kademesinde ama özellikle de müzik, mimarî ve edebiyatta müthiş etkili oldu.

Fakat, zaman içinde Hıristiyan orduları gelişti. Granada’da 1492 yılında son Endülüs kalesinin düşmesinden sonra, İspanya’daki minarelerin üzerindeki hilâlin yerini haç almaya başladı ve Müslümanlar ya zorla Hıristiyan olmak yahut idam edilmek arasında bir tercih yapmaya zorlandı. Bugünlerde Los Angeles’ta yaşayan bir çok Lâtin kökenli Müslüman, İslâmiyet’e dönüşlerini aynı zamanda kendi Endülüs kökenlerine bir dönüş olarak da görüyorlar.

Bugün, Lâtin Amerika’da İslâmiyet’e olan geçişlerin herhangi bir siyasî yahut dini radikalizmle bağlantılı olduğuna dair öne sürülecek bir delil yoktur. Bunun aksine, bir çok muhtedi Müslüman, İslâmiyet’i kendi öz kimliklerini güçlendiren bir unsur olarak görmektedir. Aynı zamanda İslâmiyet’e bu geçişlerini, marjinalleştirildikleri ve ayrımcılık yaşadıkları topluluğa karşı bir sosyal ve siyasî protesto olarak da değerlendirmektedirler. Esasında bu sebeple İslâmiyet’in bu ayrımcılığa uğramış ve ezilmiş insanlar üzerinde etkili olması şaşırtıcı değildir.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

Some Insight Regarding Islam’s Growth in Latin America

The Islamic influence in Latin America is visible today in cities such as Lima , Cholula and Guatemala City . Lima , the capital of Peru , is famous for its Tapadas Limenas or Covered Women in Lima .

Since late 19th century, Arabs first began to emigrate from the Middle East to Latin America . The descendants of these immigrants are still found today in significant numbers. Further, emigrants from Syria , Lebanon and Palestine increased during the mid 20th Century after Israel ’s occupation of Palestine and its surrounding areas. These Muslims were largely merchants and became influential in local trade. Many have even held leading positions in government.

In the 1980s, many who had previously lost touch with their Islamic roots have been turning back to Islam. Over the last 25 years, increasing numbers of Catholics of Hispanic and Indian American origin have been accepting Islam. Local mestijo and indigenous people are embracing Islam in larger numbers.

In the 1990s, the majority of Da'wah (davet) activities were spearheaded by converts to Islam. Each year more students from Latin America complete their Islamic studies at institutions around the Muslim world.

Influential Arab Muslims did play an important role in setting up Islamic centers. But now the spread of Islam has been taken forward by Hispanic Muslims. Converts in Mexico run the majority of activities.

Latin America is a fertile ground for inviting people to Islam. The people are simple, open, and without much hostility towards Islam. There is a general positive attitude towards Islam and Muslims. The prophecy of Prophet Muhammad (peace be upon him) that Islam will reach all corners of the globe is being witnessed in reality.

As a result of intermarriage and conversion, Islam is becoming one of the fastest growing religions in Latin America . There is evidence to suggest that Muslim workers based in Spain and their regional affiliates are making inroads into disenfranchised and underserved indigenous communities that were once the target of evangelical Christian sects for conversion—the Mexican state of Chiapas is an example.

Islamic ties to Hispanic culture date back to 711 A.D., when the Muslim general Tariq ibn Zayid conquered Spain , and the Christian Visigothic domination of Roderick came to an end. Under Moorish rule, Christians, Jews and Muslims coexisted in Spain . Conversion was encouraged but never forced. Because the Arabs did not bring women with them, they took Spanish wives, and within a few generations the Muslim population was more Spanish than Arab.

For the next 700 years, Al-Andalus, as the Muslims refer to Spain , enjoyed an era of political and cultural splendor, becoming one of the most intellectually advanced countries in medieval Europe . Islamic influence penetrated almost every facet of Spanish life, especially music, architecture and literature.

But, gradually, Christian armies advanced. After the fall of the last Moorish stronghold in Granada in 1492, the cross replaced the crescent on Spain 's minarets and Muslims were forced to convert to Christianity or be exiled. Many Latino Muslims in Los Angeles see their conversion as a return to their Moorish roots.

Today, there is no evidence to suggest that the trend toward conversion to Islam in Latin America stems from a turn to political and religious radicalism. On the contrary, most Muslim converts see Islam as a vehicle for reasserting their identity. They also see conversion as a form of social and political protest in societies where they are marginalized and experience discrimination. It is no surprise that Islam is making inroads into disenfranchised and impoverished indigenous communities.

15.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Aden Körfezi’nde neler oluyor?



8 Nisan’da Amerikan gemisi Maersk Alabama, Hint Okyanusu’nda Somalili korsanlar tarafından ele geçirildi. Somalili korsanlar kendi kıyılarından 645 km açıktaki gemiyi ele geçirme cüretini gösterecek kadar güçlenmişlerdi. Sonunda gemiyi ve mürettebatı bırakıp kaptanı rehin aldılar. Amerikan donanmasında görevli keskin nişancıların, üç korsanı vurmasıyla kaptan kurtarıldı. Bu olay dünyanın gözünü bir kez daha Aden Körfezindeki Somalili korsanlar meselesine çevirdi.

Somali 1991 yılından bu yana iç savaşın pençesinde can çekişiyor. Bu sebeple sahillerinde güvenliği sağlama imkânı yok. Enerji yolları üzerindeki bu Afrika ülkesinin kıyı boyunca yaşayan halkının en büyük gelir kaynağı balıkçılıktı. Ancak önce büyük ülkelerin devasa balıkçı gemileri kıyıları kuruttu. Ardından özellikle Avrupa’nın büyük şirketleri kurdukları paravan şirketler aracılığıyla bu kıyılara her türlü tehlikeli atığı atmaya başladılar. Nükleer atıklar da bunlara dahildi. 2004 yılındaki tsunami bu tehlikeli atıkların sahillere vurmasına ve bir çoğunun kabının patlayarak etrafa saçılmasına yol açtı. Bu zehirli atıklar kalan bütün balıkları yok ederken, kıyıya yakın bölgelerde çok sayıda insanın hastalanması ve ölümüne sebep oldu. Gelir kaynaklarının kuruması, iç savaş, tsunami ve salgın hastalıklarla iyice yoksullaşan ve uluslar arası yardım örgütlerinden de yeterli yardımı göremeyen ülkede kanunsuzluklar arttı.

Bunu fırsat bilen işsiz balıkçılar, özellikle Puntland bölgesine egemen grupların da himayesinde deniz korsanlığını başlattılar. Halen 12 ayrı grup halinde faaliyet gösteren, yardım ve yataklık edenlerle birlikte bin kişilik korsan gücünün bu bölgede bulunduğu tahmin ediliyor. 2008 yılında toplam 111 gemi kaçırıldı. Bu bölge Süveyş Kanalı’nın güney kapısında bulunması sebebiyle dünya deniz ticaretinde büyük önem taşıyor. Hem Ortadoğu petrolü hem de Asya mallarının Avrupa, Afrika ve Kuzey Amerika’ya ulaşması bu noktadan geçen gemilerle sağlanıyor. Yılda yaklaşık 16.000 gemi bu bölgeden geçiyor. Gemilerin çok değerli mallar taşıması sebebiyle gemicilik şirketleri istenen fidyeyi ödemeyi tercih ediyor. 2008 yılında ödenen fidye tutarına ilişkin bilgiler 30 milyon ila 150 milyon ABD doları arasında değişiyor. Kişi başına düşen millî gelirin 600 dolar olduğu bir ülkede bu çok büyük bir servet.

Türk gemileri de bu korsanlıktan nasibini alıyor. 2008 yılı Haziran ayında BM Güvenlik Konseyi, bu korsanlık faaliyetlerini önlemek için Somali suları ve topraklarında başka ülkelerin askerî güç kullanımına izin veren 1816 sayılı kararı, Somali hükümetinin de onayıyla kabul etti. Bu karar çerçevesinde Türkiye de Giresun Fırkateynini Somali kıyılarına gönderdi. Aralık 2008’de ise Güvenlik Konseyi Somali topraklarında da askerî güç kullanımına imkân veren bir kararı kabul etti.

Kıyıdan 645 kilometre uzakta hem de yardım getiren bir Amerikan gemisine saldırılması, korsanların fidye alma amacına pek uygun görünmüyor. Hem de Amerikan donanmasının yakınlarda olduğunu ve her an müdahale edebileceğini bilerek.

Bazı uluslar arası gözlemciler bu olayların Somali’ye ABD öncülüğünde düzenlenecek yeni bir kara harekâtının zeminini oluşturduğu kanaatini taşıyor. Bu kanaati doğrulayan bir açıklama da Harpers Magazine dergisinde konuşan bir CIA yetkilisinden geliyor: “Bu problemle, denizle koordineli olarak karadan uğraşmalıyız”.

Evet teşhis doğru: Çözüm denizde bekçilik yapmak değil, Somali topraklarındaki kaynağını yok etmek. Ama önerilen çözüm yanlış: Dışarıdan askerî müdahale ederek bu korsanların kökü kazınamaz. Asıl çözüm, ülkede istikrarsızlığı körüklemek yerine istikrarlı bir hükümetin kurulması için, çatışmanın taraflarını bir araya getirerek uzlaştırmak olmalı.

Temennimiz; o bölgede tezgâhlanacak, maksadı ve sonuçları karışık bir tür “önleyici saldırı” harekâtına ülkemizin de karıştırılmaması. Giresun gemisi yalnızca Türk gemilerinin bölgeden güvenli geçişi için çalışmalıdır.

