Cumhuriyetin 85. yıldönümünü, Anayasa Mahkemesinin son kararlarıyla bir kez daha su yüzüne çıkan irade çatışmasının iyice şiddetlendiği bir ortamda idrak ediyoruz.
Çatışmanın bir tarafında devletin doğrudan millet iradesiyle oluşan temel organları; diğer tarafında da 27 Mayıs’ın millet iradesine zoraki ortak kıldığı, başına buyruk kurumlar yer alıyor.
1961 anayasasına konulan ve 1982 anayasasında da muhafaza edilen maddede “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denildikten sonra düşülen “Millet bu egemenliği yetkili organlar eliyle kullanır” kaydındaki “yetkili organlar...”
Peki, söz konusu bu yetkinin kaynağı ne?
Millet mi, yoksa millete rağmen devletin tepesine çöreklenen mâlûm müstebit zihniyet mi!
Millet, kendisine yirmi yedi yıl kesintisiz kan kusturan tek parti diktasını, eline geçen ilk fırsatta, 1950 seçimleriyle kansız kavgasız alaşağı etmiş. Ve yerine kendi seçtiği iktidarı getirmiş.
Ama diktacı kafa bundan hiç hoşlanmamış.
Ve milletin seçtiklerini önce 1960’ta devirip iktidarı tekrar ele almış. Ardından, devletin yapısını, temel meselelerde halkın seçtiklerine gerçek anlamda iktidar ve icraat alanı bırakmayacak şekilde yeniden tanzim ve dizayn etmiş.
Böylece devlet içi derebeylikler ortaya çıkmış.
Millet, bulduğu her fırsatta kendi tercih ettiği kadroları seçmeye ve anayasa zoruyla millî iradeye koşulan zoraki ortaklar, seçilmiş Meclislerle hükümetleri çelmelemeye devam edince, devlet bir türlü ahenkli bir işleyişe kavuşamamış.
Bunun sıkıntısını da yine hep millet çekmiş.
Çözüm bekleyen temel sorunlar çözülemeyip kronikleşmiş. Ama aynı zihniyet, kendi üretip azgınlaştırdığı problemleri bahane ederek demokrasiye defalarca yine müdahale etmiş. Ve böylece bir fâsit daire içinde dönüp durmuşuz.
Sebep, cumhursuz, diktacı cumhuriyet anlayışı ve dış şartlar sebebiyle kerhen kabullenmiş göründüğü demokrasiyi de aynı şekilde halksız bir demokrasiye dönüştüren mâlûm zihniyet.
Son dönemdeki tartışmalar da bu mücadelenin yeni tezahürleri. Bu meyanda, ihtilâl anayasalarının, kararlarını “Türk milleti adına” vermekle yetkilendirdiği yargının, doğrudan milletçe seçilip görevlendirilenlere yönelik tavrı bu tezahürler içinde özel bir yer ve konuma sahip.
Gelinen noktada şunu söylemek mümkün:
85 yıldır devam eden, ama 1950’de çok partili sisteme geçildikten sonra daha da şiddetlenen mücadelede artık statüko da yorgun düşmüş, elindeki güç, koz ve imkânlar azalmış vaziyette.
Millet tarafından seçilip, aldığı oyların hakkını vermeye kararlı, samimî, çizgisinde kırık olmayan, dayatmacıların kendisine karşı kullanabileceği boşlukları ve kompleksleri bulunmayan demokrat bir siyasî kadro, çok fazla zorlanmadan, demokrasiyi sağlam temele oturtup, müdahalelerle oynatılan taşları yerine yerleştirecek yapısal ve köklü reformları gerçekleştirebilir.
Şimdi Türkiye bunu yapacak kadroları arıyor.
Burada şu noktayı da ifade etmek lâzım:
İrade çatışmasının gelip dayandığı yer, anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri. Söz konusu maddelerde, Türkiye Cumhuriyetinin temel nitelikleri sıralanıyor: demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti.
Haddizatında, devletin bu nitelikleri topluma da mal olmuş durumda. Hukuk ve demokrasi herkesin ortak talebi. Farklı açılardan tartışmalara konu olsa bile sosyal devlet ilkesi de öyle.
Laiklik ise demokratik yorumuyla benimseniyor; dini kamusal ve toplumsal alandan dışlayıp vicdanlara hapsetmeye çalışan yorumuyla değil.
Topluma mal olan değerler için anayasaya, hiçbir demokraside benzeri olmayan “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” kayıtları koymanın hiçbir anlamı ve mantığı yok.
Bu mantıksızlığın gerisinde ise, bu niteliklerin arasına “Atatürkçülük ve Atatürk milliyetçiliği” gibi kavramları sıkıştırma “kurnazlığı” yatıyor...
29.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|