Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

En son ne zaman ağladın?

“Aklım yürüyüş yaparken bazen kalbimle arkadaş olur.” (Mesnevî-i Nûriye)

Uzun zaman oldu kendimle baş başa vermeyeli. Uzun zaman oldu; büyürken kaybettiklerimizin kazandıklarımızdan çok daha fazla olduğunu itiraf etmeyeli. Zirvelerde öteleri düşünmeyeli; derin bir uçurumdan her an uçuruma koşanların arasında yaşadığımızı fark etmeyeli…

Hızlı trenlerinle beraber taş gibi kalpler getirdin bize. Duymayan, hissetmeyen, anlamayan ve ağlamayan kalpler… Cep telefonları ile gurbeti getirdin bize, ey (me)deniyet! Gurbeti yerleştirdin tâ içimize. Tanınmaz hâle getirdin ruhumuzu, günahlara daldırdın her bir uzvumuzu. Unutturdun heyecanı, şevki, gerçek neşeyi.

Uzun zaman oldu kâinatın ve kalbimin sesini dinlemeyeli. Eskiden soğuk, evlerin içerisindeydi; insanların içerisinde, kalplerinde değil. Soğuk günleri ısıttık, sıcacık evlerde oturduk. Böylece soğuğun hevesâtlarımızı dondurmasına engel olduk. Uzaklaştık topraktan ve fıtrattan. En son toprağa gideceğimiz halde niye uzaklaştık topraktan; evlerimiz niye hep soğuk betondan?

Gökten rahmetin gelmesi için duâ eder insanlar. Karıştırıyorum mazimin tozlu sayfalarını, hatırlamıyorum rahmetin gözyaşları ile ruhumu sarması ve sarsması için duâ ettiğimi. Hıçkırıklarımızı hep bastırmayı öğrettin bize. Ağlamamamızı, ebede bakan arzularımızı susturmak istedin uğursuz hediyelerinle.

Geri verin ruhumu. Geri verin heyecan ve coşkumu. Gözyaşlarımı verin sadece ve heyecanlar akıp gitsin ebede. Aksa damarlarımdan kan oluk oluk, ebediyeti yudumlasam her soluk. Bilsem zirvelerin, ötelerin kıymetini. Son bulsun kâh süreyyadan seraya, kâh seradan süreyyaya olan gelgitlerim…

Ruhum nerelerdesin bunca zamandır? Mânâna ahenk katan kudsiyet nerelerdedir şimdi? Kalbim ve vicdanımla el ele verip mavi semalara, dağların zirvelerine çıkmak istiyorum. Ötelere, tâ ötelere… Bilinmez âlemlerden haber getiren Nebilere dönsün yönüm. Müjde veren, ümit veren kelâmlarla dolsun dilim. Nurlansın herbir âlemim. Latifelerim ve zerrelerim; ebede ait olmayan hiçbir şey kalmasın bende. Dönsün bütün latifelerimin yönü ebede.

Kalemimi istiyorum, dünyayı verseler gözü dâvâsından başkasını görmeyecek azmimi. Masumca bakışımı istiyorum, gönülden bir tebessümümü. Kâinatı kitap gibi okuyan gözlerimi arıyorum nicedir… Sadece kalemimi istiyorum. Kömür karasıyla sayfaların ruhuna nüfuz eden kalemimi. Ebediyet heyecanıyla farkında olmadan sıkıca kavradığım, masumca tuttuğum kalemimi. Hıçkıra hıçkıra ağlayan gözlerimi soruyorum, gözyaşlarımı istiyorum sadece.

Kaç zaman oldu yeryüzünde heyecanla yürümeyeli. Kaç zaman oldu kendimle baş başa vermeyeli...

Zübeyir ERGENEKON

04.06.2008


Gençler sadece öğrenci değil!

Hepimiz yaşadığımız süreç boyunca Cenâb-ı Hakkın bize verdiği roller ve kazandığımız sıfatlarla var olmaya çalışırız. Rollerini hakkıyla ye-rine getiren bireyler hem kendi dünyalarında, hem de ötekinin dünyasında var olan kısmıyla karşısındakine huzur ve mutluluk verir.

Bazen yaşadığımız herhangi bir olay ya da durum kasıtlı veya gayriihtiyarî olarak rolümüzü yerine getirmeye engel olabilmekte. Meselâ, OKS ya da ÖSS sınavına hazırlanan gençler ailelerin de onlara verdiği destekle sadece öğrenci olma rolünü üstlenirler. Kısmen de bu durum öğrencinin işine gelir. Çünkü öğrencilik sıfatının ona yüklediği rolle sadece derslerini çalışarak diğer rollerinin getirdiği sorumluluklardan kurtulmak ister. Biz buna psikolojide “ikincil kazançlar” diyoruz. Her durumun kendi bünyesine has ikincil kazançları olabilmekte. Aileler tahsilin getirdiği sonuçla ileride hem sosyal, hem de ekonomik konumlarının değişeceğini bildiklerinden böylesi bir ikincil kazanç onları çok da rahatsız etmemekte.

Fakat bütün bunlar, bu haliyle kalsa hiç sorun yok. Oysa ilerleyen yıllarda öğrenim durumu tamamlanıp, evlilik vakti geldiğinde bireysel ve toplumsal roller değiştiğinden artık farklı sorumluluklar başlar. Bizlere başvuran birçok yeni evli ya da nişanlı olan çiftlerde gözlemlediğimiz kaygılar, yazık ki, geçmişte yaşanan bu tür durumların neticesi olabilmekte. Zira aileler, çocukları doktor ya da mühendis olsun diye beklerken, onlar eş olma gereğinin yüklediği sorumlulukları (meselâ, ev işi ya da para kazanmak) şimdiye kadar üstlenmediklerinden tabiî sürecin getirdiği sorumlulukları bazen yapmak istemezler. Bazen yapmak isteseler de yeterince beceremediklerini görüp ya geri çekilirler ya da kendilerini suçlarlar.

Bunun sonrasında gelen sorunlardan biri de, aileler yaş olarak çocuklarının evliliğe hazır olduklarını görür ve evlendirirler. Fakat bilirler ki, henüz evlilik sorumluluklarını alabilecek çocuklar yetiştirmemişlerdir. Bunun içinde ileride başka bir soruna sebep olacak bir başka teklifle gündeme gelirler: “Bize yakın semtte oturun.”

Kız çocukları yüklerinin hafifleyeceğini ve de baba evinin hâlâ küçük kızı kalma sevdasıyla böyle bir teklife oldukça sıcak bakar. Bu teklifin çift taraflı kazanımı şöyledir, yeni gelinin ev işleri, misafir sorumluluğu annenin yardımıyla daha da hafiflerken, anne de bütün çocuklarını evlendirip atıl kalmak istemediğinden, yeni yuvanın her türlü işine karışarak artık evin görülmeyen ikinci kadın hükmünü alır. Zaten bundan sonra artık sorunlar birbirini takip eder. Zira artık sınırlar karışmıştır. Biri ötekinin evine müdahale etki ve yetkisini kendisinde görür. Neden? Çünkü evin yükünü alan kişi ev hakkında da karar alma yetkisini her zaman kendi hakkı olarak görecektir.

Gelelim erkek çocuğuna ve erkek annelerine. Sadece üniversite azmiyle sınava hazırlanan genç ha-yatın acı ya da tatlı gerçeğinden biraz daha uzak kaldığından gereken erkeksi tavrı gösterebilmede önceleri biraz zorluk çekebilir. Erkeğin annesi böyle bir teklifle geldiğinde gelini tarafından daha ilk günden olumsuz kayınvalide olarak kodlanacağından daha başından hiç de hoşa gitmeyecek gelişmeler gözlenir. Oysa çocuklarınız öğrenci sıfatını taşırken aynı zamanda sizin evlâdınız, kardeşinin ağabeyisi ya da ablası, büyüğünün kız kardeşi ya da erkek kardeşidir. Yani birçok rolü aynı anda bünyesinde taşır. Sadece üniversiteyi kazanmak amacıyla kişiyi bütün bu rollerinden ayırarak öğrenci konumuna yerleştirmek, kullanabileceği kapasitesini en aza indirgemektir.

Onun içindir ki, son yıllarda meslekî anlamda iyi konumda olan bireylerin hayatın gerçeği ya da sorumluluğu anlamında çok da yetkin olmadığı gözlenmekte. Ebeveyn olarak asıl hedefimizin sadece üniversite ya da Anadolu Lisesi olmadığının bilincinde olarak gençlerimizi elimizden geldiğince Cenâb-ı Hakka kul, anne babasına faydalı evlât, çevresindeki insanlarla ilişkiye geçebilen sosyal bireyler olarak yetiştirme, azim ve gayretinde olmalıyız.

Unutmamalıyız ki, şu an toplumda yaşanan evliliklerdeki çözülmelerde bütün bu rollerin taşıdığı va-zifeleri yerine getirmek istemeyen ya da yerine getirme yetkisinden uzak bireylerin böylesi evlilikler yaşadığıdır. Birkaç rolü yerine getirmek insanı başarısız kılmaz. Zira taşıdığımız rolleri hakkıyla ye-rine getirdiğimizde Cenâb-ı Hakkın bize bahşettiği bütün letaifleri kullanabilme iradesini de kullanmış oluruz.

Hayattaki amacımız sadece üniversite ya da özel liseler olmamalı. Elimizden geldiğince kendimize zenginlik katacak bütün faaliyetlerin içinde bulunarak kendimizi içsel ve dışsal dinamikler adına besleyerek gerçekleştirmeye çalışalım. Zira sadece sonradan kazanılan sıfatlarla mutlu ve huzurlu olmamız mümkün değildir. Cenâb-ı Hakkın verdiği fıtrî ihtiyaçların da doyumu huzurlu olmamız için gereklidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin de belirttiği gibi, “İnsanın en fazla ihtiyacını tatmin eden kalbine mukabil bir kalbin mevcut olmasıdır” düsturu gereğince bütünlüğümüzü sağlayacak bütün rolleri hakkıyla ifa edebilmeyi Cenâb-ı Hak bizlere nasip etsin.

(Bizim Aile, Haziran 2008 sayısından alınmıştır)

Psikolog Yasemin Uçal ABDULLAH

04.06.2008


Ateistik sekülerlik mi, liberal sekülerlik mi?

Ülkemizde son günlerde patlak veren başörtüsü tartışmaları ve buna bağlı AKP’nin kapatılması bağlamında ortaya çıkan laiklik-sekülerlikle ilgili tartışmaların ne ölçüde orijinal kaynaktan kopuk, sığ ve acınası bir cahillik düzeyinde yürütüldüğünü uzaktan hayretle izlemekteyim.

Bu arada filozoflardan mahrum bir toplumun beşerî ve kültürel birikiminin teknisyenlerin elinde nasıl cahilce ve bağnazca hebâ edilmekte olduğunu da gözlemleme imkânına kavuşmuş olduk.

Gerçekten herhangi bir teknoloji transfer edilirken onun yan bilgilerinin, gerisinde duran sosyal ve kültürel felsefenin de transfer edilmesi ne ölçüde zarurî ise, transfer edilen hukukî ve politik kavram ve kurumların geri planında duran felsefenin hatta uzmanlarının da transferinin o ölçüde zarurî olduğunu bu vesileyle iyice öğrenmiş olduk.

Batı toplumları post seküler bir evreyi yaşarken bizim çoğu aydınlarımız ve siyasetçilerimiz henüz her şeyi dört köşe gören ve okuyan Kartezyen geometrik ve hendesî düşüncenin etkisinden çıkabilmiş değildir. Bizim bir ‘amentü’ gibi ezberleyip sürekli vird halinde tekrarladığımız kavramlar ve onların şekillendirdiği kurumlar, yalın ve mekanik kavramlar ve kurumlar değil çok katlı kavram ve kurumlardır. Meselâ sekülerlik kavramını ele alırsak, bunun çok katlı bir kavram olduğunu görürüz: Bir kere sekülerleşme olgusu ile sekülarizm olgusu arasında dağlar kadar fark vardır.

Sekülerleşme; en genel anlamda; kentleşme, sanayileşme, rasyonelleşme, bilimselleşme ve demokratikleşme gibi anlamları ifade ederken sekülarizm din karşıtı bir ideolojiyi ifade eder. Hatta yukarıdaki olumlu gelişmeler anlamında sekülarizm sekülerleşmeyi olumsuz da etkileyebilir. Meselâ Sovyetler Birliğinin benimsediği rejim sekülarizm idi, ama bu rejim aynı zamanda her türlü olumlu gelişmeyi boğan bir rejimdi de. Doğal olarak sekülerleşmenin biraz daha dar anlamda başka boyutları da vardır; kilisenin toplum üzerindeki belirleyici etkisinin azalması, başka bir ifade ile toplumun kilise-dışı sektörlerin etkisi altına girmesi süreci de rasyonelleşme ve demokratikleşme anlamında sekülerleşme sürecidir. Yani eğitim, kültür, spor, eğlence, güzel san'atlar gibi etkinlik alanlarının din-dışı ilkelerle belirlenmesi ve yönetilmesi sekülerleşmenin başka bir adıdır. Çok daha dar anlamda (hemen hemen fazla geçerliliği olmamasına rağmen) kilisenin devlet yönetiminden ayrılması, birincisinin tamamen bireysel vicdanlara terk edilirken ikincisinin tamamen insan ürünü olan organizasyonlar tarafından yönetilmesi anlamını da ifade eder.

Burada önemli olan sekülerleşme sürecinin sekülarizm gibi katı ideolojilerin etkisinde gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesidir. Bu bağlamda önümüze üç genel alternatif çıkar: 1- Ateistik (dinsiz) sekülerlik. 2- Agnostik (bilinemezci) sekülerlik. 3- Tarafsız (liberal) sekülerlik.

ATEİSTİK SEKÜLERLİK

Ateist sekülerlik her türlü dinî ilkeyi, davranışı, sembolü arkaik, gerici ve insan dışı bir olgu olarak görür ve bunlarla mücadele etmeye çalışır. Temelde bir yaratıcının varlığını inkâr eder ve dünya ve dünyadaki varlıkların evrim yoluyla tesadüfen oluştuğunu ileri sürer. Bu tarz sekülerliğe bağlı olan insanlar katı pozitivisttir. Bunlara göre din psikopatolojik bir olaydır. İlkel insanların çevrelerinden korkmalarının eseridir. Modern toplumun ihtiyaç duyacağı bir şey değildir. Tüm dinî kurumlar akıl-dışı ütopyalar tarafından beslenir. Dolayısıyla bunlara temelden karşı çıkılmalıdır. Özellikle dinî görüntülerin kamu alanında boy göstermesine asla müsaade edilmemelidir.

AGNOSTİK SEKÜLERLİK

Agnostik sekülerlik ise hiçbir dinî gerçekliğin bilinemeyeceğinden hareket eder. Allah dâhil dinin var olduğunu ileri sürdüğü fenomenlerin var olup olmadığı ispat edilemez. Şimdiye kadar bunların hiçbiri cevaplanamamış sorular olarak kalmıştır. Bu düşünceye sahip olanların ateistlerden farkı, dinî değer ve kurumlara karşı saldırgan olmamalarıdır. Bunlar birinci gruptan farklı olarak dinî argümanlara eleştirel olarak yaklaşırlar. Bu nedenle seküler dünya görüşünü benimser ve bilimsel gelişmelere önem verirler.

TARAFSIZ (LİBERAL) SEKÜLERLİK

Tarafsız sekülerlik aynı zamanda liberal sekülerlik adını da alır. Bu düşüncenin sahipleri dinî değerlere karşı ne olumlu, ne de olumsuz herhangi bir ön yargı beslemezler. Bunlara göre din modern toplumlarda gündeme alınacak kadar önemli bir şey değildir. Modern toplumun gündemi ekonomik, politik, kültürel ve bilimsel gelişmelerdir. Dinî değer ve semboller bunlar içinde bir anlam ifade ediyorsa, onlar da kabul edilebilir. Sadece dinî olduğu için bir şeye karşı çıkmak akıl-dışı bir şeydir. Bu nedenle dinî sembol ve ilkelerin kamu alanında boy göstermesi gayet normal bir şeydir. Dinî düşünce ve pratik aynı zamanda temel insan haklarındandır. Ona karşı çıkmak için hiçbir neden yoktur.

Yukarıdaki analizlerden de anlaşılacağı gibi ateistik sekülerlik katı bir ideolojidir. Yani sekülerlikten ziyade bir ideolojik saplantıdır. Bu nedenle buna sekülarizm denilmektedir. Sekülarizmin kendisine ait özel bir dünya görüşü, ahlâk anlayışı ve hayat tarzı vardır. Bu hayat tarzı ve dünya görüşü din-karşıtı ve materyalisttir. Bu tarafsız bir duruş ve bakış açısı değil, tam tersi taraflı, aktif, iddialı, eylemli bir hayat görüşüdür. Sekülarizmin ciddî rakibi İbrahimî dinî değerlerdir. Tüm çabası, o değerleri kökünden söküp yerine kendi dünyevî değerlerini ikame etmektir. Bu amacını bazen sahip olduğu tüm beşerî ve doğal kaynakları seferber ederek gerçekleştirme yoluna gider. Oysa diğer iki sekülerlik saldırgan olmayan ve çok kültürlü ve çok dinli bir toplumda farklı kültürlerin barış içinde yaşayabilmesine imkân ve fırsat tanır. Dinî değer ve sembollere saldırgan olmadıklarından dindar toplumun bu iki grupla barış içinde yaşama imkânı vardır.

DİN-DEVLET İLİŞKİSİ

Sekülerliğin bir diğer boyutu devlet ve din alanlarının birbirinden ayrışmasıdır. Saf anlamda sekülerlik dinî alanla kamu alanının (devlet anlamında) birbirinden ayrışması; devletin dinî alana ve dinin de devlet alanına karışmamasıdır. Bu yaklaşıma göre din tamamen bir inanç ve ibadet işidir; devlet faaliyetleri ise salt akıl ve tecrübe yoluyla belirlenir ve yürütülür. Dinî ilkeler mutlaktır ve zaman ve mekândan bağımsızdır, değişmez; buna karşılık devlet işleri sürekli değişen, şartlara göre yenilenen, izafî ve aklî bir ilkeler bütünüdür. Dolasıyla bu iki alanın doğası gereği birbirinden kesin hatlarla ayrılması gerekir.

Aslında sekülerliğin bu boyutu çok katlı ve çok komplekstir. Tek düze ve homojen bir din-devlet ilişkisi söz konusu değildir. Bu ilişki biçimi toplumdan topluma değişir. Bu ilişki seti devletle dinin birbirinden kesin hatlarla ayrıldığı; hatta aralarında derin bir düşmanlığın söz konusu olduğu toplum modelinden, kaliteli bir yardımlaşma ve uyum modeline kadar çeşitlenir.

Devlet-din ilişkilerinin boyutu konusunda dört ayrı toplumsal modelin olduğu söylenebilir. Bunlar: a- Tam entegrasyon, ya da ‘din’le devletin birbiriyle kaynaşması, b- Devletin resmî bir dininin olması, c- Devletle dinî kurumların farklı derecelerde ayrışmasıyla birlikte kaliteli bir koordinasyon ve yardımlaşma durumu, d- Devletle din arasında derin bir düşmanlık durumu. Görüleceği gibi bu ilişki seti, teokratik (dinî sınıfın yönetici sınıf olması) bir politik-dinî yapıdan din-karşıtı ateistik bir yapıya kadar uzanır.

POST SEKÜLER TOPLUM TASAVVURU

Batı’da özellikle Habermas’ın öncülüğünde yeni bir din-devlet ilişkisi modeli geliştirilmeye çalışılmaktadır. Habermas bu modele ‘communicative action’ (farklı kesimlerin iletişim kurarak uzlaşması) adını vermektedir. Bu modele aynı zamanda Post seküler toplum modeli de denilmektedir. Post seküler toplum tasavvuru seküler toplumdan farklı olarak, otoriter olmayan dinî cemaatlerin (bırakınız başörtülü kızların üniversitede okuyabilmesini) demokratik toplumsal hayata ve tüm demokratik süreçlere katılmaya hakkı olmasını ilke olarak kabul eder. Dinî ilke ve argümanların seküler ilke ve argümanlarla eşit haklara sahip olduğunu savunur. Bunun demokratik seküler anayasal hukuk devletinin zorunlu bir sonucu olduğunu ileri sürer.

Gerçekten Fransa hariç Batı toplumlarının hemen hepsinde dinî cemaatlerin kamu alanındaki yeri ve fonksiyonu çok önemlidir. Hollanda’da meselâ eğitim sektörünün önemli bir bölümü kilisenin denetimindedir. Anaokulları, orta ve liselerin yüzde 65’i kiliseye bağlı okullardan oluşmaktadır. Müslümanlara ait okulların toplam okullara oranı ise yüzde beş civarındadır. Yani Hollanda’ da 45 adet ilk, orta ve lise düzeyinde eğitim veren ve doğrudan bakanlık tarafından finanse edilen Müslüman okulu mevcuttur. Üniversiteler de çeşitli mezhep ya da ideolojilere göre farklılaşmıştır. Her mezhebin birden fazla üniversitesi vardır, dinî mezheplere bağlı olan bazı üniversiteler gerçekten uluslar arası kalitede üniversitelerdir. Hatta bir mezhebin çeşitli cemaatlerinin kendilerine ait üniversiteleri bile olabilmektedir, (Hollanda’nın Kampen kentinde biri liberal diğeri Ortodoks Protestanlara ait olmak üzere iki üniversite bulunmaktadır). Dinî doktrinler kamusal alanda önemli ölçüde etkindir. Hollanda’nın mevcut başbakanı liberal Protestanlara ait olan bir üniversiteden gelmektedir. Hıristiyan Birlik Partisi’nin programında tüm politikalarını Allah’ın iradesi istikametinde belirleyeceklerine dair ibare vardır.

Türkiye’nin önündeki en optimum seçenek modernleşme ve rasyonelleşmesini demokratik yollarla, yani dinle devletin olumlu bir uyum ve koordinasyon içinde modernleşmesidir. Otoriter şekilde modernleşme hem çok riskli, hem de maliyeti çok yüksektir. Böyle bir tecrübeyi yaşamaya lüksümüz yoktur ve olmamalıdır.

Prof. Dr. Bünyamin DURAN

04.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır