Merhûm Mehmed Âkif, istikbâlde gelecek tenkit ve itirazları da hesaba katmış olacak ki, İstiklâl Marşını "Allah bu millete bir daha yazdırmasın" duâ ve temennisiyle kaleme almış.
Şunu da hemen hatırlatalım ki, Hakk'a dayanan ve ordu–millet kaynaşmasının en güzel bir nişânesi olan İstiklâl Marşı, Lozan görüşmelerinden sonra (1923) esmeye başlayan yıkıcı Prutluk kasırgasından kurtarılabilen resmî cenahtaki tek mefahirimizdir.
Onun dışındaki hemen her şey yakıldı, yıkıldı, devrildi, âdeta "hâk ile yeksân" edildi.
Kaldı ki, bu marşın bile güftesini değil, ama bestesini öyle bir şekle soktular ki, okunduğunda mânâ bütünlüğü kayboluyor, anlaşılmaz bir hale dönüşüyor. Meselâ: "...o be nim–mille...", veya "...lardaaa yüüüzeeen aaalsancaaak" gibi.
* * *
Şimdilerde üzüntüyle şahid oluyoruz ki, İstklâl Marşının bestesinden değil de güftesinden rahatsızlık duyanlar var.
Bu marşın mısralarına serpiştirilen altın ve elmas değerindeki "Hakk, Hûdâ, imân, ezan, secde, mábed, şehádet, cennet, hilál, helál..." gibi tâbirlerden rahatsızlık duyanlar, ne yazık ki hüviyetinde "Müslüman–Türk" diye yazıyor.
Hani, muarız kişi ecnebi olsa, gayr–i Türk, yahut gayr–i müslim biri olsa, buna "Normaldir" der, geçersiniz. Ne var ki, durum başka, vaziyet ciddî. Zira, o ulvî–kudsî tâbirlere tiraz edenlerin içinde, hatta başında bu vatanda paşa olmuş, generallik rütbesine kadar yükselmiş kişiler var.
Yani "Kahraman ordumuza" ithafen yazılmış olan bir "Millî Marş"ın muhtevasına—emekli olsa bile—bir ordu mensubunun muhalefet etmesi, yahut hakaretâmiz tenkitlerde bulunması, cidden ıztırap vericidir.
* * *
Esasında, tâ başından beri Mehmed Âkif gibi bir imân âbidesinden rahatsız olan ve onun bütün hissiyat ve fikriyatıyla kaleme almış olduğu İstklâl Marşından hazzetmeyen kimselerin varlığından haberdarız.
Onların, oldum olası Hakk'tan, ezandan, secdeden, mâbetten, hoşlanmadığını biliyoruz.
Fakat bu şiir, öylesine bir iman coşkusuyla yazılmış ve milletin mâşerî vicdanında öyle bir yer edinmiş ki, mahiyetindeki mânâya en muarız olan kimseler dahi bunun "millî marş" olarak kabul ve muhafaza edilmesine karşı gelememişler.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, şimdiki itirazların da ciddî bir tesiri olmaz. Emin olun, ancak sinek vızıltısı kadar bir etkisi olur; o da gelir, geçer.
* * *
Burada bizi en çok düşündüren ve cidden rahatsız eden durum, Mehmed Âkif'i ve İstklâl Marşını savunalım derken, katı milliyetçilik damarının depreştirilmesi, yahut koyu ırkçılık bataklığına doğru sürüklenilmesidir.
Türkçülük tarafı ağır basan bazı muhafazakâr kalemler, itirazcı paşaya itiraz ile Mehmed Akif'i müdafaaya çalışırken, ne hazindir ki merhûm Âkif'i neredeyse "şovenist Türkçü" bir şahsiyetmiş gibi lanse etme zehabına düştüler.
Oysa "Ben ki Arnavudum... işte perişan yurdum" diyerek, her türlü ırkçılığa dinî gerekçeyle muhalefet eden ve tehlikeli sonuçlarına dikkat çeken Mehmed Âkif'in, sahiden unsuriyetçilik yapmış gibi gösterilmesi, bize göre diğerinden çok daha fazla incitici, zarar verici bir mahiyet arzediyor.
Ezana, mâbede itiraz edenler, bu vatandan kimseyi kandıramazlar, dolayısıyla fazlaca etkili de olamazlar. Ama, hem kudsî değerlerden yana görünmek, hem de nuranî Tûbâ Ağacını kesif milliyet toprağına dikmeye çalışmak kabilinden manevralar yapmak, en sinsî hastalığın yayılmasına yardım etmek demektir.
Hâsılı, Mehmed Âkif, bu milletin içinden çıkmış bir imân ve İslâm şâiridir; ırkçı, milliyetçi biri asla değildir. Dolayısıyla, İstiklâl Marşını da imândan gelen bir vecd ile yazmıştır. Onun duâ ve temennisine biz de aynen iştirak ediyoruz: "Allah, bu millete bir daha İstiklâl Marşını yazdırmasın."
Tarihin Yorumu 29 Şubat 1914
Dokuz kez gelip giden başbakan
1879–1912 yılları arasında tam dokuz defa sadrâzam olup hükûmet kurmuş olan Küçük Said Paşa, 75 yaşında Meclis–i Âyan Reisi (Senato Başkanı) iken vefat etti.
Baba tarafı aslen Ankara'lı olan Said Paşa, 1839'da Erzurum'da doğdu. Henüz 15 yaşında iken babasını kaybetti. Bu sebeple, ailenin yükünü omuzlamak durumunda kaldı.
Bir yandan medrese eğitimi görürken, bir yandan da iş hayatını sürdürdü. İlk memuriyet (tahrirat kâtipliği) yıllarında, ayrıca gazetecilikle de meşgul oldu.
1870'li yıllarda İstanbul'a geldi. Gazete yöneticiliği, ardından bir süre Adalar Belediye Başkanlığı yaptı.
Sultan II. Abdülhamid'in tahta geçmesi ve yönetime hakim olmasıyla birlikte, Said Paşanın makam ve mevkii de kademe kademe yükselmeye başladı.
Önce Mabeyn Kâtibi (Padişahın Genel Sekreteri) oldu, bir süre sonra da "vezir" payesiyle Ayan Meclisi üyesi seçildi.
Sadrâzamlık (Başbakanlık) makamına, ilk kez 19 Ekim 1879’da getirildi.
Sultan II. Abdülhamid zamanında gel–gitler şeklinde yaşanan diğer sadrâmlık tarihleri ise, kısa aralıklarla şu şekilde gerçekleşti: 1880, 1882, 1883, 1895, 1901, 1908, 1911, 1912. Said Paşa, bu yönüyle rekor sahibidir.
16 Temmuz 1912'de son Sadrâzamlık süresi noktalanan Küçük Said Paşa, hem ıslâhatçı, hem idare–i maslahatçı, hem de mütehammil bir şahsiyet olduğu için, 12 Haziran 1913’te Meclis–i Âyan Başkanlığına atandı.
Said Paşa, bu vazifede iken 29 Şubat (1914) gecesi vefat etti. Mezarı, Eyüpsultan Kabristanındadır.
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|