|
|
Şükrü BULUT |
Türklerle Almanların kader birliği |
|
Planlı, bilinçli ve siyasî dehalara dayalı bir kader birliğinden bahsetmiyorum. Üzerlerinde bulundukları coğrafyalardan, içine düştükleri tarihî hadiselerden az da olsa karakteristik özelliklerinden kaynaklanan tenasüplerden bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda Alman ve Türk olmadıkları halde “Almancılık ve Türkçülük” oynayanların tiyatro gösterilerinin mahiyetini anlayamayan avamda yeniden panik başladı. Malûm medyanın manşetlerine ve bazı köşe yazılarına düşen yansımalarla ciddî ciddî bir Alman–Türk düşmanlığının varlığının telâşına düştüler.
Almanlarla Türklerin beraberlikleri haksızlıklara, siyasî oyunlara ve tarihî yağmalara karşı bir ittifak olduğundan; fıtrîdir, sağlamdır ve kolay kolay çözülmez. Şam Emevî Camiini Johannes Paul’den çok önceden Alman İmparator II. Wilhelm ziyaret ettiğinde, Cami haziresindeki Sultan Selâhaddin'in türbesi önünde tarihî bir konuşma yapıyor: “Padişah ve sath-ı arzda yayılmış ve onu halife bilen 300 milyon Müslümanlar emin olalar ki Alman İmparatoru ilelebed onların dostu olacaktır.”
Bu dönemler, Materyalist Avrupa’nın semavî dinlere ve bilhassa İsevîlere fikren hayat hakkı tanımadığı dönemlerdir. İngilizlerin hasis menfaatleri uğruna dessasane bir şekilde bu materyalizm dalgasını kullandığı zamanlardır! Osmanlı Padişahı İngilizin tasallut, hile ve oyunlarından kurtulmak üzere daha ziyade Almanlarla çalışmaktadır. Avrupa teknolojisinin Osmanlı ülkesine girdiği mecra, Alman mühendislerinin oluşturdukları büyük projelerdir: Şark Demiryolları, Hicaz Demiryolu, Galata Köprüsü, yeni fabrikalar ve başka eserler Almanlar tarafından yapılmıştır, o günlerde…
İttihatçıların iktidara geldiği dönemlerde bilhassa Türk ve Müslüman olmayan Selaniklilerce devlet içinde başlatılan “Türkçülük” hareketinden en çok etkilenen Almanlar olmuş. Sultan Abdülhamid’e verdikleri destek ve bunca zamandır imparatorluk içinde Selaniklilerin iktidarlarına mani olduklarından suçlu bulunan Almanya’nın çocukları, çeşitli hile ve oyunlarla Osmanlı ülkesinden Türkçü ittihatçılarca kovuluyorlar. Osmanlı devletinde iş yapma şartları arasına “Türkçe konuşma ve yazışma” mecburiyeti getirilince, Alman işveren ve teknoloji elçileri kendilerini ofsaytta buluyorlar.
Selaniklilerin Ankara’yı mekân ittihaz ettikleri ve ülkenin her meselesini istibdatları altına aldıkları dönemlerde, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’dan Türkiye’ye kaçan Alman aydınları ve prof.larının Türk halkına ve millete ne kadar faydaları dokunduğu araştırılmalıdır. Almanya’nın deve dişi gibi ilim adamları uzun süre Türkiye’de kalarak canlarını kurtarıp ve lüks içinde yaşadıkları halde, Türk milletinin istifade edebileceği kalıcı ve Türkiye’ye ufuk açıcı bir projenin onlarca meydana getirilip–getirilmediği de araştırılmalıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Almanya’nın dehşetli bir harbin külleri arasında tekrar yükselmeye başladığı dönemlerde, işçi ihtiyacını Türkiye’den karşılaması da her iki milletin kader birliğinin bir başka örgüsüdür. Kırk küsûr senedir Almanya’da barış içinde yaşayan ve Anadolu’da bulamadıkları din ve vicdan hürriyetini bu ülkede bulan işçilerimizle Almanlar arasında çıkartılmak istenen sürtüşmenin arka plânını öğrenebilmek için, hadiseleri bir bütün olarak ele almak gerekiyor. Bilhassa Avrupa dinsizlerinin, İslâma olan düşmanlıklarına Türkleri bahane etmelerinin asıl sebebini, yine bir araya getirilecek kırk küsûr senelik resimlerin birleştirilmesiyle ortaya çıkar. İsevî dinini kültürünün mayası kabullenmiş Almanya, bir başka semavî din olan İslâmiyeti hayatının kıvamı olarak kabullenmiş Türklerle kesinlikle çatışma içine giremez. Zira her iki coğrafyadaki halkları birleştiren ve millet haline getiren; İslâmiyet ve Hıristiyanlıktır. Bu milletlerin bindikleri dalı kesmelerini beklemek, elbette akıllılık olmaz.
