|
|
Sami CEBECİ |
İslâm’ın sembolleri |
|
Devletleri ve milletleri tanımlayan en önemli sembol bayraklar olduğu gibi, bir ülkenin Müslüman olduğunu gösteren semboller de vardır. İslâm literatüründe buna şeâir-i İslâmiye adı verilir.
Camiler, minareler, ezanlar, mezar taşları, Cuma ve bayram namazları, Ramazan orucu, yağmur namazı ve duâsı, Kelime-i Şehâdet, selâm ve besmele gibi alâmetler İslâm’ın sembolleridir. O memleketin, Müslüman bir ülke olduğunu gösterir.
“Sünnet-i seniyyenin içinde en mühimi, İslâm alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir” tesbitini yapan Bediüzzaman, o sünnetlerin umuma ait bir hukuk olarak, cemiyete ait bir ubudiyet olduğunu belirtir. Ve “Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifâde ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur” ikazını yaparak, şeâirde sorumluluğun bütün cemiyete ait olduğunu ifâde eder.
İslâmî semboller içinde en dikkat çekeni şüphesiz ezandır. Ezan, bayrak gibidir. Aslı gibi okunması zarurîdir. Hangi ülkede okunsa, Müslümanları camiye ve namaza dâvet ettiği anlaşılır. Hacca giden Türk hacılarının “Araplar ezanı Türkçe okuyorlar” nüktesi, Arapça okunan ezanın, İslâm milletinin ortak bir sembolü olduğuna güzel bir örnektir. Türkçe okutulması hususundaki ısrarın ne kadar anlamsız ve iyi niyetten uzak olduğunu da gösterir. Hem ezanın tek maksadı, sadece Müslümanları camiye davet değil, o şehir ahalisi nâmına tevhid-İlâhîyi kâinata ilân etmektir. Dünya kendi etrafında dönerken her an ezan okunmakta ve namaza durulmaktadır. Ezansız ve namazsız bir an bulunmamaktadır. Ezandan rahatsız olmak, şeytana arkadaş olmaktır.
Allah’ın farz emri olarak hanımların örtüleri olan tesettür de, şeâirden ve İslâmın sembollerindendir. Tesettür, Allah’ı, âhireti, peygamberi ve İslâmî değerleri hatırlatır. Tesettür bir üniforma gibidir. Ona has vakarın korunması gereklidir. Nasıl askerî üniforma giymiş birisinin çöp poşeti taşıması, şemsiye kullanması, düğmeleri açık dolaşması, o üniformanın ciddiyetiyle bağdaşmadığı için yasaksa; tesettürlü bir bayanın da şarkıcılara eşlik etmesi, alenen dans etmesi ve her türlü hafif meşrep hareketlere tevessül etmesi de tesettürün ciddiyetiyle telif edilemez. İslâmın asâlet ve ciddiyetine zarar vermeye kimsenin hakkı yoktur. Bu vebali kimse taşıyamaz. Şuursuz hareketler, şuurlu düşmana yardım etmek anlamı taşır.
Bütün camiler ve minareler İslâm sembolü olduğu gibi, Ayasofya Camii de hem İslâm’ın, hem İstanbul fethinin sembolüdür. Ayasofya, kilise olarak yapılmış, fethe kadar mâbet vazifesi görmüştür. Fetihten sonra kiliseden camiye dönüştürülen bu mâbet, tam 481 yıl cami olarak kullanılmıştır. 1934 yılında bir bakanlar kurulu kararıyla müze haline getirilmiş, mâbet olmaktan çıkarılmıştır. Bin seneden fazla ibâdethane olarak kullanılan bu mekânın mâhzun hâli devam etmektedir. Halbuki Fatih, vakfiyesinde “Dünya durdukça benim bu camim kalacak. Onu camilikten çıkaranlara, Allah’ın, meleklerin ve bütün sâlih kulların lâneti üzerine olsun” diyerek bedduâ ettiği bilinmektedir. İnşallah Ezan-ı Muhammedî’nin (asm) aslıyla okunmasına vesile olan irâde, yakın bir gelecekte Ayasofya’nın da yeniden açılmasına ve cami olarak kullanılmasına vesile olacaktır. Bu husustaki ümidimiz tamdır.
Âhirzaman müceddidinin en önemli vazifelerinden biri de şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmektir. Risâle-i Nur ve talebeleri bu misyonun hizmetkârlarıdırlar. Bu mânâyı, Üstad, şöyle izah eder: “Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribâtı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarük ve teraküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkâr-ı ammeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’ân’ın icazıyla ve geniş yaralarını Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.”
Asya-Nur Kültür Merkezinde Ahmet Özdemir’in sunduğu ve kısa bir özetini vermeye çalıştığımız bu seminer, gerçekten çok önemli mesajlar ihtivâ ediyordu.
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Bir düşman aramak |
|
Başkan George W. Bush’un ve çiçeği burnunda aday Mc Cain’in liderliğini yaptığı Amerikan Cumhuriyetçi Parti’nin siyasî zeminini teşkil eden Birleşik Devletler’in muhafazakâr siyasî güçleri, özellikle son zamanlarda, İslâmı negatif bir anlayışla yansıtma çabası içindeler. İslâmofaşist ve radikal İslâm gibi etiketleri sıkça kullanarak ve bunlara karşı “ılımlı İslâm” gibi tezler üreterek, Müslümanları parçalamak istemektedirler. Gerçekten de, Bush yönetiminin ve zihniyetinin sığlığı bu türden basit etiketleri bolca kullanmaları ile daha bir açığa çıkmaktadır. Onlar İslâmı parçalanmış ve ayrılmış göstermek istiyorlar. Batılı siyaset stratejistlerinin bu bayağı yaklaşım ve faaliyetleri, onların Müslümanların derin ve köklü yapılarını ve İslâmiyet’e olan inanç ve sevgilerini çözümlemekten ne denli aciz olduklarını göstermektedir.
Bu konuyu gündeme getirmek istedim, çünkü şu açık ki; Bush yönetimi, İslâm’ın sadece İslâm olduğunu anlamakta güçlük çekiyor. Kendilerinin ve onlara tabi olanların uydurdukları bu etiketlerin ise gerçekten hiçbir anlam ve karşılığı yoktur; ancak ve ancak ‘bölmek ve fethetmek’ amacıyla kullanılabilir.
Müslümanlar’ın, Bush’un bu tutumundan dolayı pek bir şaşkınlığa uğradığı söylenemez, çünkü zaman içinde defalarca anlaşıldı ki; Bush yönetiminin İslâm’a olan saygısı olsa olsa yüzeysel ve üstünkörü bir yaklaşımdan ibarettir.
Allah’ın her günü, Amerikan radyo ve televizyonlarının en ultra-konservatif yayıncıları, sözgelimi Rush Limbaugh ve Michael Savage gibiler, sözde ‘İslâmofaşistler ve radikal İslâm’ konularını anlatıp duruyorlar. Eğitimsiz ve kültürsüz kişilerin kalplerinde korkuya sebep olmanın yanı sıra, en açık amaçları, Müslümanları dünyanın geri kalanından soyutlaştırmak ve İslâm ümmeti bilincini zayıflatmaktır.
Tarih gösteriyor ki böyle taktikler geçmişte de denenmişti. İspanyol fatihleri, Azteklerin Meksika’daki topraklarını ele geçirirken, Mezoamerika yerlilerini de bu şekilde bölmüşlerdi. İspanyollar Aztek milletini, Mezoamerikan toplumunu oluşturan kabileler arasındaki farklılıkları göz önüne çıkararak ve bunları empoze ederek yok etmeyi becerdi.
“Böl ve fethet” yöntemi bu tür imparatorlukların liderleri tarafından, tabiî kaynakların zengin ve münbit olduğu bölgeleri kontrol altına almak adına kullanılmış bir yöntemdir.
Bush yönetiminin son dönem siyasetleri ise Haçlıların yahut Roma İmparatorluğu’nun politikalarından farklı değildir.
O, dünyanın zenginliğini ele geçirmek için ve bu zenginliği kendi siyasî kontrolü altında tutmak amacıyla mücadele etmektedir.
Başarı için, gerçek yahut muhayyel (imajiner) ‘düşmanlar’ üretilmeli, ‘korku’ ise en yüksek derecede hükmetmelidir. İşte Bush da yeni bir tehdit arayışıyla İslâm’a yönelmiştir.
Amerika’nın aşırı sağcı siyasî güçleri İslâmiyeti her türlü kötülüğün kaynağı olarak göstermekten oldukça hoşnutlar, çünkü İslâmiyetin, bu çağda global ekonomik ilerlemenin aldatıcı görüntüsü altında büyüdükçe büyüyen yağmacı piyasa pratiklerine karşı bir tehdit olduğuna inanıyorlar. Piyasanın haydut çeteleri, kendi açgözlü hırsları karşısında İslâmı bir engel olarak görüyorlar, çünkü İslâmın her türlü sömürü düzenine ve insaniyetin yok edilmesine karşı olduğunu biliyorlar. Bu, yoldan çıkmış adamlar, İslâm’ın her zaman doğruluğa ışık tuttuğunu ve onların küresel yağmacı kapitalist anlayışlarının karşısında durduğunu biliyorlar.
Şunu da gözden kaçırmamak lâzım ki; fakir ve gelişmekte olan İslâm toplumları eğer yağmacı serbest piyasa pratiklerinin negatif etkilerine karşı koyamaz iseler, büyük bir ıztırap çekeceklerdir. Bediüzzaman’a göre, İslâm medeniyeti başka bir medeniyete ihtiyaç duymamaktadır. İslâm noksandan müberradır. Ancak İslâm medeniyeti bağımsız olmalıdır. Bağımsızlığını da İslâmî karakterini koruduğu müddetçe muhafaza edecektir. İslâmın pratiklerini yaşamaya çalışan Müslümanlar olarak üzerimize yapıştırılan bütün bu etiketleri yırtıp atmakla mükellefiz.
TERCÜME: UMUT YAVUZ
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennetin anahtarını elde etme |
|
Bir melik memleketinde harika bir saray yaptırıp nefis yiyecek ve içeceklerle dolu bir ziyafet sofrası hazırlattırıyor. Sonra da bir elçi gönderip halkı ziyafete davet ediyor. Bazıları bu ziyafete canla başla koşarken, bazıları da ilgisiz kalıyor.
İşte o melik Allah, memleket İslâm, saray Cennet, Resûl-i Ekrem de (asm) elçidir. Kim davete icabet ederse İslâma, İslâma giren de Cennete girer. Ve kim de Cennete girerse gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nimetlere kavuşur.1
Hiçbir şeyin kıtlığı ve yokluğunun çekilmediği, her istenilene anında kavuşulan, sonsuza dek, genç ve dinç bir şekilde yaşanılacak olan böyle bir Cenneti insan hiç istemez mi? Böylesi bir davete zevkle, şevkle koşmaz mı?
Cenneti isteyen ve Resûl-i Ekrem’in (asm) davetine icabet eden tabiî ki Cennete götüren yoldan gider ve o yolda aşk ve şevkle ilerler, hiçbir şey onu bu yoldan saptıramaz.
Cennetin anahtarı imandır. Hem de güçlü, taklitten kurtulmuş tahkikî bir iman. Taklidî iman açıkta yanan bir mum misâli en küçük bir tereddüt karşısında sarsılabilirken, tahkikî iman dağlar gibi şüpheler karşısında bile dimdik ayakta kalır.
Cennete girmek için imandan sonra salih amelin gerekliliği açıktır. Çünkü salih amelle iman koruma altına alınır, kuvvetli hâle getirilir. Âyet-i kerîmelerde de iman edenlerin hemen arkasından salih amel işleyenlerin zikredilmesi kurtuluşa ermenin, Cennete girmenin yolunun bunlar olduğunu göstermez mi?
Bazıları hiçbir delile dayanmaksızın “İman yeterli, salih amel olmasa da olur” der gibi bir havaya, tutuma girerler. Bu temelsiz, dayanaksız anlayışa Vehb b. Münebbih şöyle cevap verir: “Lâ ilâhe illallah Cennet kapısının anahtarıdır. Kapı dişsiz anahtarla açılmaz. Binaenaleyh îmân anahtarın gövdesi iman ise, salih ameller onun dişleridir.”2
Bir de “Men talebe ve cedde vecede” (Kim bir şeyi can ü gönülden isterse o şeye kavuşur) kaidesi gereğince Cennet iştiyakı içerisinde olan ona erer. O takdirde Cennet bile ona duâcı olur. Kâinatın Efendisi (asm) buyururlar ki: “Kim üç defa Allah’tan Cenneti isterse, Cennet, ‘Allah’ım! Onu Cennete koy’ diye kendisine duâ eder.”3 Hatta Cennet, içerisine girme arzu ve gayreti içerisinde olan kimselere şefaatçı olur.
Evet, Cennet müştaklarına Cennet, Cehennemden sakınanlara da Cehennem şefaat edecektir.
Burada Cennetin müşterilerini iştiyakla beklediğini de belirtelim. Böyle müşterilerden kim olmak istemez?
Dipnotlar:
1- İbni Kesir, en-Nihaye, 2:318.
2- A.g.e., 2:267.
3- Kurtubî, Tezkire, 2:509.
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Diş tedavileri üzerine |
|
Afyon’dan Mehmet Kenar: “Diş dolguları ve kaplamalar caiz midir? Abdest ve gusle engel teşkil ederler mi? Bazı kimseler Malikilere ittibâen olabileceğini, ancak bu durumda da daha önce kılınan namazların kaza edilmesi gerektiği ya da Maliki mezhebine göre niyet edilmesi gerektiğini söylüyor. Bu ne demektir?”
Diş dolguları ve kaplama ile ilgili içtihatların temelinde Arfece b. Esad’ın (ra) rivayet ettiği bir hadis bulunmaktadır. Söz konusu hadiste Arfece (ra) diyor ki: “Cahiliye devrinde Külâb savaşında burnum kırıldı. Gümüş burun yaptırdım. Bilâhare bu kokunca Allah Resûlü (asm) altın burun yaptırmamı emretti.”1
Bu hadiste âlimler iki hususu tesbit ediyorlar:
1- Zaruret olunca altının tedavi amaçlı kullanılmasının caiz olduğu. 2- Hastalanan ve kesilen bir uzvun, meselâ çürük dişlerin muhtelif maddeler kullanılarak tedavisinin caiz olduğu.
Gusülde mazmaza ve istinşak, yani ağız ve burunu yıkamak Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre farz; Malikî ve Şafiî mezheplerine göre ise sünnet. Abdestte ise ağız ve burunu yıkamak sadece Hanbelî mezhebinde farz; diğer mezheplerde sünnet. Bu durumda dişlere yapılacak ve yapıştırılacak kaplama veya dolgu malzemesi, ağzı yıkamayı farz kabul edenlere göre problem teşkil etmekte; sünnet kabul edenlere göre problem teşkil etmemektedir. Çünkü ağzı yıkamayı farz kabul edenlere göre, dişin arasına sertçe ve su geçirmeyen bir madde kaçtığında, bu maddenin altına su geçmemiş ise gusül sahih olmaz. Ama sünnet kabul edenlere göre dişin arasına kaçan maddenin altına su temas etmemiş olsa bile gusül sahihtir; çünkü ağzı yıkamak farz değildir.
Burada; ‘Bir mesele bazı mezheplerde farz olduğu halde, neden diğer bazı mezheplerde sünnettir? Efendim hak bir değil midir,’ denmesin sakın! Evet, hak birdir; ama İslâmiyet’in içtihatlara kapısı açıktır. Allah dileseydi ağzı ve burnu bol su ile yıkamayı da âyetinin içinde zikreder ve bu mesele tartışmasız farz kılınmış olurdu. Zikretmemiş olması ümmet için “ihtilâf” rahmetini doğurmuş ve bu rahmet neticesinde, meselâ diş dolgusu ve kaplaması meselesinde daha rahat bir çözüme kavuşmuş bulunmaktayız.
Bu ihtilâfa neden işaret ediyorum? Müslümanların çözüm zenginliğini açık ve net olarak vurgulamak için. Yani diş tedavisi zarûretine binaen dolgu veya kaplama yaptıran bir Müslüman, hangi mezhepten olursa olsun; Malikî ve Şafiî mezhebinin içtihadından istifade edebilir. Böyle bir Müslüman’ın yaptığı guslün, Hanefî mezhebinde tartışmalı olsa bile, Malikî ve Şafiî mezheplerinde tartışmasız sahih oluşu kendisi için yeterlidir. Guslü sahihtir. Bunun için, ne mezhep değiştirmeye, ne namazları kaza etmeye, ne de o mezheplere göre niyet etmeye ihtiyaç yoktur. İbadet için niyet yapması yeterlidir.
Demek oluyor ki, diş tedavisi zaruretiyle Malikî ve Şafiî mezheplerinden istifade eden Hanefî bir Müslüman’ın, kendi mezhebinde kıldığı namazlar ve yaptığı ibadetler sahihtir. Mezhepler ihtilâf kaynağı değil; çözüm kaynağıdırlar. Mezheplerin ihtilâflı içtihatları bizim zenginliğimizdir.
Öte yandan, Hanefi mezhebinde de, tedavi amaçlı altından diş taktırmak yukarıdaki hadis-i şerif esas alınarak İmam-ı Muhammed’e göre caiz görülmüştür. Bu görüş İmam-ı Azam’ın hocasının hocası olan İbrahim en-Nehâî’ye de dayandırılmaktadır. Ayrıca bu mezhepte, parmak uçlarına ve tırnak altlarına yapışık olan şeyleri gidermenin güç olduğu durumlarda, ekmekçi ve boyacı gibi san'atkârların bu şekilde aldıkları abdest ve gusüllerinin sahih olduğuna hükmedilmiştir. Hanefî fukahâsından El-Kâsânî ve El-Kerhi de yerinden oynayan dişi altın ile bağlamayı caiz görmüşlerdir. İmam-ı Azam ise oynayıp düşecek olan dişi bağlamak için altına değilse bile, gümüşe cevaz vermiştir.2
Dişlerin kaplanması meselesi Bedîüzzaman Hazretlerine de sorulmuş; Bedîüzzaman, Şafiî olmasına rağmen, bu soruya, gusülde ağzı yıkamanın farz olduğuna hükmedenlere göre cevap vermiştir. Bedîüzzaman, diş meselesinin umûm’ül-belvâ olduğunu, yani ümmetin diş sağlığı ile ilgili umumî bir problemi olduğunu; güvenilir ve işinde uzman bir doktorun ihtiyaç göstermesi hâlinde yapılan kaplamanın veya dolgunun ağzın zahirinden çıkarak batını hükmüne geçtiğini; binaenaleyh, kaplama veya dolgu altının gusülde yıkanmamasının guslü iptal etmeyeceğini ve kaplamanın yıkanmasının, dişin yıkanması yerine geçeceğini bildirmiş; yaralar üzerindeki sargılar için verilen fetvayı da örnek göstererek “zarurî ihtiyaca binaen” kaydıyla diş kaplamayı ve dişe dolgu yaptırmayı caiz görmüştür.3
Dipnotlar:
1- Nesâî, Süslenme, 41. 2- F.Hindiyye, 12/60 3- Barla Lâhikası, s. 157
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Rahmet muslukları |
|
Lûgatımızda karamsarlığa yer yok. Ye'sin, ümitsizliğin semtinden geçmeyiz. Hayatın bin bir zahmet ve meşakkatine mâruz kalsak, yine de yılgınlığa, bezginliğe düşmeyiz. İlâhî rahmetten ümidimizi asla ve kat'a kesmeyiz, kesemeyiz.
İmanımız, itikadımız bunu gerektiriyor; "şevk–i mutlak" düstûrumuz da böyle olmamız gerektiğini ders veriyor.
Ancak, bütün bunlar mevcut sıkıntıları ve muhtemel daralmaları görmezden, duymazdan gelmemizi gerektirmiyor.
O halde, mevcut ve muhtemel sıkıntılara şöyle bir nazar gezdirmekte fayda var.
Mevcut manzara, ne yazık ki hiç de iç açıcı değil. Rahmet muslukları kısılmış, adeta kapanmış gibi. Bir türlü açılmıyor.
Sıkıntı çok yönlü. Üstelik umumî. Bu da, bir umumî hatanın işlenmiş olabileceğini hatıra getiriyor. Oturup bir murakabede, bir muhasebede bulunmak lâzım.
İşte görüyorsunuz... Şiddetli kuraklık ve yağmursuzluk, ülkenin birçok bölgesini adeta kasıp kavuruyor. Göç başladı, katar katar oldu. Lâkin, tutup nereye gidilecek? Her yerde ayrı bir sıkıntı.
Bir gün evvel hükümet sözcüsünün ağzından şehirlerin susuzluk raporunu dinledik. Hayret ki, "yakın vâde grubu"nun içinde Erzurum da zikredildi.
O Erzurum ki, etrafı çepeçevre dağ ve yayla... Geçtiğimiz Nisan ayının ortalarında oradaydık ve lapa lapa kar yağışına şahit olduk. O tarihte bile Palandöken Dağı'nda kayak yapılabiliyordu... Buna rağmen, yine de Erzurum'un bir "su sorunu" varsa, artık varın gerisini siz kıyaslayın...
Susuzluk, kuraklık ve umumî yağmursuzluk, elbette ki boşuna haller değildir. Bunun mutlaka maddî ve manevî sebepleri var diye düşünmekteyiz.
Kaldı ki, genel sıkıntı bununla da sınırlı değil. Evvelki senelerde ürkütücü boyutta görülen "kuş gribi"nin yerini, şimdi de "kene kàbusu" aldı. Bu dehşetli belânın, sadece üç–beş civarındaki Anadolu vilâyetiyle sınırlı olmadığı anlaşılıyor. İstanbul'da tesbit edilen şikâylerin adedi bile şu an yüzlerle ifade ediliyor. Dolayısıyla, kuş gribinde yapıldığı gibi bunda karantina uygulaması da mümkün görünmüyor.
Sıkıntının bir de siyaset ve ekonomi boyutu var ki, bu da toplum ekseriyetini canından bezdirecek raddeye vardı. Siyasî belirsizlik bitmek bilmiyor. Enflasyonun ateşi bir türlü düşürülemiyor. İşsizlik ordusunun önüne geçilemiyor. Soygun ve hırsızlık çeteleri de bundan besleniyor.
Kezâ, enflasyon ve büyüme oranına dair açıklanan resmî rakamlar da artık vatandaşa güven vermiyor. Zira, yaşadığı hayatı başka, açıklanan rakamları başka türlü görüyor.
Çok küçük bir azınlık, bir yolunu bularak para trafiğinin can damarını tutmuş görünüyor. Kene gibi, vampir gibi yapışmış kanını emiyor.
Buna mukabil, vatandaş ekseriyeti sabit ve zarurî giderleri dahi zor karşılıyor.
Bir umumî hatanın neticesi gibi görünen bu cezaî sıkıntıların hakkımızda keffaret hükmüne geçmesini ve bir umumî mükâfatın kapısını aralamasını Rahmet–i İlâhîye'den–duâ ve niyaz ile–bekliyoruz.
Tarihin yorumu : 4 Haziran 1930
Türk Tarih Kurumu ve ilk başkanı
Türk Ocaklarının 28 Nisan 1930'da Ankara'da yapılan VI. Kurultayında iki önemli karar alındı.
1) Türk Ocakları Merkezi kendini fesh edip CHP'ye katılacak.
2) Kendi bünyesi içinden bir Türk Tarihi Tetkik Heyeti (TTTH) teşkil edilerek, bunun resmî bir cemiyet olması sağlanacak.
Bu her iki karar da aynen uygulandı.
Türk Ocakları tamamiyle CHP'leşti ve 16 kişiden oluşan bir TTTH kuruldu.
M. Kemal'in direktifi ile ve himayeleri altında teşkil olunan bu heyet, ilk toplantısını 4 Haziran 1930'da yaptı.
Alınan karar gereği, heyetin fahrî başkanlığını Maarif Bakanı yapması gerekiyordu. Bu sebeple,, heyetin ilk toplantısına H. Suphi Tanrıöver başkanlık yaptı.
Heyetin resmî başkanlığına ise, 1924'ten beri M. Kemal'in hizmetinde (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri) bulunan M. Tevfik Bıyıklıoğlu getirildi.
Sadece bir yıl süreyle (1928'de) Moskova Büyükelçiliği de yapan aynı Bıyıklıoğlu, 12 Nisan 1931'de kurulan ve yine 16 kişiden oluşan Türk Tarihi Tekik Cemiyeti (TTTC) başkanlığına getirildi.
Yaklaşık bir yıl kadar bu makamda kalan Bıyıklıoğlu, yerini resmî yardımcısı olan koyu Türkçü Akçuralı Yusuf'a bıraktı. Kendisi de, yıllar yılı sürüp gidecek olan "Devrim tarihi hocalığı" görevine başladı.
Bu cemiyetin resmî adı 1935'te Türk Tarih Kurumu şeklinde değiştirildi.
* * *
Bu konuyu enine boyuna araştırmaya koyulurken, hayret ettiğimiz bir durumla karşılaştık. Türk Tarih Kurumu ve Kültür Bakanlığı yayınları dahil, hiçbir yerde ve hiçbir kaynakta cemiyetin ilk başkanı olan Tevfik Bıyıkoğlu hakkında detaylı ve tatminkâr bilgilere ulaşamadık. Özellikle de hayatının ilk devresi hakkındaki bilgilere...
Evet, doğum tarihi 1889 şeklinde kayıtlara geçen Bıyıklıoğlu'nun nerede doğduğu, aslen kim veya kimlerden olduğu ve hangi mekteplerde okuyarak Harp Okuluna geçtiğine dair hemen hiçbir bilgiye rastlayamayadık.
Onun biyografisi hakkındaki bilgiler, söz konusu kaynaklarda aynen şu ifadelerle yer alıyor: "Tevfik Byıklıoğlu, Harp Okulundan topçu subayı olarak mezun olduktan sonra Erkân–ı Harbiyeyi bitirerek orduya katıldı. Anafartalar'da M. Kemal'in emrinde yer aldı. Kurtuluş Savaşında Batı Cephesi'nde bulundu. Lozan Konferansı'na katılan heyette askerî danışman olarak görev aldı. 1924'te Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine getirildi. 1930'da Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin ilk başkanı oldu. 1932'den sonra Genelkurmay Harp Tarihi Dairesinde, harp tarihi uzmanı olarak çalıştı ve okullarda devrim tarihi dersleri verdi."
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Biletimi yırtıyorum |
|
Sükûtun kapısındayım bugün.
Zorla gelmişim.
Sürünerek aşmışım bu yolları.
Ayaklarım yara bere içinde, sarmaya bile zaman bulamamışım. İzimi kırmızı bir boya damlatarak sürmüşüm. Yabancı gelmemiş bu kapı bana. Zira çocukluğumdan kalma “Çocuklar konuşmaz” ikazını sırtıma yüklediklerinden yadırgamamışım bu durumu, bir daha çıkarmaya da cesaret edememişim.
O kadar çok şey birikmiş ki içimde, hangisini yutkunacağıma şaşmışım. Kimi sözleri çok söylemek isterken çekinmiş, utanmış, başımı öne eğmişim. Söyleyemediklerim bir mahzenin en kuytu köşesine gizlenip kalmış.
Kimisini söylemek istemiyorken, çıkıp gitmiş benden habersiz. Kime ne zarar verdiğini bilmeden, yakıp yıkmış her yeri.
Yıllardır “Sus” denildikçe konuşmuşum içimden, “Cevap verme” dediklerinde, inadına cevaplamışım her söyleneni sessizce.
Önce susmayı öğrettiklerinden, hırs yapmışım kelimelere.
Yaşım çocuk denecek kadar küçüktü ve ağzımı her açıp, bir şey söyleyecekken: “Sen sus! Kes sesini” sözüyle, susturulduğumdan olsa gerek.
Büyüyünce ilk işim konuşmak oldu. Susmadan, durmadan, düşünmeden, sınamadan konuşmak. Kimsenin bilmediği cevapları, bağıra bağıra duyurmuşum. Biraz geç kalmış olsam da, umurumda olmamış. Nerede nasıl konuşacağımı öğre-nemediğimden. Kelimeler en büyük düşmanım olup, yakmış başımı.
***
Sükûtun kapısındayım
Çocukken sükûtumla kanlı bıçaklı iken, şimdi cümlelerle dâvâlıyım.
Oysa şimdi ne kadar çok şey söylemek istiyorum, bütün birikmişlikleri anlatacakken susuyorum ve kapının önünde beklemekteyim.
Bir kargaşa ruhumda.
Hafızamın çeperlerine kadar gelen kaçaklar var. “Söylenmemesi gerekenler” mahzeninde sakladığım cümleler, koparıp zincirlerini gelmişler.
Zorluyorlar sınırımı.
İsyan var kelimelerle aramda.
Sınanmaktayım farkındayım.
Bu başka bir öfke, başka bir hiddet.
Konuşursam hiçbir şey kararında kalmayacak. Bu defa taşlar galeyana gelip, harekete geçecek.
Elim tereddüt halinde kalmış. Çalsam mı? Çalmasam mı? Yine kapılarda kalmış kararlarım. Kabul edilirsem, zor bir imtihanı seçmiş olacağım. Kelimelerin iktisadını yaparken, içimdekilerin ağırlığından belki yitip gideceğim.
Sabır tavsiye ediyorum, hiç tanımadığım yanıma.
“Sabır kalmadı.” diyor içimde ayrık bir ses. “
Susuyorum.
Yeniden başlamalıyım, sözsüzlüğe biliyorum.
Ancak ben böyle susarken, başka biri yetişiyor imdada ve “Sabır sabrın bittiği yerde başlar” diyor. Hatırlıyorum, sükûtun diğer adının sabır olduğunu.
Sükûtun kapısına gidip gelen elimi tutup, kapıyı açmaya çalışıyorum.
Ve kapının açılmasını beklerken, kapıdan dönen nicelerinin kervanına katılmak için aldığım bileti yırtıyorum.
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Aklı iptal’ çağdaşlık olabilir mi? |
|
Çağdaşlığı kimselere bırakmayan bazı insanlar, nedense ‘aklı iptal etmeyi’ marifet sanıyorlar. Bununla da kalmıyorlar, bütün dünyanın da böyle olmasını arzu ediyorlar.
Yıllardan beri hatırlatıp duruyoruz: Alkollü içkilerin zararlı olduğu; ilmen, tıbben ve dinen ortaya konulmuştur. Bu alışkanlıkları teşvik değil, aksine engellemeye çalışmak lâzım.
Aklı başında hiç kimse ‘Alkollü içkiler çok faydalıdır’ demiyor. Demiyor, ama gizli ya da açık bu alışkanlığın yaygınlaşması için de çalışılıyor. Sigara ile ‘savaş’ılırken, alkollü içkiler ise unutulmuş durumda. Gazetelerin bilhassa hafta sonu ekleri ‘alkollü içki’lerin reklâmlarıyla dolu halde yayınlanıyor. Bu şekilde yapılan ‘açık’ reklâmlarla yetinilmiyor, TV dizileri ve benzeri bahanelerle de alkollü içkiler teşvik ediliyor.
Alkollü içkileri teşvik edenlerin sarıldıkları çürük bir dal var. Onlara göre, alkollü içki içmek ‘çağdaşlık’ ve ‘medeniyet’ ölçüsü. Böyle bir ‘yalan’ olabilir mi? Hani, çağdaşlık; akıl ve ilimle oluyordu? Aklı iptal edip, insanları geçici süreli olsa bile ‘deli’ haline getiren bu alışkanlık çağdaşlık ve medeniyetle barışabilir mi? Ya da şöyle soralım: Bu anlayışa göre çağdaşlığın ölçüsü nedir? Az içip, az ‘deli’ olan mı ‘çağdaş’tır, yoksa çok için ‘zil zurna deli’ olan mı daha çağdaştır?
Bu arada bir içki firmasının genel müdürü, son yıllarda ‘yönetici konumundaki kadınlar’ın daha fazla içki içtiğinin tesbit edildiğini açıklamış ve bunu da ‘çağdaş olma’ ile izah etmiş. Tesbit olarak belki de doğrudur; iş hayatında bulunan ve hayat çarkları arasında ‘mücadele’ veren kadınlar geçmiş yıllara nisbetle daha fazla alkol tüketiyor olabilir. Ama bu durum, sevinilecek bir durum değildir. Her türlü kötülüğün kaynağı olan alkollü içkileri ‘doğru tercih’ olarak görmeye itiraz ediyoruz.
Aslında bu tesbit, kapıya dayanan tehlikeyi görmemize yardımcı olmalı. Her fırsatta kadınları işe, çalışmaya, ‘ekonomik özgürlüğe’ davet edenlerin asıl niyetlerini bu şekilde anlayabiliriz.
İlmen ve tıbben zararlı olduğu belli olan ‘alkollü içkiler’e karşı beslenen bu muhabbetin temelinde, bu alışkanlığın ‘İslâm dini’ tarafından da yasaklanmış olması mı yatıyor? Acaba diyoruz, bu alışkanlık ‘din’ce yasak olmasaydı; ‘çağdaş’lar bunu savunmaya devam eder miydi?
Sormak lâzım: Sigaraya niçin karşısınız? Tıbben ‘zararlı’ olduğu için mi? O halde ‘aklı iptal eden’ alkollü içkiler tıbben ‘faydalı’ mı ki ona sahip çıkıyorsunuz? Hangi uzman doktor ‘reçete’lere ‘Düzenli olarak alkollü içki alın’ diye yazıyor?
Geçmişte ‘sigara’ da medenî olma ve çağdaş olmanın ‘simge’si sayılıyordu. Geçen zaman, bu kabulün kökten yanlış olduğunu bütün dünyaya gösterdi. Aynı şey alkollü içkiler için de geçerlidir. Bugün alkollü içkileri savunanlar, yarın sigara üreticilerinin durumuna düşecekler. Çünkü yanlışın uzun süre devam etmesi mümkün değildir. Bu konuda da insanlık uyanıyor ve alkollü içkilerin mümkün olduğunca sınırlanması için çalışmalar yapılıyor. Bu konuda İngiltere örnek gösterilebilir. Yarın bir gün geç kalmış olmak için alkollü içkilerle mücadeleyi bugünden başlatmak gerekiyor.
Tıbben ‘deli’likle eş olan ‘sarhoşluk’ hiç bir sûrette çağdaşlığın göstergesi olamaz. Lütfen, milleti kandırmaya çalışmaktan vazgeçin...
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AKP de vebale ortak |
|
Ali Babacan, Erdoğan’ın da destek verdiği “Türkiye’de Müslüman çoğunluğun da sorunları var” sözünde haklı; ama bu sorunların çözülemeyişinden, hattâ bazılarının daha da ağırlaşarak sürmesinden, içinde bulunduğu ve altı seneye yakın bir süredir ülkeyi “yöneten” AKP iktidarı da sorumlu değil mi?
Gelin, işin bu cihetine örnekleriyle bakalım.
Listenin ilk sırasında başörtüsü meselesi var.
Bu yasağı daha da yaygınlaştırmak için başvurulan “kamusal alan” ucubesi 3 Kasım 2002’ye kadar yoktu. AKP’lilerin yasağı protokol üzerinden delme girişimine misilleme olarak icad edildi. Maalesef beş buçuk senedir kullanımda.
22 Temmuz seçiminden sonra başörtüsünün devlet protokolünün en tepe noktasına çıkması dahi bu durumu değiştirebilmiş değil. Tam tersine, aşağı kademelerde yasak artarak sürüyor.
Dahası, “first lady”nin—Türk Dil Kurumunun yeni yakıştırmasıyla “başbayan”ın—başındaki örtü, AKP’ye açılan kapatma dâvâsının telâffuz edilmeyen önemli gerekçelerinden biri.
Diyelim ki, “AKP bu sorunu çözmeyi çok istese de, mâlûm sebeplerle yapamadı ve yapamıyor.” Ve görünen o ki, yapamayacak da. Bu durum, Çankaya’nın da engel olmaktan çıktığı altıncı iktidar yılında hâlâ mazur görülebilir mi?
Öte yandan, AKP’nin, yasağın daha da şiddetlenerek yaygınlaşmasına engel olamadığı yetmiyormuş gibi, 28 Şubat’tan beri özel dershanelerde gayri resmî olarak uygulanmakta olan yasağı, 17.7.05 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan yönetmelikle resmîleştirmiş olmasına ne demeli?
Aynı şekilde, okullardaki ödül törenlerinde başörtülü öğrencilerin sahneye çıkarılmasına Millî Eğitim Bakanının çok sert tepki gösterip fırça atarak engellemesine nasıl bir yorum yapılabilir?
Peki, Bakan bu tavrı sergilerken, Sivas’ta en çok kitap okuyanların ödüllendirildiği törende başörtülü öğrencilere ödüllerini veren iki yardımcısı hakkında Valinin “Türkiye’de devrim kanunları var” diye soruşturma açması neyin nesi?
Keza yakınlarda, üniversite seçimlerinde yüksek oy alan rektör adaylarından birinin, eşi örtülü olduğu için YÖK’te elenmesinin izahı ne?
Başörtüsü için söylenecek daha pek çok şey var. Ama şimdilik bunlarla iktifa edip diğer alanlardaki bazı örneklere hep birlikte göz atalım.
İmam hatiplerin orta kısımlarını kapatıp İHL ve diğer meslek lisesi mezunlarının üniversite yolunu katsayı engeliyle kesen 28 Şubat tasarrufları, AKP iktidarında da aynen devam etti.
Kur’ân öğrenmeye getirilen yaş sınırı da.
Kurban derilerine yönelik THK gasbı da.
Son olarak Çankaya’da yapımına başlanan cami örneğinde görüldüğü gibi, ihtiyaç olduğu halde, laikçilerin yaygarası üzerine geri adım atılarak inşaat durduruldu ve proje askıya alındı.
“Lisede mescit ve namaz” ya da “Filanca okulun internet sitesinde Said Nursî övgüsü” gibi kasıtlı yayınlar üzerine derhal soruşturma açıldı ve “sorumlu”lar hakkında disiplin işlemi yapıldı.
TCK’yı yenileyip AB kriterlerine uyumlu hale getirme görüntüsü altında, darbe dönemlerinde bile yapılmamış birşey yapıldı; “devrim kanunlarına uymamak” cezaî müeyyidelere bağlandı.
“İrtica” gerekçeli YAŞ ihraçları AKP devrinde de devam etti. Başbakanla Millî Savunma Bakanı, sonuca hiçbir etkisi olmayan “şerh” koymanın ötesine gidemediler. Cumhurbaşkanı Gül ise önüne gelen bu türden ilk ihraçlara onay verdi.
“İrtica”yı 28 Şubat’ta olduğu gibi “bir numaralı iç tehdit” olarak niteleyen ve gizli anayasa olarak da adlandırılan “Millî Güvenlik Siyaset Belgesi,” AKP iktidarınca onaylanıp yürürlüğe konuldu.
İşin kötüsü, AKP iktidarı, Babacan’ın bahsettiği çoğunluğa yönelik, bütün şiddetiyle devam eden hak ihlâllerini gizledi; örtülü cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve milletvekili eşlerinin varlığı, yasağın asıl mağdurlarının üzerini örttü.
Böyle bir tabloda AKP’ye açılan kapatma dâvâsı ibret yüklü mesajlarıyla işin tuzu biberi oldu.
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Dinî özgürlükler” sorunu…(1) |
|
Dışişleri Bakanı Babacan’ın Avrupa Parlamentosu Dışilişkiler Komisyonunda yaptığı konuşma, çetrefilli çarpıtmalara teşne. Bu yüzden üzerinde bir dizi spekülasyon yapılıyor.
Doğru, Türkiye’de “dinî azınlıklar”ın da bazı “sorunları” var; lâkın Müslüman çoğunluğun “dinî özgürlükler”le ilgili sorunları daha fazla. Bunu Türkiye’deki gayr-ı müslimlerin dinî temsilcileri de belirtiyorlar. Neticede hangi farklı “konteks” içinde söylenirse söylensin, Türkiye’de Müslüman halkın “dinî özgürlükleri sorunu”nun olduğu, bizzat Dışişleri Bakanınca da deklâre edilmiş oluyor. Başbakan Erdoğan’ın, Babacan’ın “gayr-ı müslimlerin dinî özgürlük sorunları”nı delil olarak gösterdiği “Müslüman vatandaşların özgürlüklerinin kısıtlanması”nı onaylaması da bunu gösteriyor. Lâkin Başbakan’ın bu “sorunları,” Diyanet’e havale edip işin içinden sıyrılmaya çalışması, bir başka tartışmayı başlattı.
Şimdi herkes bu “sorunları” tartışıyor; ve bazıları “bu ülkede camilerin açık olduğu”ndan başlayarak, “hangi dinî özgürlükler?” sorusunu soruyor…
“CAMİLERİN AÇIK OLMASI” YETERLİ Mİ?
Doğru, tek parti döneminde yıkılmaktan kurtulan camiler açık. Vatandaşların yaptırdığı camilere Diyanet imam da tayin etmiş. Ancak, yüzde doksandokuzu Müslüman olan bir ülkede “camiler açık ya!” savunmasının pek de yeterli olmadığını bunu ileri sürenler de biliyor…
Bugün 80 bin cami görevlisi olsa da, hâlen binlerce caminin “din görevlisi” olmadığını ve en az 15 bin imam ve müezzine ihtiyaç duyulduğunu Diyanet açıklıyor. Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Aydın’ın geçen yıl, son beş yıl içinde bunca ihtiyaca karşılık Diyanet’e bir tek kadro vermedikleri açıklaması, bunun bir diğer itirafı.
Kaldı ki Türkiye’de “Müslümanların dinî özgürlükleri sorunu,” camilerin eksik kadrolarıyla da kalmıyor. Bu camilerde merkezden gönderilen metinlerin dışına çıkanlar muaheze ediliyor. Vaaz ve hutbelerinde tesettürün “dinî vecîbe” oluşunu, “faizin haram kılındığı”nı, “piyango,” “kumar” ve “müstehcenliğin” günâh olduğunu anlatan “din görevlileri” sık sık sık “soruşturmalar”a tabi tutuluyor.
Dinden bîbehre ağızlar, televizyonlarda “laiklik” bahanesiyle, “irtica” suçlamasıyla saldırıyor; en bâriz dinî vecîbeler hakkında ahkâm kesiyorlar. Önüne gelen dinî konularda “fetva” verdiyor; her Kurban Bayramı öncesinde “kurban”ın gerekliliği gibi tamamen dinî bir vecîbenin gerekliliğinin tartışılması gibi… Ne var ki başta devletin “din işleri”yle yetkili anayasal kurumu Diyanet olmak üzere, hiç kimse çıkıp doğru dürüst cevap vermiyor.
Aslında Müslümanların “dinî özgürlükleri”nin başında başörtüsü geliyor. En son Diyanet’in iki fetvasıyla, Müslüman kadınların başlarını örtmesinin Kitap (Kur’ân), Sünnet (Peygamberimizin buyrukları, yaşayışı) ve İslâm âlimlerinin ittifakıyla “Allah’ın emri ve dinî bir gerek” olduğu ortada iken, üniversitelerde ve kamu kurumlarında yasaklanması, bunun açık örneği…
BİR DİZİ “DİNÎ ÖZGÜRLÜK SORUNU” VAR…
Dinin gereği olarak sırf başı örtülü olduğu için, öğrencilerin hak kazandığı üniversitelerde eğitim hakkından mahrum edilmesi, kadınların kamu kurumlarında çalışmaktan menedilmesi, Müslümanlara getirilen bir dinî özgürlük kısıtlaması. Dinin gereğini yerine getirdiği için vatandaşların en insanî temel hak ve hürriyetlerinden mahrum edilmesi, “dinî özgürlük sorunu” değil mi?
Ya da imam hatip lisesi mezunlarının katsayı mağduriyetiyle haksızlığa uğratılması, bir “eğitim” ve “dinî özgürlük sorunu” değil mi?
Veya anayasa gereği devletin din eğitimi ve öğretimi görevini doğru dürüst yerine getirmemesi, “zorunlu” din öğretiminin “resmî ideoloji”yle “laikliğe göre” verilmesi, din derslerinin sürekli çekiştirilip “din kültürü” perdesinde Budizm’den Şintoizme uzanan bir dizi İslâm dışı “batıl inanışlar”la müfredatın içinin boşaltılması, Türkiye’de Müslümanların “dinî özgürlük sorunu” değil mi? Keza eşi başörtülü olduğu için subay ve astsubayların hayatlarını verdikleri mesleklerinden YAŞ kararlarıyla yargısız ihraçları, bir “dinî özgürlük sorunu” değil mi?
En vahimi, bu ülkede çocukların dininin temel kitabı Kur’ân-ı Kerimi okumasının yaşla sınırlanması; opera, dans, müzik kursları için hiçbir yaş şartı aranmazken, Diyanet’in denetimindeki Kur’ân kurslarında ve camilerde Müslüman çocuğun Kur’ân öğrenimine “yaş yasağı” getirilmesi, “dinî özgürlük sorunu” değil mi?
Babacan bütün bunları düşünerek mi konuştu; bilmeyiz. Ancak demokratik irâde zâfiyetinden kaynaklanan Müslümanların dinî özgürlüklerine dair sorunlarının giderilmesi de yine en başta siyasî iktidara düşmekte…
Zira iktidar, “şikâyet makamı”, hele yabancı mahfillerde “yakınma yeri” değil; sorunları çözme ve millet irâdesini hâkim kılma sorumluluğudur. Zira millet, “sorunları” saymak için değil, çözmek için oy verdi…
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Sav haberinin hikâyesi |
|
Önder Sav ile merkez valisi hakkındaki haberin kaynağı ortaya çıkmasına rağmen polemikler bitmiyor. Boşa düşen CHP bir türlü hatasını kabul etmiyor. Baykal bir yandan Önder Sav’a sahip çıkarken diğer yandan dehşet senaryolarını köpürterek siyasi acziyetlerini gizlemeye çalışıyor.
Dün grup toplantısında Baykal’ın gündeminde yine dinleme olayı vardı. Kürsüde haykıran Baykal, hükümete yönelik “Bu görüşmeyi nasıl intikal ettirdiniz, iç yüzü nedir?” diye sordu.
Hükümet ayrıca cevabını verir. Ama biz olayın kahramanına bu soruyu sorduk. Vakit gazetesi muhabiri Aslan Değirmenci CHP’yi sarsan haberi nasıl yakalamıştı?
Cep telefonunda 44 dakika Önder Sav’dan cevap bekleyen gazeteci arkadaşımız Aslan, haberin hikayesini anlattı.
Öncelikle Sav’ı aramasının nedenini sordum. Şöyle cevap verdi:
“Hac İbadeti ve Peygamber Efendimizle ilgili sözlerinin medyaya yansıdığı ilk günden o ana kadar sürekli Sav’ı arayarak özür dileyip dilemeyeceğini öğrenmenin peşinde idik. Bu bizim gazetecilik ve kamuoyunu bilgilendirme görevimizdi. Olayın olduğu günden itibaren sayısız defa aradım. Sekreterine not da bıraktım. Hatta Meclis danışmanına kadar ulaştım fakat cevap alamadım. Hemen her gün cebini de deniyordum. Fakat Sav, sürekli yanıt vermeden telefonunu kapatıyordu.”
Peki, bir türlü telefonunu açmayan Sav nasıl oldu da birden cevap verdi? Buna Aslan da şaşırmış:
“O güne kadar cep telefonunu hiç açmadı. En son genel merkezde görev yapan sekreteri ile olaydan iki gün önce görüştüm. Sorularımı kendilerine ilettiğini söyledi. Israrla dönüş yapmasını arzuladığımı söyledim. 23 Mayıs 2008 Cuma günü saat 10.00 civarıydı. Kendisine ait cep telefonunu tekrar aradım. İlk aramamda yine cevap vermedi. İkinci aramamda ise uzun süre çaldıktan sonra Sav’ın “bir dakika” sesi geldi. Biraz bekledim. Sonra “Sayın Sav” diye seslendim. Derken tekrar seslendim. Beni beklettiğini düşündüğüm için telefonu kapatmadım. Ancak aradan bir süre geçmesine rağmen Sav bana dönmüyor, sürekli eski valiyle konuşuyordu. O anda ilginç diyaloga tanıklık ettim.”
Muhatabın Bolu eski valisi Ali Serindağ olduğunu nasıl anlamıştı?
“Başbakan Erdoğan’ın Bolu’ya gidip dinlenmesi konuşuluyordu. Sav’ın, ‘Başbakan vali olmanıza rağmen size bilgi vermedi mi’ sözü daha ilk dakikalarda bir gazetecinin çözeceği kadar net bir olaydı. İlginç diyalogda bazı kısımları not aldım. Ankara Temsilcimiz Serdar Arseven ile paylaştım. Arseven olayı doğrulamak adına Vali Serindağ ile iki ayrı görüşme gerçekleştirdi. Sonrasında ise olay gazetemize haber olarak yansıdı.”
CHP’nin türlü komplolar kurduğu haberin hikayesi kısaca böyle.
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kene ve zina |
|
El Cezire’de “el Hayatu ve’ş Şeria” programında ‘Kadın ve fitne’ konulu oturumda Osman Osman ile Yusuf Karadavi’yi dinledim. Çok isabetli şeyler söyledi. Progamın sonlarına doğru İslâm dünyasındaki en yetkin Siyonizm uzmanı Prof. Abdulvehhab el Mesiri telefonla katıldı. Soldan dönme bu zat bizdeki İsmet Özeller gibi daha sonra kozasını örerek fildişi kulelere çıkmadı ve asıl ürünlerini ve mahsulatını İslâmî hayata geçtikten sonra verdi. Bizde ise ya dönenlerin bizzat kendileri ya da camia onları yozlaştırıyor. Üretmek yerine tüketmeyi yeğliyorlar ve sonunda kendilerini de tüketiyorlar. Burada Mesiri çok önemli sözler söyledi. Gerçi bunlar malum şeyler ama malumu i’lam etse de; bunları bir kez daha vurgulamakta yarar var. Dedi ki; cinselliğin sevgiyle, aşkla, evlilikle (kurumsal ve meşru beraberlik) ve dahi üreme ve tenasül veya çoğalma ile bağları koptu ve alâkası kesildi. Veya başka bir ifade ile doğurganlıkla ilişkisi kesildi. Bundan dolayı Başbakan’ın ‘üç çocuk isterim’ sözleri’ bu kadar yaban ve yavan geliyor millete. Bundan dolayı olsa gerek Doğu Kudüs’te Yahudilerin Müslümanlara nazaran doğurganlık nispetleri ve oranları artmış. Dünya nüfusu günümüz itibarıyla gerçekten de çok sıkışmış durumda. İnsanlık ilk defa topyekün veya ontolojik bir fena ve yıkımla karşı karşıya. Nüfus artışı ve sanayileşme ile birlikte tabii kaynakları tüketmek veya daha doğrusu hovardaca kullanmak böyle bir neticeyi beraberinde getirebileceği gibi nüfusun muayyen bir sınırda durmasından sonra hedonizm ve inançsızlık ekseninde çok kısa bir zaman içinde insanlığın gerilemesi ve insan soyunun son süratla tükenmesi de muhtemel. Her iki hâlde de bıçak sırtı ve kritik bir durumdayız. İnsanlık hiç böylesine kritik bir duruma düşmemişti. Belki ilerlemesi yıkımını getirebileceği gibi gerilemesi de yıkımını beraberinde getirebilir. Özellikle seküleristler musap oldukları hedonizm illeti nedeniyle kendilerinden ve kendi nesillerinden başka hiçbir şey düşünmüyorlar. İnsan soyunun geleceği onları zerre kadar ilgilendirmiyor. İlgilendirse nefisleri kadar insanlıkla da ilgilenirler ve biraz fedakârlık kültürünü geliştirmeye ve yaymaya çalışırlar. Aksi takdirde, en azından başbakanın sözlerine bu şeklde ‘ne diyor?’ diye kulak kabartırlardı. En azından analiz ederler ve ona göre reddetseler de makul bir karşılık verirlerdi. Ne gezer...
***
Geçtiğimiz günlerde tartışma konusu zina ile flört münasebetiydi. Kimilerine göre zihinle veya kalple organlarımız arasında hiçbir bağlantı bulunmuyordu. Bundan dolayı zina dediğiniz şey gözlerle başlamaz. Eski türkülerde bile ‘gözünde göz izi var yarim’ ifadelerine rastlamaktayız. Bir defasında Süleyman Ateş’in de ifade ettiği gibi sadece fiziğin değil ruhun da DNA’ları var. Ve günah bu anlamda ruhu karartıyor ve ruhta rahneler açıyor. Ruhun veya manevî organların da titreşimleri kaydediliyor. Telekulak skandalında olduğu gibi insanların konuşmaları nasıl kaydediliyorsa aynı şekilde insanların duyguları da kayediliyor. Bundan dolayı hadiste ‘men hemme bihasenetin’ denilmiştir. Yani insanın içinden bir güzellik yapmayı geçirdiği anda bunlar kayda geçiyor. Kötülük geçirdiğinde ise bunu fiiliyata dökmediği müddetçe Cenab-ı Hak onu kayıt altına almıyor. Karadavi’nin hatırlattığı gibi Kur’ân-ı Kerim müeddi yani taşıyıcı olmasından dolayı gözleri sakınmaktan bahsediyor. Yine bir türkü sözünde olduğu gibi, gözler kalbin aynasıdır. Gözle ve hatta sesle başlayan temas kalbe iniyor ve kalp başka organları tetikliyor. İnsan bütün bu aşamaları geçtikten sonra sistematik bir şekilde yoluna devam ediyorsa günahın tuzağına düşüyor, zehirli iklimine giriyor. Hazreti Ömer döneminde bir suçluyu huzura getirmişler ve had cezası uygulanması gerekiyormuş. Adam yalvarmış ve demiş ki: “Bu benim ilk suçum ne olur affedin…” Bunun üzerine Hazreti Ömer şöyle söylemiş: “Kimbilir adaletin pençesine düşünceye kadar kaç kere Allah’ın affından geçmişsindir..” Yani insan ilk hamlesinde günaha veya adalete yakalanmaz. İtiyad ettikten sonra artık onu şefkat tokatına çarptırır ve kendisinin selahı ve toplumun ıslahı için cezaya çarptırılır. Bu ceza artık kaçınılmazdır. Toplumun düzeni buna bağlıdır.
***
Gerçekten de Mesiri’nin söylediği aynen tahakkuk etmiş bulunuyor. Cinsellik bizatihi gaye haline geliyor. O naktada yozlaşma başlıyor. Ondan sonra insanın cinsellik metabolizması felç oluyor ve bozuluyor. Doz arttıkça normallik kesmemeye başlıyor. O da normallik vasfını kaybediyo ve fıtratına yabancılaşıyor. Fıtratı dönüşüyor. Ve gayri fıtri yollar aramaya başlıyor. Maksadının aksiyle tokat yiyor. Cinsellik çoğalmanın, aşkın bir aracı iken, imanın gözlere inmesi gibi aşk ve duygu ölüyor ve insanlıktan hayvanlığa intikal ediliyor ve ulvî duygular kayboluyor veya indirgeme ile organların sahasına iniyor ve insan böylece fıtratı dışına çıkıyor. Bu mücerrep bir gerçektir. Sözgelimi Ayşe Arman ‘Pardon Nasıl Yardımcı Olabilirim’ romanının yazarı Frederic Beigbeider ile görüşmüş. Nataşa uzmanı olan bu yazar, bakın Batı ve özellikle Avrupa kadınının geldiği noktayı ve maksadının aksiyle tokat yemesini nasıl analiz ediyor: “Avrupa’da feminizm, feminiteyi öldürdü…” Yani cinsellik gerçekte cinsel hayatı öldürdüğü gibi kadıncılık da kadını öldürmüştür. Belki dolaylı olarak erkeği de öldürmüştür. Demek ki; ahirzamanda kadınlarla ilgili Deccalizmin avanesi olma durumu noktasında yapılan uyarının hikmeti de bu olmalıdır. Feminizm bu anlamda kadını tabiatına yani fıtratına yabancılaştırmıştır. Feminizm bir yabancılaşma hareketidir.
Kısaca, feminizm kadını öldürmüştür. Beigbeider, Fransız kadınlarının artık iş kadınları gibi giyindiklerini yani erkekleştiklerini söylemektedir. Kadim hikmet bu konuda bize şöyle der: Bir şey haddini aşarsa zıddına inkılap eder. Tersine döner. Böyle olmadı mı? Uzağa gitmeye lüzum yok Türkiye’deki tablo da budur. Kadın heryerde ama tabii yerinde değil. Anneliği ve evkadınlığını ve eş olmayı zül addediyor. Es geçiyor. Peki mutlu oluyor mu? Araştırmaya değer... Mey içki CEO’su Galip Yorgancıoğlu ‘Kadınlar artık kendilerine daha çok güveniyorlar. İş dünyasında başarıları artıyor. Aynı oranda da iş kadınları arasında içki içenlerin sayısı artıyor…” diyor. Adeta Beigbeider’in kadınlarla ilgili tespitini tasdik ediyor. Her şeyin aşırısı önce kendisine zarar verir. Bundan dolayı eskiler: Keskin sirke küpüne zarar demişlerdir. Bundan dolayı hayatta en güzel şey denge ve itidali yakalamaktır. İslâm ve onun sıfatı olan vasatiyet bunun adıdır. Allah kulunu daha iyi bildiğinden dolayı ona sosyal kurallar bütünü vazetmiş. Ama o hevâsının peşine ve burnunun dikine gitmiş. Üstelik bir de Yaradanına kafa tutmuş. Bu bağlamda zinanın bir nevi peşrevi olan gözlere ve gözleri sakınmaya dikkat çekiyor. Gözler kalbin avcısıdır. Kalp veya daha doğrusu nefis mağlup olduğunda organlar devreye girer. Kalp daha ziyade sevmenin nefis ise şehvetin yurdudur. Bundan dolayı İslâm önce gaddu basar yani gözleri sakınmakla emretmiş ve arkasından da hıfzu’l furuc denilen organların korunmasına intikal etmiştir. Birisi başlangıç diğeri sonuçtur. Ama flört taraftarlarına göre, göz ile nefis ve nefis ile organların ilişkisi kesiktir. Onlara göre flört yani göz ötesi masumdur. Ya ötesinin ötesi yani fiili zina durumu? Bugün artık onların örnek aldıkları dünyada zina da suç olmaktan çıkmıştır. Sanki sanırsınız ki flörte taraftarlar ama zinaya zinhar karşılar.
***
Türkiye’yi belki de bir biyolojik savaşın uzantısı olarak bir kene istilası veya afeti sardı. Karabük’teki gayur hocalarımızdan birisi kene afetinin zina afetinin ve yaygınlığının bir uzantısı veya sonucu olabileceğini söylemiş. 75 yaşındaki bir bayanın cenazesinde bunları söyleyince basın yine çarpıttı. Neredeyse Hoca Muharrem Tokgöz’ün zavallı merhume kadına iftira attığını ve zina isnat ettiğini söyleyeceklerdi. Öyle bir şey yok. Hoca sadece yaygınlaşan ve toplumlaşan suçların da cezaların umumî olabileceğini söylemiş. Orada bir hadis-i kudsi naklediyor: “Bir beldede veya toplumda zina yaygınlaşırsa o toplumları ismi bilinmedik hastalıklara müptela ederim…”
Yani hocaefendi ahlaken hijyenik olan toplumların bu türlü afetlere karşı muhassan yani daha ziyade korunmuş olacaklarını söyledi. Bu hocanın bir suçlaması değil cemaate, keneye karşı tedbirli oldukları gibi zinaya karşı da tedbirli olmaları tavsiyesiydi. İmam efendi kene üzerinden zina konusunda uyarıda bulunduğu için kötü mü etti? Hiç sanmıyoruz. Göz ile kalp ve onun ötesinde organ arasındaki ilişki gibi kene ile zina arasında da manevî anlamda kelebek etkisi gibi bir etki ve ilişki pekâla mevzubahis olabilir.
Karadavi’nin ‘fitne ve kadın’ programında dikkatimi çeken bir husus oldu. Mutlak ihtilattan men’e taraftar olmadığını ve bunun Müslümanların inhitat devirlerinin bir ürünü olduğunu söyledi. Bazen ihtilattan men’i, sakınmanın mahallinde ve yerinde kullandıklarını söyledi. Gözden ve zinadan sakınmanın doğru olduğunu ama seddi zerai babından kadın ve erkekleri zinaya düşme kaygısıyla ihtilattan men etmenin doğru olmadığını savundu. Tabii burası ince ayar bir mesele.
04.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|