Medya eleştirmeni Alper Görmüş, “1950’den sonra iktidara gelen toplum kesimlerinin bizden olmadığı, düşman olduğu, bizi yok edecekleri fikrini vermeye çalışıyorlar. Bu güce karşı bilinen muhalefetin yeterli olmayacağını söylüyorlar. Eğer karşınızdakini bizden kabul etmezseniz, düşman safına itersiniz ve o yıkılmadan yaptığı hizmetlerin bir anlamı yoktur. Onu yıkacak olaylar Türkiye için hayırlı olmasa da sevinç meydana getirir. Çevremde bu hükümetin yıkılması karşısında siyasî ve iktisadî krize razı olan insanlar var. İşte, asıl bölmeyi ve parçalamayı gerçekleştiren bu ruh. 28 Şubat’ta da bu ruh vardı. 2004’te ve Ergenekon’da da aynı ruh var” diyor.
* 28 Şubat’ın medya organlarında işlenmesinin gereksiz olduğunu, o dönemin kapandığını söyleyenler var. Siz bu değerlendirmelere katılıyor musunuz?
Toplumun kendi kendini yönetemeyeceği bir vasiye ihtiyacı olduğu kanaatini içinde barındıran 28 Şubat girişimi bütün canlılığıyla sürüyor. Bunu her gün, an be an yaşıyoruz. Meselâ ben 28 Şubat’tan bir gün sonra darbe günlüklerini yayınladığım için yargılanacağım. 28 Şubat tarzı girişimlerinin ortaya çıkan ve çıkmayanlarıyla birilerinin kafasında olduğu açık. 28 Şubat’ın önemli isimlerinden Doğu Silâhçıoğlu geçen Cumhuriyet gazetesine yazdığı yazıda 27 Mayıs, 28 Şubat karması bir müdahale öneriyordu. “Mevcut hükümet yıkılmalıdır. Sivil örgütler nerede gerekiyorsa oraya yığılmalıdır. Bu tür partilerin seçime girip kazanmamaları için, bir nesil iktidara gelmeleri için önlemler alınmalıdır. Gereken yapılmalıdır” diyor. 28 Şubat geride kaldı demek, kötü niyetli bir yorum değilse, büyük bir saflıktır.
* Burada önemli olan 28 Şubat ruhunu sorgulamak değil mi? 28 Şubat ruhuna sahip olanlar gerçekten rejimin tehlikede olduğunu mu düşünüyorlar, yoksa bu tehlike fikrini kendi iktidarları açısından araçsal olarak mı kullanıyorlar?
Bu ruhu kullanmak isteyenlerin rejimin tehlikede olmadığını gördüklerini zannediyorum, ancak ikinci kademede sahiden böyle bir tehlikenin var olduğuna inananlar da var. Bizim toplumumuz kitlelerin korkutularak nasıl kamplaştırıldığına dair dünya bilim adamlarına önemli veriler sunuyor. Ruh dediniz şey buradan besleniyor. Burada kitleleri etkileyen büyük bir güç var. Bu tür ruhların oluşturulmasında medyanın tayin edici gücü olduğunu düşünüyorum. Medyayı işin içine katmadan bu tür ruhları meydana getirmek mümkün değil, ancak bu her zaman başarılı olurlar anlamına gelmiyor. 28 Şubat’ta başarılı oldular, ancak son dönemde yaşadığımız 27 Nisan sürecinde başarılı olamadılar.
* Peki onların tarif ettiği ve tehlikede olduğunu söylediği rejimin aslı cumhuriyet ve demokrasi mi?
Tarif ettikleriyle kafalarındaki rejim aynı değil. Batıya kendilerini Türkiye’nin cumhuriyetçileri ve demokratları olarak lanse edebiliyorlar, ama bu kırılmaya başladı. 11 Eylül’den sonra depreşen korkular sayesinde bu algıyı vermede başarılı oldular, ama bu da kırılmaya başladı. Buraya yakından bakan insanlar, kendilerini cumhuriyetçi ve demokrat olarak lanse edenlerin zihinlerindekilerin farklı olduğunu görüyor. Zihinlerinde çoğulculuk, özgürlük olmadığını, zihinlerinde otoriter, totaliter, mümkünse (ama değil) toplumu total olarak denetleyecek rejim kurguladıklarını biliyorlar. Bu kesimler gayet etkili bir yöntem uygulayarak karşısındakileri, biz çerçevesinin dışına atabiliyorlar, kendi ittifaklarına bu kesimleri düşman olarak algılatabiliyorlar. Bu büyük bir ruh.
* Nasıl yani?