Almanlarla Türkleri bekleyen büyük vazifeler var. Avrupa’daki barışın kilidi olan Almanya’ya mukabil, Türkiye’nin dünya barışının kilidi olduğunu zinhar unutmamak gerekiyor. Her iki ülkedeki ukdeler; barış içinde ve cesurane bir şekilde Alman ve Türk aydınlarınca açıldığı takdirde, dünyadaki kan ve gözyaşının çoklukla duracağını iddia etmek; doğru tarihi, günümüz, yarın ve geleceğimizle mukayese etmek anlamına da geliyor.
Gerek Türkiye’de ve gerekse Almanya’da ipleri millet iradesinde olmayan medyanın hadiseleri Avrupa’nın saldırgan dinsizlerinin isteği istikàmetinde resimleme ve yorumlamaları, sıkıntıyı arttırıyor ve avam arasındaki paniği ziyadeleştiriyor. Bazı Türk düşmanı geçinen politikacıların, icraatları neticesinde zararı en çok Almanlara verdiğini de burada belirtelim: Aile Bakanı Ursula Von Leyen gibi… Türkiye’yi hergün bayraklarla donatarak millete kaygı yaşatan ve Hıristiyanları ve Avrupalıları düşman ilân edenler de bizim Von Leyenlerimiz. Selaniklilerimiz biliyorlar ki, AB ortamında keyfî istibdatları sürdürmek ve milletin malını hilelerle çalıp gasp etmek mümkün olmayacaktır…
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Gayr-i müslimle selâmlaşma |
|
Şanlıurfa’dan: “Gayr-i Müslimlere selâm vermenin usulü nedir? Yöremizde Yezidî ve Hıristiyan vatandaşlara Allah’ın selâmı yerine günaydın, merhaba... vb. gibi hitap şekilleri yaygındır. Bu uygun mudur ve selâm bakımından yeterli midir?”
Müslüman olmayanlarla ilişkilerimizi koparmamız doğru olmaz. Esasen Müslümanların, Müslüman olmayanlara hidayet kapısını açık bırakacak şekilde yakın durmaları ve gerek salih amelleriyle, gerekse ihtiyaç oldukça dilleriyle dinlerini tebliğ etmeleri bir vazifedir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın bile beşer aklına ve seviyesine inmiş bir İlâhî tenezzül olduğunu ifade eder.1 Kur’ân’a muhatap olup Kur’ân’ı anlayanların ve iman edenlerin ise, Kur’ân’ı bilmeyenlere karşı, onlardan düşmanlık görmedikçe ve bir zarar ummadıkça, Kur’ân’ı tebliğ adına onlara tenezzül borcu vardır. Yani, onlarla anlayışları seviyesince iletişim kurmamız bir vazifedir ve bunda bir sakınca görülmez.
Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) kendisinden zarar ummadığı ve hayır beklediği başka din mensuplarına selâm vermiştir. Fakat şer umduğu ve hayır beklemediği başka din mensuplarına, nezaketini kaybetmemekle beraber, selâm vermemiştir.
Meselâ; Peygamber Efendimiz (asm) hidayete erecek derecede iyi niyetli oluşundan şüphe etmediği Habeş Kralı Necâşî’ye yazdığı mektuba “Selâm üzerinize olsun!” diyerek başlamıştır. Necâşî de, bu mektuptan sonra hidayete ermiştir.
Peygamber Efendimiz (asm) Rum Kralı Herakliyüs’e yazdığı mektuba ise, “Esselamü alâ menittebea’l-Hüda” (Selâm hidayete erenlerin üzerine olsun) diyerek başlamıştır. Rum hükümdarı iman etmiş, fakat imanını kendi vatandaşlarından gizlemiştir.
Resûlullah Efendimiz (asm) İran hükümdarı Kisrâ b. Hürmüz’e yazdığı mektuba da: “Selâm, hidayete tâbi olup Allah’a ve O’nun Resûlüne iman eden ve Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, O’nun şerik ve benzeri olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet edenlerin üzerine olsun!” diye selâm vererek başlamıştır.2 Bilindiği gibi İran Kisrâsı iman etmemekle beraber Peygamberimizin mektubunu yırtmıştır.
Hz. Âişe anlatıyor: “Yahudilerden bir grup Resulullah’ın (asm) huzuruna girdi ve: ‘Essâmu Aleyke (ölüm üzerine olsun)’ diye tel’in ifadesini selâma benzeterek kullandılar. Peygamber Efendimiz de (asm) nazikçe: ‘Ve aleyküm.’ (Size de olsun!) buyurdu.
Fakat ben bu cevapla yetinmeyip: ‘Sam ve lânet size olsun’ dedim.
Bu defa Resûlullah (asm):
“Ey Âişe, sakin ol! Çünkü Allah her işte rıfkla (tatlılıkla ve yumuşaklıkla) hareket etmeyi sever!” buyurdular. Ben:
“Ey Allah’ın Resûlü, ne söylediklerini işitmedin mi?” dedim. Resulullah (asm):
“Ama ben de, ‘Ve aleyküm’ (Size de olsun!) dedim” cevabını verdiler.3
İbnu Ömer (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: ‘Yahudiler size ‘Essâmu Aleyküm’ (ölüm üzerine olsun) diye selâm verdiklerinde siz de onlara ‘Ve aleyke!’ (Sana da olsun!) deyiniz.”4
Kezâ bu sebeble Resulullah (asm) bize şöyle bir ölçü bildiriyor: “Hıristiyan ve Yahudilerle karşılaşınca (eğer bir zarar umarsanız) önce siz selâm vermeyin, (onlar size versinler, siz onların selâmını alın).”5
Yukarıya aldığımız haberlerden de anlaşılacağı üzere, Gayr-i Müslimle karşılaştığımızda kötü niyetli oldukları konusunda elimizde bir karine ve bir delil yoksa onlara selâm verir ve selâmlarını alırız.