15.04.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Gidişat



Ergenekon operasyonunun başladığı günden itibaren dile getirilen samimî talep ve temennî hep şu oldu: “Artık bu defa iş yarım bırakılmasın; ucu nereye varıyorsa oraya kadar gidilsin; karanlık ve kirli bağlantı ve yapılanmalar mutlaka ortaya çıkarılıp çökertilsin.”

Bu beklenti hâlâ bütün canlılığıyla sürüyor.

Operasyon sürecinde şok gözaltı ve tutuklamaları beraberinde getiren her bir dalga, “Galiba bu sefer olacak gibi” ümitlerini canlandırdı.

Ama şok gözaltıların önemli bir kısmının tahliye ile sonuçlanmaya başlaması da bu ümitlere gölge düşürdü. Üst düzey askerî tahliyelerde GATA kanalının kullanılması ise zihinlerde çok ciddî soru işaretlerinin doğmasına yol açtı.

Süreç ilerleyip yeni dalgalar geldikçe ortaya çıkan bir diğer kaygı da, bilumum irtibat ve ihtilâtlarıyla hukuk dışı ve darbeci bir yapılanmanın çökertilmesini hedeflemesi gereken bir operasyonda, tüm muhalifleri safdışı etme hesabının devreye sokulduğunu düşündüren gelişmelerin yoğunluk kazanmasından kaynaklandı.

Bu durumun “Atatürkçü ve laik olup da sırf bu sebeple mevcut hükümetin karşısında yer alan herkes sindirilmek isteniyor” şeklinde takdim edilmeye müsait bir görüntüye bürünmesi ise, birçok bakımdan yeni riskler ihtiva ediyor.

“Atatürkçü-laik” görüşe sahip olup da başörtüsü yasağına, din eğitiminde uygulanan 28 Şubat ürünü kısıtlamalara, v.s. hararetle arka çıkanların, millet iradesini aşağılayıp tahkir edenlerin mevcudiyeti, Türkiye’nin hazin bir gerçeği.

Bu kesimin, yargıyı ve adaleti bile nalıncı keseri gibi hep kendisine yontmaya alışık olan çifte standartçı yaklaşımları da ayrı bir talihsizlik.

Ancak bu zihniyete karşı verilecek mücadelede, onlar tarafından millet ekseriyetine reva görülen antidemokratik ve hukuk dışı yöntemlerden, baskı ve dayatmalardan medet umulması veya öyle bir izlenim uyandırılması çok yanlış.

Yıllarca bu zihniyetin mağduru olanlar, ellerine kuvvet ve iktidar geçtiğinde, evvelce kendilerine yapılan haksızlıkların rövanş ve intikamını almak istercesine, aynı mağduriyetleri muhataplarına yaşatmaya kalkarlarsa, taraflar ve rolleri dışında birşey değişmemiş, haksız ve adaletsiz sistem ve uygulamaları aynen devam etmiş olur.

En amansız hasımlarına dahi adaletle davranmayı öngören bir kültür ve gelenekten geliyor olmamız, buna uygun davranılmasını gerektirir.

Ama öncekilerin bir kısmında olduğu gibi, yine usul ve yöntem problemleriyle gerçekleştirilen son Ergenekon gözaltılarında da bu prensibin gereğiyle pek örtüşmeyen ve dahası, operasyonla amaçlanması icap eden hedeflerin ötesine taşarak, adeta laikçi ve Atatürkçü cenahı tahrik etmeye yönelik bir yolun izlenmesi, ister istemez zihinlerde yeni soru işaretleri doğuruyor.

Ve bu soru işaretleri, operasyonun başından bu yana yaşanan süreçte ortaya çıkan “Kirli ve temiz çamaşırlar aynı makinada yıkanıyor; evvelce aydınlatılamamış ne varsa hepsi Ergenekon torbasına tıkılarak, bizatihî operasyonun kendisi çıkmaza sokuluyor” algısının daha ileri, daha riskli ve sıkıntılı bir merhalesini ifade ediyor.

Hükümetin özellikle Prof. Haberal’la olumlu ilişkilerine dikkat çekilerek gündeme getirilen bir başka ihtimal ise, “Operasyonda artık hükümeti de ekarte eden bir irade mi devreye girdi?” sualiyle seslendiriliyor. Gerçi kural olarak yargı sürecinin işlediği bir konuda hükümetin devrede veya devredışı olması gibi bir meselenin bahis mevzuu olmaması gerekir. Ama bilhassa kapatma dâvâsı sonrasında oluşan tablo ve buna ilâveten iktidar partisinin 29 Mart’ta uğradığı oy kaybı nazara alındığında, böyle bir sualin gündeme getirilmesi hayra alâmet görünmüyor.

Ve sistemdeki yargı vesayetinin koyulaştığı bir ortamda Genelkurmay’ın ağırlığını daha çok hissettirme ihtiyacı duyması da düşündürücü.

Açıkça görünen o ki, AB reformlarını geciktirmenin bedeli her geçen gün daha da büyüyor.

15.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis