|
|
Şaban DÖĞEN |
Regaib Kandilinde beğenilmek |
|
Çiftçilerin dört gözle beklediği bolluk ve bereket mevsimi ilkbahar gibi ahiret ticareti yapmaya gelen bizler için de üç aylar ve bu aylardaki kandil geceleri münbit birer mânevî zeminlerdir. Bu kandil gecelerinin ilki ise Regaib Kandilidir.
Adından da anlaşılacağı gibi Regaib özellikleri sebebiyle çokça rağbet edilen şeyler anlamına gelmektedir. Çünkü bu gece İlâhî bağış, lütuf ve ihsanın bol bol dağıtıldığı bir gecedir.
Bu gece, gayb âleminde bir kısım sırlar vukû bulmaktadır. Bu sır ve şifreye vakıf olan Resûl-i Ekrem’in (asm) bu gece daha farklı bir kulluk içerisine girdiğini de biliyoruz.
Aynı zamanda bu gece Resûl-ü Ekrem’in (asm) dünyaya teşrifinin rahm-ı madere düşme gibi ilk halkasını da teşkil eder. Onun gelişini canlı cansız bütün yaratıklar alkışladıkları gibi, bu geceyi de büyük coşkunluk ve sevinçle karşılamışlardır.
Madem bu gece beğenilen, rağbet edilen bir gecedir. Bize düşen de herhalde o beğenilenler arasına girmek olmalıdır.
Tabiî ki sergilediğimiz kullukla beğenileceğiz.
Herşeyden önce Regaib Kandili mânevî temizlik ve tertemiz bir sayfa açmak için büyük bir fırsattır.
Evet, bu gece “Allah nasıl bir kul istiyor? Biz nasıl bir kuluz? Nerelerde yanlış ve eksiklerimiz var?” sorularının muhasebesini yapıp Allah’a iyi bir kul, Resûlüne lâyık bir ümmet olabilmek için Allah’a söz verme vaktidir.
Bu gece yeni bir başlangıç; daha güzel, daha mükemmel, Allah’ın hoşnut olacağı bir kul olabilmek için yeni bir adım niçin olmasın?
Yeter ki samimi, içten bir şekilde Rabbimize yönelelim; yolunda olmak, dinine hizmet etmek için söz verelim, aynı hataları bir daha işlememeye azmedelim.
Bu gece, Kur’ân okuma, Kur’ân ve kâinat âyetlerini tefekkür etme, tefsirleriyle meşgul olma sadece ruh dünyamızı aydınlatmakla kalmaz, amel defterini de sevaplarla doldurur.
Bu gece yapılan ibadetlerin, hayırların, iyiliklerin, duâların, zikirlerin sevabı kat kat fazladır. Okunan her Kur’ân harfinin diğer zamanlarda sevabı on iken, Receb ayında yüzleri geçmekte, bu gecede ise daha da artmaktadır. Kaza ve nafile namazların sevabı da diğer gecelere göre daha çoktur.
Bu gecede Allah’ın yüce divanına durup el bağlama başka bir haz verir insana. Onca kusur ve eksikliklerimize rağmen bizi kulluğuna kabul eden Sultanlar Sultanı’nın huzurunda bulunmanın verdiği zevki daha başka şeylerde bulmak mümkün değildir.
Bu duygular içerisinde gündüzünü oruçla geçirdiğimiz Regaib Kandilini gece de ibadetle ihyâ etmek, daha dünyadayken Cennet zevkini tatmak demektir.
Ne mutlu bu gecenin feyz ve bereketinden istifade edebilenlere!
03.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bu gece Regaib gecesi |
|
Bu gece, dünyayı, dünyadakileri, âhireti, âhirettekileri, her türlü güzellikleri, malı, mülkü, serveti, varlığı, yokluğu, ötekini, berikini, her şeyi bırakıp... Yalnız Allah’a, yalnız Allah’ın rızâsına, mağfiretine, muhabbetine, sevgisine, cemâline, ibâdetine rağbet edeceğimiz müstesnâ bir gece.
Bu gece bütün istekler Allah’a arz edilir. Bütün duâlar Allah’a ulaştırılır. Bütün talepler Allah’a sunulur. Bütün rağbet edilenler Allah’a eriştirilir.
Bu gece Cenâb-ı Allah, kullarının dileklerini alır... Kalbin en ince serzenişlerine kadar, ruhun en sessiz fısıltılarına kadar, gönlün en hafif arzularına kadar, duygularımızın en kısık sesli niyazlarına kadar Cenâb-ı Allah bu gece kullarını dinler. Duâlarını kabul buyurur, niyazlarını reddetmez, isteklerini verir, ihtiyaçlarını karşılar.
Bu gece dünyayı isteyen dünyayı bulur, âhireti isteyen âhireti bulur, her ikisini birden isteyen her ikisini birden bulur, hayır isteyen hayır bulur, günahlarından tövbe isteyen bağışlanır, af dileyen affedilir, merhamet isteyen rahmet bulur, feyiz bulur, nur isteyen nûr bulur, aydınlık isteyen aydınlık bulur.