Aksi takdirde, mümkünse onların selâm vermelerini bekleriz. Selâmlarını da anladıkları dilden ve anladıkları kelimelerle alırız. Eğer biz selâm verme durumunda olursak, onların anladıkları ve algıladıkları dilden;–merhaba, günaydın gibi; ya da eğer sünnetteki selâm şeklini biliyorlar ve kabul ediyorlarsa sünnetteki şekliyle yani doğrudan selamün aleyküm diyerek—selâm vermemizde bir sakınca olmaz. Müslümanlar ile karşılaştığımızda ise hiç şüphesiz sünnette olan şekliyle selâm vermeli ve almalıyız.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 115
2- El-Bidâye, 7/269
3- Kütüb-ü Sitte, 10/185
4- Buhârî, İsti’zân 229; İstitâbe 4; Müslim, Selam 8, (2164); Muvatta, Selam 3, (2, 960); Ebû Dâvud, Edeb 149, (5206); Tirmizî, Siyer 41, (1603).
5- Müslim, Selam 13, (2167); Tirmizî, İsti’zân 12, (2701); Ebû Dâvud, Edeb 149, (5205).
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sahabenin sevinci |
|
İyiliklerin insanı sevindirdiğini bilmeyenimiz yoktur. Allah zaten rahmeti ve hikmeti gereği iyiliğin içine peşin bir mükâfat da koymamış mıdır?
Bozulmamış fıtratlar mutlaka iyiliklerdeki bu lezzeti hissederler.
Hayatları iyilik ve güzelliklerle dolu Sahabenin en büyük zevk ve mutlulukları da iyilik için çırpınmalarıydı. Başkalarının yüzlerinin gülmesi onları mutlu eder, sevinçleri sevindirir, üzüntüleri üzerdi.
Birgün Kâinatın Efendisinin (asm) huzuruna Abd-i Kays Kabilesinden bir heyet gelmişti. Bunlar hiçbir zor görmeden kendi ayaklarıyla gelip Müslüman olmuş bir kabileydi. Sahabe buna çok sevinmiş, oturmaları için hemen yer göstermişlerdi. Resûlullah (asm) onlarla yakından ilgilenmiş, iltifatta bulunmuş, memleketlerini sormuş, söylediklerinde bir bir köylerinin ismini saymış, onlar da şaşırıp, “Anam babam size fedâ olsun ya Resûlallah! Köylerimizin isimlerini bizden daha iyi biliyorsunuz” demişlerdi. Resûl-i Ekrem de (asm) kadirşinaslığını şu cümlelerle dile getirmiş, “Ben sizin memleketinize geldim. Büyük ikramlar gördüm” buyurmuş, Ashabına yönelip bu kardeşlerine ikramda bulunmalarını, onların hiç bir zor görmeden kendiliklerinden Müslüman olduklarını belirtmişti.
Ertesi günü Allah Resûlü (asm), misafirlerine, kardeşlerinin ikram ve misafirperverliklerini nasıl bulduklarını sordu. Onlar da, “Ne iyi kardeşler!” diye söze başladılar. Yumuşak yataklarda yatırdıklarını, güzel ikramlarda bulunduklarını, gece gündüz Cenâb-ı Hakkın kitabını, Resûlullahın sünnetini öğrettiklerini belirttiler. Son derece memnun kalmışlardı. Kimi Fatiha’yı, kimi Tahıyyat’ı, kimi iki sûre, kimi de bir veya iki hadis öğrenmişti. Resûl-i Ekrem de (asm) bunları tek tek kontrol etmişti.1 Heyet tam iki hafta Medine’de kalmış, dinlerini iyice öğrendikten sonra memleketlerine dönmüşlerdi.
Allah Resulü (asm), “Ya bilen, ya öğrenen, ya dinleyen ya da bunları seven ol. Beşincisi olma helâk olursun”2 buyururlar.
Herşeyden önce Allah’ı, peygamberi, dinin temellerini öğrenmek gerekiyordu. Allah Resûlü (asm), “Allah, bir kimsenin hayrını murad ederse onu dinde anlayış sahibi kılar”3 buyurmuşlardı. Bilenler öğretecek, bilmeyenler de öğrenecekti. Hem, “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir”4 buyurmuşlardı.
Evet en önemli mesele: Dini öğrenmek ve öğretmek!
İşte Sahabenin bütün sevinci buydu.
Dipnotlar:
1- Müsned, 4:236; Terğib, 4:152.
2- Mecmaü’z-Zevâid, 1:132.