1950’den sonra iktidara gelen toplum kesimlerinin bizden olmadığı, düşman olduğu, bizi yok edecekleri fikrini vermeye çalışıyorlar. Bu güce karşı bilinen muhalefetin yeterli olmayacağını söylüyorlar. Eğer karşınızdakini bizden kabul etmezseniz düşman safına itersiniz ve o yıkılmadan yaptığı hizmetlerin bir anlamı yoktur. Onu yıkacak olaylar Türkiye için hayırlı olmasa da sevinç meydana getirir. Çevremde bu hükümetin yıkılması karşısında siyasî ve iktisadî krize razı olan insanlar var. İşte asıl bölmeyi ve parçalamayı gerçekleştiren bu ruh. 28 Şubat’ta da bu ruh vardı. 2004’te ve Ergenekon’da da aynı ruh var....
* Ve bu, devletin bazı organlarında bulunan insanlarla yapılıyor öyle mi?
Kendi iktidarlarını sürdürmek isteyen dar bir kadronun bilinçli bir şekilde çevresindeki kesimleri etkileyerek aklı devre dışı bırakma girişimleri. Burada bir ruh ortaya çıkıyor. Bu atmosfer içinde güdülebilir kitleler haline geliyorlar. Cumhuriyet mitinglerinde de aklın devre dışı kaldığı böyle bir ruh var...
* Dindarları akıllarını kullanmamakla suçlayan kesimler, nasıl güdülebilir hâle geliyorlar?
“Ben doğru mu yapıyorum?” sorusunu sorduracak bilinci dışlayacak şeyler görüyoruz. Benim hiçbir şey anlatamadığım sevdiğim insanlar var. Onlar için kelimelerin anlamı yok. Bazen ümitsizliğe kapılıyorum...
* Ne tarz insanlar bunlar?
Okumuş yazmış, kafası açık insanların kendilerini bu kadar dar bir alana sürüklemeleri bende öfke oluşturuyor. Bu tarz insanlar, dedikoduları şayiaları sorgulamaksızın kabul ediyorlar. Muhafazakâr kesimi tek merkezden yönlendirilen, yürü denilince yürüyen bir blok gibi algılıyorlar. Ancak başörtülü kadınların özgürlük bildirisi yayınlamaları, bazı katı insanları bile gevşetti. CNNTürk’te Ahmet Hakan’ın programına katılmıştım. Program arasında Oktay Ekşi bu bildiriden etkilendiğini söyledi. Bunun yanında, “Bunların canını bunlar okuyacak” diyerek pragmatik bir yaklaşım da sergiledi. Bu tarz girişimlerle kendi kafalarındaki modelin çöktüğünü, o kesimde de farklılıklar olduğunu görmeye başlıyorlar. Biz sakin olmalıyız ve bu kesimle ilişkilerimiz kesmemeliyiz. Zaten istenilen bu kesimlerin ilişkilerinin kesilmesi, orada neler oluyorun bilinmemesi, ki meydana getirdikleri algı geçerli olsun. Tartışma kanallarını açık tutmalıyız. Bunu sizin gazete iyi yapıyor.
* Sizce, Türkiye tarihinde darbeler toplum tarafından kabullenilmiş midir?
12 Eylül’ü okuduklarından ve izlediklerinden anlamaya çalışan, 28 Şubat’ı açık bir darbe olmadığı için algılayamayan gençler, konuştuğumuz korku nedeniyle darbenin hayırhah bir şey olabileceğini düşündüklerini büyük bir üzüntüyle seziyorum. Ordunun en modern, en disiplinli kurum olduğunu düşünüp, ancak bu tarz modernlikle toplumun yönetilemeyeceği bilinci olmayan insanlar, ülkenin orduyla daha çabuk kalkınacağını düşünüyorlar. Toplumun büyük bir kesiminde, genlere işlemiş bir şekilde, yukardan demir bir yumrukla kötülüklerin ezilebileceğine dair bir kanaat var. Kahve sohbetlerinde dürüst bir diktatörün gelerek bütün kötülüklerin ve yoksulluk, yolsuzluklara son vermesi istekleri dile getirilir. Modern dünya ile bir kaos ve karışıklık yaşanıyor. İnsanların bu tür ortamlarda disiplin istekleri artar. Disiplinli bir yönetimle huzurlu olacaklarını düşünürler. Tüm bu veriler ışığında baktığımızda toplumsal kodlarımızda yukardan darbeyle huzurlu olacağımız görüşünün hakim olduğunu görebiliriz. Darbelere karşı olduklarını söyleyenlerin bile, bundan etkilendiğini düşünüyorum. Böyle bir toplumda, 28 Şubatvari ruhlar çabucak yayılabilir..
* Siz röportajın başında kendini cumhuriyetçi olarak lanse edenlerin, aslında zihinlerinde farklı bir rejimin olduğunu söylediniz. Yine cumhuriyetçiler, muhafazakârlar için “Bizim sözcüklerimizle, demokrasi, insan hakları söylemleriyle rejimin altını oyuyorlar” diyorlar. Sizin görüşünüz nedir?
Sosyolojik böyle olsa dahi, eğer sistemin dışına çıkılmıyor, demokrasi işletiliyorsa kimsenin buna sözü olmasa gerek. Eğer siyasî İslâm’a inanmış bir grup insan önce devleti ele geçirip sonra toplumu şekillendirmeye kalkarsa, pozisyonumu alırım. Ben her türlü tepeden inmeci girişime karşıyım. Hepsini Leninist görürüm. Ama toplum içindeki muhafazakârlaşma eğilimlerini tehlikeli görmem. Toplumu daha dindar hale getirme hakkını savunurum, ama bir iktidarın toplumun bütün kesimlerini bir kalıbın içine sokma girişimlerine karşı çıkarım. Ben Türkiye’de demokrasiyi kullanıp, demokrasiyi tepelemek isteyen İslâmî kesimin çok marjinal bir kesim olarak görüyorum. Bu toplumun Müslümanlığının komplocu yaklaşımlardan arî olduğunu düşünüyorum. Burada bambaşka bir Müslümanlık var. Çoğulculuk zorlandığı için değil, bünyesinde var. Tarih bize bunu gösteriyor.
* Bir medya eleştirmeni olarak, kriz dönemlerinde medyanın neden toplumdan değil de, devletten yana olduğunu düşünüyorsunuz?
Bu ilişki her zaman var ancak bazı dönemlerde bu kristalleşir. Türkiye’de medya, devletin büyük ağırlığının olduğu müesses nizam içinde, o nizamın bekçisi konumunda. Bunun tarihî, iktisadî, ideolojik nedenleri var. Normalde medya toplumda olanları yönetime aktarır, yönetim de “Ben böyle bir toplumu yönetiyorum” diyerek siyaset geliştirir. Bizde tam tersi, medya devlete bakıyor ve toplumdan ne istiyorsa üzerine korku sosu ekleyip topluma aktarıyor. 28 Şubat manşetleri böyledir. Radikal’in 15 Şubat 1997’de, 28 Şubat’a günler kala “İslâm faşizmi” manşeti atması, benim için çok önemli. Ayrıca manşet bir yazarın yorumuydu. Orada açık bir düşmanlık işleniyordu. “Bunlar var ya bunlar, bunlar şunlardır” diyen, açıkça düşmanlığı körükleyen, mevcut iktidarın gönderilmesi için ne yapılması gerekiyorsa her yolun meşru olduğunu söyleyen bir manşetti. Dikkat ederseniz, hak ve adaletten bahseden Radikal’den bahsediyoruz. İşte böyle dönemlerde medya ile devlet arasındaki hastalıklı ilişki ortaya çıkar. Bir dönem topluma dönmüş gibi görünen medyanın, kulağını yeniden yukarı diktiğini görürüz.
* Türkiye’deki yeni süreçlerde medyanın çoğullaşmasının, farklılaşmasının 27 Nisan süreci gibi süreçlerin önünü tıkadığını düşünüyor musunuz?
Çok önemli bir soru sordunuz. Türkiye’de medyayı işin içine katmadan, ikna etmeden hiçbir oyunu tutturamazsınız. Ancak medyanın içine katıldığı bütün oyunlar tutar diye de bir şey yok. Medyanın farklılaşması, toplumdaki farklı bakış açılarını yansıtması, hiç şüphesiz 27 Nisan sürecinin başarısız olmasında büyük etkendir. Artık bütün medyayı oyunun içine katacak bir sistem yok. Medyadaki son değişiklikler ve zenginleşme otoriter eğilimlerin kabusu oldu.
* Taraf gazetesi bu noktada önemli bir rol oynuyor. Dağlıca baskını sonrası attığı manşetlerle dikkat çekti. Taraf gazetesine baskı yapılıyor mu?
Baskı yapıldığını düşünmüyorum. Buna cesaret edemezler, çünkü bunu doğrudan gazetede faş ederler. Zaten Ahmet Altan da paşalara “Biz korkmayacak kadar ihtiyarız” demişti.
Yeni Asya samimî özgürlük taraftarı
* Bir medya eleştirmeni olarak Yeni Asya hakkındaki görüşleriniz neler?
Yeni Asya Türkiye’nin en özgürlükçü gazetelerinden. Samimi özgürlük taraftarı. Kendi gibi düşünmeyen, hissetmeyenlerin özgürlüğünü de savunan son derece düzgün çizgisi olan bir gazete. Yeni Asya gazetesi bazılarının anlayamayacağı şekilde özgürlükleri AB çerçevesine oturtuyor ve bunu korkusuzca yapıyor. Başbakan’ın konuşmasına atıfla söylemiyorum, ama toplumda Avrupa’nın bütün rezilliklerin ve kepazeliklerin kaynağı olarak gören bir toplumsal atmosferde, Yeni Asya’nın bunu yapması müthiş siyasî cesaret örneği. Yeni Asya başkalarının özgürlüklerini önemli bulurken, kendi çizgisini de tavizsiz savunan bir gazete. Ayrıca özgürlüğü kardeşlikle destekliyor. Kardeşlik vurgusu yapılmayan özgürlük çıkışlarının totaliter emellere hizmet edeceğini düşünüyorum. Çok düzgün kalemleri var, kendilerini çok düzgün ifade ediyorlar.
|