Bu gece kim ne isterse yalnız Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimîn’den ister ve duâlarına alabildiğine cevap bulur.
Recep ayının ilk Cuma gecesi olan bu gece Regaip Gecesidir. İbadetlere rağbet, tevbe ve istiğfara rağbet, Rahmet ve mağfirete rağbet, rıza-i Bari’ye rağbet ve Cennete rağbet duyulan mübarek günlerin ilk Cuma gecesinde, yani Regâib Gecesinde Allah’a yönelmek, Allah’a şükretmek, Allah’ı zikretmek, Allah’tan istemek, Allah’a el açmak, Allah’a yalvarmak, Allah için gözyaşı dökmek ve ağlamak, Allah’a yaklaşmaya çalışmak ne büyük saadettir.
Bizler âhirete doğru yol alırken, bizi karşılayan her rahmet saatini bir kilometre taşı bilmeliyiz, her mağfiret vaktini tevbe ve teveccüh saati olarak bulunmaz bir fırsat hükmünde anlamalıyız.
Ebû Zer’den (ra) Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki mağfiret ve hidayet muradını bildiren ve Rabb-i Rahîm’imizden hidayet ve af istemeye davet eden uzun bir hadis-i kudsî rivâyet edilir. “Ümmete bu hadis yeter” cümlesiyle önemi vurgulanan bu hadiste Resûlullah Efendimiz (asm), Cenâb-ı Hakk’ın kullarına şöyle çağrıda bulunduğunu bildirir:
Cenab-ı Hak bir hadis-i kudsî’de buyurur ki:
“Ey kullarım! Ben Kendi Zatıma zulmü haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz.
“Ey kullarım! Benim hidayet verdiğimden başka hepiniz dalâlettesiniz. O halde Benden hidâyet dileyiniz ki, size hidâyet vereyim.
“Ey kullarım! Benim doyurduklarımdan başka hepiniz açsınız. Benden yiyecek isteyiniz ki, sizi doyurayım.
“Ey kullarım! Benim giydirdiklerimden başka hepiniz üryansınız. Benden giyecek isteyiniz ki, sizi giydireyim.
“Ey kullarım! Gece ve gündüz günah işlemektesiniz. Ben ise günahların tamamını bağışlamaktayım. O halde Benden mağfiret isteyiniz ki, sizi bağışlayayım.
“Ey kullarım! Siz Bana zarar verecek kudrete hiçbir zaman ulaşamayacaksınız ki, bana zarar verebilesiniz. Bana fayda verebilecek hale erişemezsiniz ki, Bana faydalı olasınız.
“Ey kullarım! Eğer siz evvelinizden sonuncunuza, insanınızdan cinninize, sizden en fazla Allah korkusu taşıyan bir adamın kalbi ve düşüncesi üzerine olsanız, Benim mülküm zerre kadar artmaz.
“Şayet siz evvelinizden sonuncunuza, insanınızdan cinninize sizden en günahkâr bir kimsenin kalbi ve niyeti üzere toplansanız, Benim mülküm zerre kadar eksilmez.
“Ey kullarım! Yaptıklarınız ancak sizin kendi amellerinizdir ki, onları sizin için muhafaza eder, sonra onları yine eksiksizce tastamam size öderim. O halde, kim hayır bulursa Allah’a hamd etsin. Kim de hayırdan başkasını bulursa kendi nefsinden başkasını kınamasın.”1
Bu geceyi hususî bir fırsat bilerek her vesileyle Allah’a yaklaşmaya, O’na yönelmeye gayret edelim. O’na ulaşmanın vesileleri namazdır, niyazdır, duâdır, tesbîhâttır, zikirdir, fikirdir, tefekkürdür, tevbe-i istiğfardır, Kur’ân okumaktır. Gücümüz yettiğince.
Bu geceye mahsus bir ibadet yoktur. Yalnız Peygamber Efendimiz’in (asm), pek çok ruhanî hallere ve ikramlara kavuştuğu bu gecede Cenâb-ı Hakk’a şükür niyetiyle on iki rek’at namaz kıldığı rivayet edilir. Biz de böyle bir rahmet ve mağfiret gecesinde mümkün olduğu kadar kaza namazı kılalım, tevbe ve istiğfarda bulunalım, insanların ve nefsimizin ıslahı için duâ edelim ve Kur’ân okuyalım. Nitekim Kur’ân harflerinin ve ibadetlerin sevap ve feyizlerinin sünbüllenerek bize ikram edildiği günlerin içinde bulunmaktayız. İçinde bulunduğumuz günlerin ve gecelerin mümkün mertebe her dakikasında bu anlayışımız ve umudumuz eksik olmasın.
Regâib Kandiliniz mübarek olsun.
Dipnotlar:
1- R. Sâlihîn, 111
03.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Doğru söyleyen tarih konuşuyor (2) |
|
İLK ESER: HUTUVAT–I SİTTE
Mondros Mütarekesi'nin (30 Ekim 1918) imzalanmasıyla birlikte, Osmanlı Devletinin düşman kuvvetler karşısında hem mağlubiyeti, hem de teslimiyeti resmen tescil edilmiş oluyordu.
Bu fecî durum, Bediüzzaman Hazretlerini son derece müteellim ve müteessir ediyordu. Onun bu halini görüp soranlara ise, gelişmeleri ve âkıbeti hayra yoran şu hikmetli izâhat ile cevap veriyordu: "Ben kendi elemlerime tahammül ettim. Fakat, ehl–i İslâmın eleminden gelen teellümât beni ezdi. Alem–i İslâma indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim... Fakat bir ışık görüyorum ki, o (ışık) elemlerimi unutturacak, inşaallah." (Tarihçe–i Hayat, s: 123.)
Limni Adasının Mondros Limanı'nda imzalanan antlaşma maddelerinin ne anlama geldiğini çok iyi kavrayan Üstad Bediüzzaman, yakında başlayacak olan bir sinsi istilâ hareketine karşı takınılması gereken stratejik tavrı derhal belirler ve Hutûvât–ı Sitte isimli eserini yazmaya koyulur.
Gizlice basılıp dağıtılan bu eser, esasında işgalci kuvvetlerin bütün dessas propagandalarını kırarak plânlarını tarûmar eder. Bir bakıma, onların kendilerini halka, ulemâya, hükümet ve bürokrasiye kabul ettirme gayretlerini boşa çıkartır.
İşte, İstanbul'u hedef alan işgal kuvvetlerine bağlı harp gemilerinin tam da Çanakkale Boğazı'ndan girmeye çalıştığı esnada neşredilen bu kitap, aynı zamanda Millî Mücadele hareketi lehinde yayınlanmış olan "ilk eser" ünvanını kazanmış olur.
Evet, Eşref Edib'in gayretleriyle Sebilürreşâd matbaasında gizlice basılan ve yine gizlice dağıtılan bu eser, muhtemelen Kasım ayının daha ilk günlerinde neşredilmiş. Zira, bu kitabın yayınlanmasıyla ilgili olarak, Çanakkale'de yaşanan bir muharebeden söz ediliyor ki, bu şu demektir: Antlaşma gereği, işgal kuvvetlerine bağlı harp gemileri boğazdan geçiş yaparak İstanbul limanlarına gidecek ve ateşkes süresi boyunca genel asayişi sağlayacak; herhangi bir askerî müdahaleyi bastırmaya çalışacak...
İşte, sözde bu maksatla Çanakkale Boğazına yüklenen işgal gemileri, henüz teslim olmayan Osmanlı istihkâm birlikleri ile onlara destek veren Millî Mücadele milislerinin mukavemetiyle karşılaşır. Ne var ki, bu dehşetli istilâya o esnada güç yetirilemez ve gemiler boğazdan geçerek İstanbul'a doğru yol alır.
Hem bu acı ve fecî hadiseye işaret eden, hem de devamındaki gelişmelere ışık tutan Tarihçe–i Hayat isimli eserde yer alan ifadelerin bir kısmı şöyle: "(Bediüzzaman) Hutûvât–ı Sitte’yi neşrettiği zaman, Çanakkale’de muharebe oluyordu... İstanbul’un işgalini müteakip, İngiliz başkumandanına bu eser gösterilir ve Bediüzzaman’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbar kumandan, îdam kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istedi ise de; fakat, kendisine Bediüzzaman îdam edilirse bütün Şarkî Anadolu İngiliz’e ebediyen adavet edeceği ve aşîretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine, birşey yapamaz." (Age. s. 128)
İstanbul’a giren İngiliz yönetimindeki işgal kuvvetleri, çevirdikleri plân ve desîselerle, şeyhüislâm dahil bir kısım ulema ve medrese hocalarını bile lehlerine çevirmeye çalışır. Tâ ki, burada tutunabilsin ve işgali daimî hale getirebilsin.
Onların hesabına göre, İstanbul'u ele geçirmeleri halinde, Anadolu da dize gelecek ve ülke bütünüyle işgal edilebilecekti.
İşte, bu dehşetli plânı bozanların başında Üstad Bediüzzaman'ın geldiğini görmekteyiz. Zira, yapmış olduğu ilmî/fikrî çalışma ile, işgalcilerin İstanbul'da tutunacak bir taban bulmasını engellemiş, hatta onlara karşı şiddetli bir nefret ve husumet dalgasının uyanmasına sebebiyet vermiştir.
Bu, hiç silâh kullanmadan ve tek bir mermi dahi atmadan işgale karşı yapılan yeni bir mücadele tarzıydı. Zaman geçtikçe, yerleşik alanda sürdürülen bu mücadele metodunun ne kadar haklı ve isabetli olduğu daha iyi anlaşılır hale geldi.
Keşke, bugün Irak'ta da—intiharlı ölüm yerine—Bediüzzaman'ın İstanbul'da yaptığı tarzda bir mücadele metodu uygulanabilse.
Evet, silâhlı mücadele cephede ve sınır hattında yapılır. Sivil yerleşim sahasında ise, fiilden ziyade fikir mücadelesi geçerli. Ki, Üstad Bediüzzaman da bunu yapmış: Kafkas Cephesinde silâhla vuruşurken, işgal altındaki İstanbul'da ise kitapla vuruşma metodunu benimsemiş.
(Devamı var)
Tarihin yorumu = 3 Temmuz 1918
Talihsiz Sultan Reşad
Osmanlı padişahları arasında en bahtsız ve talihsiz olanların başında gelen Sultan Reşad, yakalandığı şeker hastalığından kurtulamayarak 74 yaşında vefat etti.
Onun büyük bahtsızlığı ve şansızlığı, 600 yıllık devletin içte ve dışta, üstelik hemen her kademede yıkılışa doğru gittiğine yakînen şahit olmasından kaynaklanıyor: Amcası Sultan Abdülaziz, onun gözleri önünde devrilip (1876) katledildi. Büyük kardeşi Sultan II. Abdülhamid'in tahta geçmesinin ardından, her ihtimale karşı kontrol altında tutularak bir nevi hapis hayatı yaşamak mecburiyetinde bırakıldı.
Bu çileli hayat, tam 33 yıl devam etti. 1909'da ağabeyi komitacılar tarafından devrildi ve kendisi tahta çıkarıldı. Komitacı İttihatçıların gölgesinde kaldı ve adeta onların kuklası durumuna düştü.
Tam bir zaaf ve acziyeti ifadesi olan bu vaziyet bir yana, 1911'den itibaren yaşanan zincirleme savaşlara şahit oldu: Trablusgarp (Libya) Savaşı, Ege'de İtalyan Harbi, Birinci ve İkinci Balkan Harbi, son olarak da Birinci Dünya Harbi, hep onun devr–i saltanatında vukua geldi. Üstelik, bu harplerin tamamı büyük kayıp ve mağlubiyetlerle neticelendi.
Devletin ve milletin içine sürüklenmiş olduğu bu fecî vaziyet, ona ağır geliyor ve onu mânen yıpratıyordu.
Hemen bütün cephelerde ağır mağlubiyetlerin yaşandığı Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, yakalanmış oldu şeker hastalığı iyiden iyiye ilerlemeye başlayan Sultan Mehmed Reşat, 3 Temmuz 1918'de vefat etti. Yerine ise, başka türlü talihsizliklere şahitlik edecek olan Sultan Vahdeddin getirildi.
03.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Dördüncü devre’nin başlangıcı mı? |
|
Önceki gün gerçekleştirilen operasyonda, kanunen değilse de ‘fiilî olarak dokunulmaz’ olan bazı emekli orgenerallerin de gözaltına alınmış olması farklı şekillerde değerlendiriliyor. Umumî kanaat, bu gözaltıların bir ‘ilk’ olduğu noktasında birleşiyor.
Türkiye bu seviyede rütbelilerin gözaltına alındığına daha önce şahit olmadığı için, hadiseyi çözmeye çalışıyor. Medya mensupları da, el yordamıyla da olsa soruşturmanın hangi noktalara ulaşacağını tesbit etmeye çalışıyor. Bazı gazeteler, gözaltına alınan kişilerden sonra sıranın adı açıklanmayan ‘bir numara’ya gelmiş olabileceğinden bahsediyor. (Yeni Şafak, 2 Temmuz 2008)
Tabiî ki kimin ‘bir numara’ olduğunu bilmemize imkân yok. Ancak hadise bu noktalara geldiğine göre bundan sonraki süreçte; her kim ise ‘bir numara’nın da yoklanmasının mümkün olacağı akla geliyor.
Operasyonu farklı değerlendirenlerden biri de Ahmet Altan oldu. Altan yazısında şöyle demiş:
“Tarihimizde ilk kez emekli bir kuvvet komutanıyla, bir ordu komutanı askerî lojmanlardaki evlerinde gözaltına alındılar. Bu operasyon, Türkiye’nin değişiminin birinci bölümünün finali bence. Bundan sonra yeni bir dönem başlayacak. Devlet, yeni toplumsal yapıya göre şekillenecek, iktidar bu yapıya uygun bir biçimde el değiştirecek, dünyayla ilişkiler daha normale oturacak. (...) Sarsıntılar, çekişmeler belki hemen bitmez. Ama artık yeni bir Türkiye’ye hazırlanın. Tarihimizde ilk kez rastladığımız bu operasyon, tarihimizin bir döneminin de sona erdiğinin işareti. Ve, bu hayırlı bir işaret.” (Taraf, 2 Temmuz 2008)
Böyle hadiseleri ‘futbol maçı’ mantığıyla değerlendirmek doğru değil; ama içten içe bir mücadelenin yaşandığı da ortada. Bu mücadeleyi ‘iyi’ ile ‘kötü’nün, ya da ‘milletin dediği olsun’ diyenlerle; ‘millete rağmen işler yapılsın’ diyenlerin mücadelesi olarak da görebiliriz. Yaşanan hadiselere bu ‘pencere’den bakacak olursak, bugünkü durumu—futbol maçı kurallarına göre—”dördüncü devre”nin en azından başlangıcı olarak kabul edebiliriz.
Hemen ifade edelim: Velev ki bugünkü durum, “uzatmaların oynandığı dördüncü devre” olmasın, bir gün mutlaka bu ‘devre’ oynanacak. Çünkü gelişen dünya şartlarında Türkiye’nin daha demokrat, daha hür ve daha müreffeh, ekonomik anlamda kalkınmış olması hakkıdır. Aksini beklemek, suların tersine akacağı günü beklemek anlamına gelir. Nasıl ki sular tersine akamaz, Türkiye de; demokrasi, insan hakları ve hürriyetler anlamında daha kötüye gidemez.
Türkiye’nin kanun önünde, ihtilâlcilerle bir an önce hesaplaşması gerektiği uzun yıllardan beri dile getirilen bir ihtiyaç. Bu yönde adımların atılması gecikmezse, kazanan millet ve ülkemiz olur. Eğer ilk işaretleri görülen bu adımlar atılmazsa, kaybeden de millet olur.
Ülkemizin daha fazla hür ve daha fazla demokrat olmasında her ferdin maddî ve mânevî menfaati vardır...
03.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet ARICAN |
Bağ-Kur’a fazladan ödenen paralar geri alınabilir mi? |
|
Bağ-Kur’lu olan herkesin Bağ-Kur’a yanlışlıkla veya bilerek fazladan para yatırıp da yatırdığı bu paraları geri almak istediği olmuştur. Bu başlıktaki yazımızdan amacımız bu konuda mağduriyet yaşayan okuyucularımıza yardımcı olmaktır. Bağ-Kur’a fazladan yatırılan primlerin geri alınabilmesinin şartlarını açıklarken konuyu iki açıdan ele almakta yarar vardır. Bunlardan birincisi; Bağ-Kur sigortalılığı sona erenler, ikincisi ise, Bağ-Kur’daki sigortalılığı sona ermeyip devam edenlerdir. Bağ-Kur’daki sigortalılığı, vergi mükellefiyeti, tarımsal faaliyeti ya da şirket ortaklığı kapandığı için sona eren kişiler, Bağ-Kur sigortalılıklarından dolayı yatırdıkları ve Bağ-Kur hesap ekstralarında fazladan yatırılan prim olarak görülen paraları yazılı dilekçe ile Bağ-Kur’a başvurup istedikleri zaman geri alabilirler. Bunun için herhangi bir alt limit yoktur.
İkincisi ise, gerek zorunlu Bağ-Kur sigortalıları gerekse Bağ-Kur isteğe bağlı sigortalılarından sigortalılıkları devam edenler, eğer Bağ-Kur’a fazladan prim yatırmışlarsa, söz konusu yatırdıkları primlerin tutarları 12. basamağın 6 aylık prim tutarından daha fazla ise, fazladan oluşan bu miktarları yazılı talepleri halinde Bağ-Kur’dan geri alabilmektedirler. Ancak fazladan yatırdıklarını belirttikleri prim miktarları 12. basamağın 6 aylık prim tutarından daha az ise, bunları geri alma imkânları yoktur. Günümüz itibariyle 12. basamağın 6 aylık prim tutarı, 1479 sayılı esnaf Bağ-Kur kanunu kapsamındaki zorunlu sigortalılar için ortalama 1.710,00 YTL, 2926 sayılı Kanun kapsamında tarım Bağ-Kur sigortalısı olanlar için ortalama 966,00 YTL ve isteğe bağlı sigortalılar için ortalama 852,00 YTL’dir.
Özetle, Bağ-Kur esnaf sigortalısı olan bir kişinin Bağ-Kur’a fazladan ya da yanlışlıkla yatırdığı para 1.710,00 YTL’den fazlaysa, Bağ-Kur tarım sigortalısının Bağ-Kur’a fazladan ya da yanlışlıkla yatırdığı para 966,00 YTL’den fazlaysa, Bağ-Kur isteğe bağlı sigortalısının ise Bağ-Kur’a fazladan ya da yanlışlıkla yatırdığı para 852,00 YTL’den fazlaysa, fazladan Bağ-Kur’a ödenilen paralar yazılı talep halinde Bağ-Kur’dan geri alınabilmektedir.
Usta öğreticilere ay içinde çalışamadıkları günleri tamamlama imkânı geldi
Ülkemizde neredeyse herkesi yakından ilgilendiren 5510 Sayılı Sosyal Güvenlik Reform Yasası, birçok insanımızın sosyal güvenlik hak ve ödevlerinde köklü değişiklikler ve yenilikler yapmıştır. 5510 sayılı yasa, 1 Ekim 2008 tarihinde tüm maddeleriyle birlikte tam olarak yürürlüğe girerse, sosyal güvenlik ve iş hayatımızda yaptığı değişiklikleri daha fazla hissedeceğiz. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun getirdiği en önemli yenilik ve değişikliklerden birisi de halı, kilim, biçki, dikiş ve nakış kursu gibi kurslarda usta öğretici olarak çalışan kişilerin sosyal güvenlik haklarını genişletmesi ve bu kişilere bir anlamda tam bir sosyal güvenlik hakkı vermesi konusunda olmuştur.
Çünkü bilindiği üzere hali hazırda geçerli olan 506 sayılı SSK kanununa göre, üstte belirttiğimiz kurslarda çalışan usta öğreticiler bir ay içinde 30 günden çok daha az sürelerle sigortalı olabilmektedirler. Yani genellikle usta öğretici olarak çalışan kişilerin bir ay içinde prim ödeme gün sayıları eksik kalmakta ve emekliliklerinde prim ödeme gün sayıları eksik kaldığından dolayı emekliliğe hak kazanamamaktaydılar.
İşte usta öğreticilerin yaşadıkları bahse konu eksik prim ödeme gün sayılarındaki mağduriyetleri 5510 sayılı Sosyal Güvenlik Reform yasasıyla giderildi. Çünkü 5510 sayılı kanunla birlikte usta öğreticilerin ay içinde eksik kalan veya işverenleri tarafından eksik yatırılan günleri isteğe bağlı sigortalı olarak ve yarı yarıya indirimli prim ödenilerek tamamlanabilecek. Ancak burada bir noktaya dikkat edilmesi gerekmektedir. 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasası 1 Ekim 2008 tarihinde yürürlüğe gireceği için, usta öğreticiler 1 Ekim 2008 tarihinden önce ay içinde eksik kalan günlerini isteğe bağlı sigortalı olup tamamlayamayacaklardır. 5510 sayılı Kanunla getirilen bu hak ve fırsattan ancak 1 Ekim 2008’den sonra usta öğretici olarak çalışıp da, ay içinde günleri eksik kalan kişiler yararlanabileceklerdir.
NOT:
Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı ve Sosyal Güvenlik Reformu ile getirilen haklarınızdan haberdar olmak ve buralardaki sorunlarınıza çözüm bulmak için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz. E-posta: [email protected]
Faks: 0212 515 67 62
03.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Ali Bulaç’ın analizinin analizi |
|
Ben de birçokları gibi Ali Bulaç’ın Sabah gazetesinden Ecevit Kılıç’a konuşmasını okuyunca neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Yadırgadım ve birçok cihetle hayret ettim. Bir fikir adamının tevriye yaptığını ve fikirlerini, sosyolojik analizlerle ambalajlayarak sunduğunu veya kaçamak bir şekilde ifade ettiğini gördüm. Sanki söylemek istediklerini sosyolojik analizlerin arkasına sığınarak söylemek istiyor gibi bir hava sezdim.
Yanılmadığımı umarım. En azından bana öyle geldi. Son sıralarda kimileri Fethullah Hoca ile Ayetullah Humeyni arasında bir benzerlik ve köprü kurmaya çalışırken, kimileri de Gülen-Erdoğan tezadı inşa etmeye çalışıyor. İkisi arasına rekabetten söz ediliyor hatta birisinin diğerini tasfiyeye niyetli olduğu yorumları yapılıyor. Halbuki, mutlak olmasa bile bir tezattan bahsedilecekse Gülen ile Humeyni arasında bir tezattan ve bir tenasüpten bahsedilecekse Gülen ile Erdoğan arasında bir tenasüp veya uyumdan söz edilebilir. Bununla birlikte, konjonktürel nedenlerle Erdoğan’ın Gülen’in dönmesine sıcak bakmaması, aralarında bir tezat olduğunu da göstermez. Bu ortamda Hocaefendi’nin dönüşünün en azından mevcut hükümetin işini zorlaştırabileceği söylenebilir. Sanki Ali Bulaç’ın analizi, Gülen ile Erdoğan arasında bir rekabet veya en azından bir tezat varmış havasını güçlendiren bir yaklaşımı içeriyor.
Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma ihtimaline karşı yargının Fethullah Gülen Hocaefendi’yi beraat ettirmesinin tepkileri azaltacağını ve yargıya güveni arttıracağını söylemiştir. Burada ‘Hangi yargıya?’ diye sormak iktiza eder. Zira, Ergenekon operasyonunu sürdüren savcı hakkında kimi CHP’liler (Mustafa Özyürek gibi) ‘eşkıya’ tabirini kullanmaktadır. Yargı ancak yandaş bir işlev icra ettiğinde taraflar nezdinde veya onların nazarında meşruiyet kazanabilmektedir. Dolayısıyla bu bölünmenin eşliğinde yargının Hocaefendi hadisesinde ancak subjektif olarak saygınlık kazanabileceği söylenebilir. Ama objektif şatlarda bunu söylememizin imkânı yok.
CHP’ye göre, AKP’yi kapatacak olan yargı kutsaldır ve saygındır, ama Ergenekon operasyonunu yürüten savcı ya eşkiyadır ya da Erdoğan’ın iradesine ram olmuş ve şahsî hesaplaşmasına alet olmuştur.
***
Meseleyi derinlemesine analiz edebilmek için Ali Bulaç’ın Hocaefendi ve çevresiyle ilişkilerine bakmak lâzım. İkinci kademede de bakılması gereken nokta yine Ali Bulaç’ın Erdoğan’la önceki dönemlerden kalma ilişkisi. Ancak bu zeminden mezkur analiz daha iyi analiz edilebilir.
İstanbul Belediye Başkanı iken Erdoğan’ın konuşma metinlerini yazanlardan birisi de Ali Bulaç idi. En azından bu hususta katkıları vardı. Ama zamanla nedense Turan Çömez gibi, tarafların yolları ayrıldı. Bunda bir taraf hatalı olabileceği gibi iki taraf da hatalı olabilir. En azından 10 yıldan beridir de Ali Bulaç, Hocaefendi’ye yakın çevrelerin yörüngesinde veya feleğinde deveran etmektedir.
Görünür yönüyle Tayyip Bey feleğinden başka bir feleğin yörüngesine oturmuştur. Bununla birlikte, Hocaefendi’nin beraatinden sonra onun sözcüsü gibi sivrilmesi hakikaten de birçok çevrede şaşkınlık meydana getirdi. Hüseyin Gülerce bu defa nedense geç kalmış, ama sonra istidrakle durumu toparlamaya çalışmıştır. Bu manipülatif bir sözcülük müydü? Bu hususta Ahmet Taşgetiren’le birlikte aynı gün Ergun Babahan da şöyle yazacaktı: “Ali Bulaç’a gelince. Fethullah Gülen cemaati adına konuşmaya ne kadar ehil, ne kadar yetkili bilmiyorum. Ama düşünce tarzının yanlış olduğunu artık biliyorum. Parti kapatılması olayına cemaat ilişkileri açısından bakmanın yanlışlığı bu olayda apaçık ortada. Anayasa Mahkemesi önündeki bir olaya ‘Hocaefendi ceza almadı. AK Parti kapatılsa bile tepki almaz’ demek, demokratik bir tutum değildir. Bu kamuoyunda çok yanlış anlamalara yol açabilecek talihsiz bir değerlendirmedir ve hukuk açısından kabul edilemeyecek bir yaklaşımdır…”
Ali Bulaç’ın sözcülüğüne gelecek olursak; bu noktada bir boşluğun olduğu açık. Bununla birlikte, Bulaç’ın sözcülüğü de hepten temelsiz değildir. Son yıllarda hocaefendi hakkında sosyolojik analiz yapan ve bunu kitaplaştıran ender simalardan birisidir. Ahmet Taşgetiren, kastetmemiş olsa bile Ali Bulaç’ın sözlerinden dolaylı olarak AKP’nin kapatılmasını onaylamak veya cesaretlendirmek anlamı çıkarılabileceğini ifade etmektedir.
Ali Bulaç’ın gayri maksut benzeri sabık katkılarından birisi de ya Refah ya da Fazilet partilerinden birisinin kapatılması sürecinde yazılarının yargı tarafından delil olarak alınması ve iddianamede ibraz edilmesidir. Daha doğrusu Bulaç’ın Bernard Lewis’in ‘İslâmın Siyasi Dili’ adlı kitabından yaptığı bir alıntı ve iktibas kapatma dâvâsına gerekçe yapılmıştır. Elbette bunda Ali Bulaç’ın bir dahli ve kastı yoktur. Ama sonuçta kaderin bir cilvesidir. El Cezire’nin ifadesiyle ‘kapatılmış partiler mezarlığı’ olan Türkiye’de kapatmalara sosyolojik analizlerin de böyle mütevazi katkıları olabiliyor. Burada yargıyı kutlamak seçmece bir yaklaşımdır ve cüzi adaletle külli adaleti vurmak ve gölgelemektir.
Sonuç olarak pragmatik ve pratik beraberliklerin böyle umulmayan ve beklenmeyen sonuçları alabiliyor.
Gerçek beraberlik odur ki, yakınında olduğunda ikaz etsin, uzak düştüğünde de hukukunu korusun. Bu kalıba girmeyen ilişkiler dinî görüntü altında bile olsa pragmatik ilişkilerdir.
Samimi ilişki türüne tahammül edemeyenler eninde sonunda ötekisinin ceremesini çekerler veya sonuçlarına katlanırlar. Velev bade hin.
Hepsinin bir bedeli var.
03.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Mübarek aylar hoşgeldiniz! |
|
Bugün nadir rastlanan ilginç bir durumla karşı karşıyayız; şöyle ki:
Üç ayların ilk Cuma gecesi olması hasebiyle bu gece Regaib Gecesi; yarın ise 1 Receb ve üç ayların ilk günü. İlginç olduğu kadar güzel olan da şu: Sanki Regaib Kandili üç aylardan önce teşrif etti. Önce “kandil” dedik; sonra “üç aylar”…
Evet efendim, “üç aylar” dediğimiz, altın silsilenin ilk günü yarın; bugün ise, kandil gecesi.
Bilindiği gibi Hicri-Kameri takvimin 7., 8., ve 9. ayları olan Receb, Şaban ve Ramazan aylarına grup halinde “üç aylar” diyoruz.
İşte, bugün Regaib Kandili ile startını verdiğimiz üç ayların ilki olan Receb ayına yarın girmiş olacağız.
Bu yüzden sevinçliyiz ve diyoruz ki:
Hoş geldiniz mübarek üç aylar! Sefalar getirdiniz. Her zamankinden fazla huzur ve sükûna muhtaç olan dünya sizin gelişinizle huzura kavuşur, inşallah.
Zalimlerin zulmü altında inim inim inleyen mazlumlar gelişinizle rahat bir nefes alır, inşallah… Milletimiz ve tüm insanlık barış ve esenliğe ulaşır, sizin teşrifinizle…
Sizin gelişiniz, küskün ve dargınların barışmasına vesile olur. Sizin gelişinizle fakirler hatırlanır ve toplumsal kaynaşma sağlanır, inşallah…
Yeryüzünde artık Kur’ân-ı Kerim daha çok okunacak, hatim ve mukabelelerin sayısı artacak; belki de bu sayede Kutsal Kitabımız daha fazla anlaşılıp yaşanacak ve dünya bir huzur gezegenine dönüşecek.
Receb ayının 27. gecesinde yaşayacağımız Mi’rac, insanlığın yüce değerlerle buluşmasını netice verecek ve Şaban’ın 15. gecesinde hep beraber Berat’ı hak ederek temiz ve pak bir şekilde Ramazan ayını karşılarız inşaallah…
Evet efendim, güzelliklerle dolu ve güzelliklere gebe güzel mevsim başlıyor. İnsanlığın özlediği güzel ve temiz aylar başlıyor. Müslümanların her zamankinden fazla Mukaddes Kitabına yöneldiği Kur’ân ayları başlıyor. Kur’ân’ın daha çok okunduğu ve anlaşıldığı hatim ve mukabele günleri başlıyor. Halkımızın birbirini kucakladığı dayanışma saatleri başlıyor. Tövbe ve istiğfarların dergâh-ı İlâhî’de yankılandığı ve kabul gördüğü kurtuluş mevsimi başlıyor.
Birbirine bağrını ve gönlünü açan mü’minlerin merhamete gark olduğu bereket günleri başlıyor. Birbirine merhamet eden inananların İlâhî rahmetten nasiplendiği rahmet günleri başlıyor.
İlâhî dergâha ellerin bolca açılacağı ve inşaallah geri çevrilmeyeceği dua günleri başlıyor. Büyüklerimizin ve irşad vazifelilerimizin bülbüller gibi şakıyacağı ve bizlere doğru ölçüler doğrultusunda yol göstereceği nasihat günleri başlıyor.
İnanan insanların yakarış ve yalvarışlarının kabulü sonucu ulaşacakları huzur ve esenlik dolu günler başlıyor. Her inananın otokontrolünü yoğunlaştırdığı muhasebe ve tefekkür günleri başlıyor. Mükellefiyetlerini her an bilen ancak bazen biraz daha yoğunlaşma ihtiyacı hisseden inanalar için zekât, sadaka ve hayır günleri başlıyor.
Evet, ey mübarek aylar, hoş geldiniz, sefalar getirdiniz… Biz, nasıl bir mevsime girdiğimizin farkındayız, elbette… Günlerdir sizi bekliyorduk… Siz geleceksiniz diye gözlerimiz yollarda kaldı.
Muharrem ayının girişi bizi biraz ümitlendirdi. Safer ayını uğurladıktan sonra Rebiulevvel ayının 12. gecesinde mübarek Mevlit Kandiliyle nurlandık ve bu vesileyle doyasıya bir Kutlu Doğum iklimi teneffüs ettik. Rebiulahirden sonra iki Cemaziyeyi de geçirdik ve artık sizinleyiz…
Rabbimizden niyazımız o ki, sizden iyi nasiplenelim, heybemiz boş geçmesin, duâlarımız geri dönmesin, amellerimiz bizi mahcup etmesin; güzel sözlere kulak verelim ve sizden faydalanalım.
Üç ayların, bütün insanlığa huzur getirmesi duâsıyla Regaib geceniz mübarek olsun.
03.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|