3- Buharî, İlim: 10; Müslim, İmare: 175; Tirmizî, İlim: 4.
4- Buharî, Fezâilü’l-Kur’ân: 21; Ebû Davud, Vitr: 14.
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Balkan devletlerinin çıkış yolu |
|
Kurulan ve yeniden bağımsızlığa gidecek olan Balkan devletlerine baktıkça ve yeni gelişmeleri gördükçe, mazi ile kıyas yapmak mecburiyetinde kalmaktayız. Müsbet manzaralarla hazin tabloları müşterek görmekteyiz. Bunları temâşâ ederken ve yaşadığımız dönemde gördüklerimizi tahlil ederken, “Yok mu bir kurtarıcı, yok mu bir halaskâr ve müjdeci, yok mu bir mürşid-i kâmil?” diye fikir dünyasının silinmeyen sayfalarına bakmaktayız.
Balkanlar 24 milyon km² karelik Osmanlı devlet-i âliyesinin görkemli ve münbit bir parçası. Fikir dünyasından yer altı zenginliklerine kadar... Yüzyıllarca, büyük medeniyetlerin oturduğu, fikir dünyasının yaygınlaştığı ve maalesef savaşların meydanı olduğu tarihî toprak parçalarının birleştiği mekândır. Hangi kitabı açsan ve hangi toprak parçasını sıksan sana ibret vesikasını sunacaktır. Fakat alıcı, akl-ı selim olursa anlayacaktır, yol bulacaktır..
550 yıl civarında Osmanlı ecdadımızın hâkim ve hükümran olduğu bu aziz Balkan toprakları, 1920’lerde Osmanlı’dan ayrıldıktan sonra, 2008 itibarıyla millet olarak ve devlet olarak parça parça irili ufaklı devletler topluluğu haline geldi. Nereye varacak, ne yapacaklar, zaman gösterecek. Eski Yugoslavya, bir kez daha parçalandı ve parçalanacak... Kopanlar 4-5 derken, 6 ve 7’yi bulmaktadır. Hırvatistan böyle, Karadağ böyle, Sırbistan böyle.
Bunlardan Makedonya Cumhuriyetinin nüfusu 2 milyonu aşkın. Başşehri Üsküp’ün nüfusu, 2002 sayımlarına göre 600 bin kişidir. Etnik gruplar Makedonlar, Arnavutlar, Türkler, Çingeneler, Sırplar, Boşnaklar ve diğerleridir. Ülkede 1200 kilise, 400 cami bulunur. Üsküp’te Ortodoks ve İslâm dinine mensup insanlar için değişik okullar vardır.
17 Şubat 2008 tarihinde bağımsızlığına kavuşan Kosova’nın nüfusu 2 milyon civarında. Başşehri Priştine’nin nüfusu 600 bin. Nüfusunun büyük bir kısmını, Arnavutlar ve Çerkezler oluşturuyor. Sırplar, Boşnaklar, Türkler ve Çingeneler şehirde yaşayan diğer etnik gruplardır. Priştine’de Priştine Üniversitesi ve Priştine Ovası’nda I. Murat’ın türbesi bulunmaktadır.
Arnavutluk Cumhuriyeti: Başşehir Tiran’ın nüfusu 2008 yılı itibariyle 4 milyon. Komşuları Karadağ, Kosova, Makedonya Cumhuriyeti ve Yunanistan’dır. Arnavutluk’da irili ufaklı bir çok etnik grup bulunur. Nüfusun en büyük kesimi Arnavut’tur. Diğer önemli etnik gruplar Yunanlar, Müslüman Makedonlar, Goraniler, Romenlar, Karadağlılar, Bulgarlar, Balkan Mısırlıları ve Yahudiler’dir. Ülkenin yüzde yetmişi Müslüman olmakla birlikte Arnavut Ortodoksları nüfusun yüzde yirmisini oluşturur. Yüzde onluk bir kısım da Katoliktir.
Bosna Hersek: Komşuları; Hırvatistan, Karadağ, Sırbistan. Nüfusu, 5 milyon civarında.
Karadağ, Eski Yugoslavya’yı oluşturan altı cumhuriyetten biriydi. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra, 3 Haziran 2006’da ise Karadağ Parlamentosu, referandumda çıkan sonuca dayanarak Karadağ’ın bağımsızlığını ilân etti.
Diğerlerini saymak ve detaylarına inmek kitapları alır, biz ancak satır başlarını almaktayız.
Hz. Bediüzzaman, bugünkü ve bundan önceki bütün acı manzarayı o günden görür ve ırkçılığın ortadan kalkması ve gerçek ittihadın husûle gelmesi için 16 Haziran 1911’de üç haftalık bir seyahatte Balkanların kalbi olan Üsküp’te Osmanlı hünkârı Sultan Reşad ile birlikte bir üniversitenin temelini atarlar. Bahsi geçen üniversitenin senatosunda ve müfredatında esas maksat ittihad-ı İslâm, milletlerin bir arada yaşamaları ve Avrupa ile yarışmalarıydı. Ayrıca eğer bunun önemini idrak etmeseydi Sultan Reşad buralara kadar gelmezdi. İşte mürşid-ı kâmili anlayanlar…
Bu ittihadın ve bu üniversitenin hayata geçmesiyle ve İkinci Meşrûtiyetin oturmasıyla müjdelerin tahakkuk edeceğini ifâ eder ve der ki: “Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden kaviyen ümitvârız.” İnşallah, bütün menhus ruhlara ve şer güçlere rağmen, beklenen müjdeler bu yeni kurulan ve fikr-i hürriyetle ortaya çıkan yeni devletlerde tahakkuk eder. Keşke Balkanlar küçük AB olsa…
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
"Allah, bir daha yazdırmasın" |
|
Merhûm Mehmed Âkif, istikbâlde gelecek tenkit ve itirazları da hesaba katmış olacak ki, İstiklâl Marşını "Allah bu millete bir daha yazdırmasın" duâ ve temennisiyle kaleme almış.
Şunu da hemen hatırlatalım ki, Hakk'a dayanan ve ordu–millet kaynaşmasının en güzel bir nişânesi olan İstiklâl Marşı, Lozan görüşmelerinden sonra (1923) esmeye başlayan yıkıcı Prutluk kasırgasından kurtarılabilen resmî cenahtaki tek mefahirimizdir.
Onun dışındaki hemen her şey yakıldı, yıkıldı, devrildi, âdeta "hâk ile yeksân" edildi.
Kaldı ki, bu marşın bile güftesini değil, ama bestesini öyle bir şekle soktular ki, okunduğunda mânâ bütünlüğü kayboluyor, anlaşılmaz bir hale dönüşüyor. Meselâ: "...o be nim–mille...", veya "...lardaaa yüüüzeeen aaalsancaaak" gibi.
* * *
Şimdilerde üzüntüyle şahid oluyoruz ki, İstklâl Marşının bestesinden değil de güftesinden rahatsızlık duyanlar var.
Bu marşın mısralarına serpiştirilen altın ve elmas değerindeki "Hakk, Hûdâ, imân, ezan, secde, mábed, şehádet, cennet, hilál, helál..." gibi tâbirlerden rahatsızlık duyanlar, ne yazık ki hüviyetinde "Müslüman–Türk" diye yazıyor.
Hani, muarız kişi ecnebi olsa, gayr–i Türk, yahut gayr–i müslim biri olsa, buna "Normaldir" der, geçersiniz. Ne var ki, durum başka, vaziyet ciddî. Zira, o ulvî–kudsî tâbirlere tiraz edenlerin içinde, hatta başında bu vatanda paşa olmuş, generallik rütbesine kadar yükselmiş kişiler var.
Yani "Kahraman ordumuza" ithafen yazılmış olan bir "Millî Marş"ın muhtevasına—emekli olsa bile—bir ordu mensubunun muhalefet etmesi, yahut hakaretâmiz tenkitlerde bulunması, cidden ıztırap vericidir.
* * *
Esasında, tâ başından beri Mehmed Âkif gibi bir imân âbidesinden rahatsız olan ve onun bütün hissiyat ve fikriyatıyla kaleme almış olduğu İstklâl Marşından hazzetmeyen kimselerin varlığından haberdarız.
Onların, oldum olası Hakk'tan, ezandan, secdeden, mâbetten, hoşlanmadığını biliyoruz.
Fakat bu şiir, öylesine bir iman coşkusuyla yazılmış ve milletin mâşerî vicdanında öyle bir yer edinmiş ki, mahiyetindeki mânâya en muarız olan kimseler dahi bunun "millî marş" olarak kabul ve muhafaza edilmesine karşı gelememişler.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, şimdiki itirazların da ciddî bir tesiri olmaz. Emin olun, ancak sinek vızıltısı kadar bir etkisi olur; o da gelir, geçer.
* * *
Burada bizi en çok düşündüren ve cidden rahatsız eden durum, Mehmed Âkif'i ve İstklâl Marşını savunalım derken, katı milliyetçilik damarının depreştirilmesi, yahut koyu ırkçılık bataklığına doğru sürüklenilmesidir.
Türkçülük tarafı ağır basan bazı muhafazakâr kalemler, itirazcı paşaya itiraz ile Mehmed Akif'i müdafaaya çalışırken, ne hazindir ki merhûm Âkif'i neredeyse "şovenist Türkçü" bir şahsiyetmiş gibi lanse etme zehabına düştüler.
Oysa "Ben ki Arnavudum... işte perişan yurdum" diyerek, her türlü ırkçılığa dinî gerekçeyle muhalefet eden ve tehlikeli sonuçlarına dikkat çeken Mehmed Âkif'in, sahiden unsuriyetçilik yapmış gibi gösterilmesi, bize göre diğerinden çok daha fazla incitici, zarar verici bir mahiyet arzediyor.
Ezana, mâbede itiraz edenler, bu vatandan kimseyi kandıramazlar, dolayısıyla fazlaca etkili de olamazlar. Ama, hem kudsî değerlerden yana görünmek, hem de nuranî Tûbâ Ağacını kesif milliyet toprağına dikmeye çalışmak kabilinden manevralar yapmak, en sinsî hastalığın yayılmasına yardım etmek demektir.
Hâsılı, Mehmed Âkif, bu milletin içinden çıkmış bir imân ve İslâm şâiridir; ırkçı, milliyetçi biri asla değildir. Dolayısıyla, İstiklâl Marşını da imândan gelen bir vecd ile yazmıştır. Onun duâ ve temennisine biz de aynen iştirak ediyoruz: "Allah, bu millete bir daha İstiklâl Marşını yazdırmasın."
Tarihin Yorumu 29 Şubat 1914
Dokuz kez gelip giden başbakan
1879–1912 yılları arasında tam dokuz defa sadrâzam olup hükûmet kurmuş olan Küçük Said Paşa, 75 yaşında Meclis–i Âyan Reisi (Senato Başkanı) iken vefat etti.
Baba tarafı aslen Ankara'lı olan Said Paşa, 1839'da Erzurum'da doğdu. Henüz 15 yaşında iken babasını kaybetti. Bu sebeple, ailenin yükünü omuzlamak durumunda kaldı.
Bir yandan medrese eğitimi görürken, bir yandan da iş hayatını sürdürdü. İlk memuriyet (tahrirat kâtipliği) yıllarında, ayrıca gazetecilikle de meşgul oldu.
1870'li yıllarda İstanbul'a geldi. Gazete yöneticiliği, ardından bir süre Adalar Belediye Başkanlığı yaptı.
Sultan II. Abdülhamid'in tahta geçmesi ve yönetime hakim olmasıyla birlikte, Said Paşanın makam ve mevkii de kademe kademe yükselmeye başladı.
Önce Mabeyn Kâtibi (Padişahın Genel Sekreteri) oldu, bir süre sonra da "vezir" payesiyle Ayan Meclisi üyesi seçildi.
Sadrâzamlık (Başbakanlık) makamına, ilk kez 19 Ekim 1879’da getirildi.
Sultan II. Abdülhamid zamanında gel–gitler şeklinde yaşanan diğer sadrâmlık tarihleri ise, kısa aralıklarla şu şekilde gerçekleşti: 1880, 1882, 1883, 1895, 1901, 1908, 1911, 1912. Said Paşa, bu yönüyle rekor sahibidir.
16 Temmuz 1912'de son Sadrâzamlık süresi noktalanan Küçük Said Paşa, hem ıslâhatçı, hem idare–i maslahatçı, hem de mütehammil bir şahsiyet olduğu için, 12 Haziran 1913’te Meclis–i Âyan Başkanlığına atandı.
Said Paşa, bu vazifede iken 29 Şubat (1914) gecesi vefat etti. Mezarı, Eyüpsultan Kabristanındadır.
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Herkes Fatih’liğini ilân etsin |
|
Şimdi hemen başlayarak mutlu ve ferah bir şekilde devam ettireceğimiz bir işi, çok önemli ve ertelenmeyecek bir işi yapmak zamanı: Okumak. Okumak işini yapmak insanı mutlu eder. Okumayı severek ve isteyerek, ihtiyaç olduğunu bilerek ve anlayarak yapmak insanı çok çok daha mesud eder.
Herkesin gizli kalmış kabiliyetleri, cehdleri, gayretleri ve çalışmaları okumak ile ortaya çıkabilir veya ortaya konabilir. Okumak için yola çıkmamız, geç kalmamız gerekmektedir. Eğer biz okumayı elde edersek okumak bizi hiç bırakmayacaktır. Okumanın yaşı başı yoktur. Yeter ki okumak ihtiyaçtır, okumamız gereklidir şuuruna erelim. Zaten bu düşüncenin elde edilmesiyle arkası gelecektir.
“Sen de geçebilirsin anadan, yardan, serden,
Senin de destanını okuyalım ezberden.
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin, baştasın:
Fatih’in İstanbul’u feth ettiği yaştasın. A. N. Asya
İlim öğrenmeye, okumaya bir ibadet şuuruyla bakabilirsek, başarının muvaffakiyetin okumaktan geçtiğini anlayabilirsek, iki günü birbirine eşit olanın zarardide olduğu haberine gönülden inanabilirsek, ibadet vakitlerinin dışında yaptığımız her çalışmanın da ibadet sayılabileceği şuuruna varabilirsek:
Muhakkak bir surette okumalıyız. Anlayarak okumalıyız. İsteyerek okumalıyız. Severek okumalıyız.
Hiç kimseye yaşadığı zamanın bütün ilimleriyle (Edebiyattan astronomiye, kelâmdan matematiğe, tefsirden fiziğe kadar) mücehhez olunuz, donanınız, yedi tane dil bilerek ve İstanbul’u feth ederek Sultan Mehmed Fatih olunuz demiyoruz.
Hiç olmazsa herkes kendi nefis ve şeytanını, tembelliğini ve vurdum duymazlığını yenerek, alt ederek kendi fethini ve Fatih’liğini ilân edebilir. Bunun yolu, en kestirme en kısa ve en ehemmiyetli olarak okumaktan geçer.
Okuyalım, okuyalım ve ne kendimize ne de başkalarını zulmeder hale gelmeyelim. Okumayı seven ve sevdiren ve dahi sevilen birileri olalım inşallah.
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“28 Şubat”ın devamı… |
|
28 Şubat “postmodern darbe” 12 Eylül’ün vesâyetiyle dış politikada da sürüyor…
Sürecin “baş mimarı” Çevik Bir’in aracılığıyla İsrail’le yapılan “savunma işbirliği” daha da geliştirildi. Yüzlerce milyon dolarlık “tank modernizasyonu” ve “gece görüş sistemleri” ihâlelerine son beş yıldır yenileri eklendi.
Ankara ile Telaviv arasında en son üçüncüsü imzalanan “ekonomik mutabakat zabıtları”yla tarımdan tohumcuğa, sulamadan hayvancılığa, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden sınaî alanda araştırma ve geliştirmeye kadar geniş alanda ticarî işbirliği anlaşmaları imzalandı. GAP’ı ve Konya Ovasını da içine alan stratejik işbirliğine gidildi.
İsrail savaş uçakları Konya Karapınar’da “eğitim uçuşları” yaptı. Askerî alanda “işbirliği” o denli geliştirildi ki, Türkiye’nin bir hava kuvvet komutanı kendi kullandığı uçakla İsrail’e gitti; Genelkurmay başkanlarının karşılıklı “verimli” ziyaretleri oldu.
Savunma sanayiinde her fırsatta İsrail tercih edildi. En son İsrail Savunma Bakanı 300 milyon dolarlık insansız casus uçakları anlaşması için Ankara’ya geldi.
Sanki Kuzey Irak’ta bölgede “ikinci bir İsrail” işleviyle kurulan kukla devleti İsrail subayları eğitmemiş; terör örgütünde Amerikan silâhlarının yanı sıra İsrail silâhları çıkmamış gibi, İsrail’le her türlü işbirliği tam hızla devam ettirildi…
* * *
28 Şubat süreci sâdece İsrail’le değil, ABD ile ilişkilerde tam kapasite sürdürüldü.
Birkaç aylık Gül hükümeti, başta Irak’ı işgal edecek 65 bin Amerikan işgalci askerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasına dair tezkereyi Meclis’ten geçiremedi. Lâkin peşinden gelen Erdoğan hükümetleri, “tezkere”nin veremediğini telâfî edecek “destek hamûlesi”ni çıkarıp Resmî Gazete’de yayınladılar.
Türkiye, başta İncirlik olmak üzere, onlarca havaalanı ve deniz limanını Amerika’nın Irak’a ve bölgeye yönelik her türlü askerî ve lojistik desteğine açtı. Mühimmat ve her türlü savaş malzemesinin, personel ve ikmalin nakil ve dağıtımının bu üslerden yapılması sağlandı.
Bizzat Millî Savunma Bakanı’nın bir buçuk yıl önceki ikrarıyla, Irak’ın üzerine ölüm bombaları yağdıran Amerikan savaş uçaklarının sâdece İncirlik Üssünden üç bin 995 sorti yaptığı açıklandı.
Dünden bugüne AKP hükümetlerinin ABD ile her türlü ilişkiyi ilerleten politikaları, Türkiye Başbakanının ABD’nin hegemonya ve çıkar plânı olan “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”nin eş başkanlığı “görevi”ni üstlenmesine kadar vardırıldı.
Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki hava ve kara operasyonunda “sağladığı” söylenen “istihbarat”ın karşılığı olarak neyin verildiği tartışmaları ortasında, son günlerde Ankara-Washington hattında hareketlilik daha da artıyor. Ne var ki kimsenin Irak’ta bir milyon insanın katledilmesi vebâlini sorduğu yok…
Amerikalılar Ankara’yı yol geçen hanı yaptılar. Dışişleri Bakanı Rice zaten her fırsatta uğruyor. ABD’nin “terörle mücadeledeki patronu Urbancic, Genelkurmay İkinci Başkanı Cartwright ve ABD Adalet Bakanı Mukasey’in ardından şimdi de Amerikan Savunma Bakanı Gates “kısa ve kritik bir ziyaret” için Ankara’da. Önümüzdeki ay içinde de “savaş patronu” Irak’taki petrol şirketlerinin sahibi Bush’un yardımcısı Cheney gelecek…
* * *
İsrail Büyükelçisi Avivi, “Zaman içinde AKP ile sevgiyi yakaladık; birçok konuda aynı anda aynı çıkarları savunuyoruz “ diyor. Türk Dışişleri sözcüsü Bilman ise, buna mukabil, “İranlı yetkililerin İsrail’le yönelik bazı yapıcı olmayan ifâdelerindeki üzüntülerini” bildiriyor. Neredeyse İran adına İsrail’den “özür” dileyecek…
İsrail Savunma Bakanı Barak’ın, son ziyaretinde Şam’a “Ankara aracılığıyla” İsrail’in “Gazze Şeridi’ne yönelik askerî operasyonunu arttıracağını”, “Lübnan’a saldırı plânı”nı iletmesini ve Suriye’den buna göre “pozisyon” almasını istediği konuşuluyor.
Diğer taraftan Gates’den Cheney’e kadar Amerikalıların da bölgenin yeniden dizaynına dair projelerle geldiği belirtiliyor. İran’a yapılacak bir operasyona Türkiye’yi katma projesi zaten masada. Keza “Kuzey Irak’ın Irak’tan “otonomi”yle koparılması ve çekilecek Amerikan işgal güçlerinin yerinin “Mehmetçik”le doldurulması plânlarının da masada olduğu söyleniyor.
Başbakan Erdoğan, son Gazze saldırılarında olduğu gibi, ara sıra İsrail’in Filistin’deki zulmünden yakınıyor; lâkin İsrail’le işbirliklerine yenilerini ilâve ediyor. ABD ile “dönüşü olmayan” bir yola giriliyor. Dışişleri eski Bakanı Çağlayangil’in ifâdesiyle, “Fille yatağa giriliyor.”
Kısacası, 28 Şubat’tan bu yana son on bir yıldır Ankara ile Washington ve Telaviv politikaları içiçe. Türkiye dış politikada âdeta ABD ve İsrail’e endekslenmiş…
AKP iktidarında, 28 Şubat süreci dış politikada da bütün dehşetiyle devam ediyor…
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
17 tuzağına dikkat! |
|
TBMM’nin kabul ettiği, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayladığı üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmak amacıyla düzenlenen anayasa değişikliği teklifi, Anayasa Mahkemesi’’nde… 112 milletvekilinin imzasını taşıyan, 58 sayfalık dilekçede, değişikliğin iptali veya yok hükmünde sayılması ve dâvâ sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulması istendi. CHP Genel Sekreteri Önder Sav’ın Anayasa Mahkemesi’’ne yaptıkları iptal başvurusunun ardından yaptığı açıklama çokça tartışılacak nitelikteydi. “Bu Meclis yetkisini aşmıştır” dedi. Bu sözü Meclis Başkanına havale ediyoruz, cevabını vermek ona düşüyor…
* * *
YÖK’ün geçen hafta sonu bütün üniversitelere gönderdiği genelgeye rağmen, birçok üniversite öğrencisi “yargı kararları gerekçe gösterilerek” içeri alınmıyor. Üniversite kapılarında tam bir kargaşa yaşanıyor. Devlet büyüklerinin kapışmalarında en büyük zararı, bundan önce olduğu gibi, başörtülü öğrenciler görüyor. Okul önlerinde arbede yaşanıyor. Bazı öğrenci velileri özel güvenlik görevlilerince tartaklanıyor.
YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın anayasa değişiklikleri yürürlüğe girince, rektörlere, “yasak kalktı” uyarısında bulunmuş, anayasanın 10. ve 42. maddelerine göre uygulama yapılabilmesi için ayrıca bir kanunî düzenlemeye ihtiyaç bulunmadığını açıklamıştı. Hatta YÖK, özgürlüklerin mahkeme kararıyla sınırlandırılamayacağını belirterek, anayasa değişikliğinin ardından başörtülü öğrencileri üniversiteye almayan rektörlerin suç işlediğini bildirdi. Bütün bunlara rağmen, öğrenciler birçok üniversite de hâlâ başörtüleri ile okullarına giremiyor.
* * *
Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliklerin meseleleri tam anlamıyla çözmeyeceği belliydi. Ancak şimdi bu söylemenin anlamı yok. Burada bir tuzaktan bahsetmekte fayda var.
Bilindiği gibi, anayasa değişikliği konusunda mutabakata varan AKP ve MHP, ek 17. maddenin kaldırılması konusunda da anlaşmıştı. MHP ısrarında devam ederken, AKP başta Anayasa Mahkemesi’nin kararının beklenmesini isterken, şimdi parti yetkilileri bir yandan maddenin çıkmasına gerek olmadığını söylüyor, diğer yandan Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra maddenin görüşeceğini söylüyorlar. Yani, AKP konu gündeme geldiğinden bu yana, birçok defa karar değiştirdi, bundan sonra da değiştirmeyeceğini kimse garanti edemez.
Yasağı devam ettiren rektörler, YÖK Kanununun 17. maddesi değişmeden başörtülüleri almayacaklarını da vurgulayıp, “Yasağın kalkması için Meclis, YÖK kanununun ek 17. maddesini de değiştirmeli” diyorlar. Peki, bunu demelerinin altında bir bit yeniği yok mu? Başörtüsü yasağının kalkması konusunda samimî olduklarını düşünmek çok zor. Daha önce hem anayasa değişikliği, hem de ek 17. maddenin değiştirilmemesi için söz söyleyenler, şimdi “yasağı kaldırmak için kanunun değiştirin” diyorlar. Bunun altında bir tuzak olduğu hemen görülüyor. Zira, bunu söyleyenler Anayasa Mahkemesi’nden yasakçı bir karar çıkmasını ümit ediyorlar. Bütün bunları gören MHP’nin de bu kanunun çıkarılması için ısrar etmesindeki niyeti anlamak zor.
Öncelikle, YÖK kanunun ek 17. maddesinin çıkması isteyenlere şunu sormak lâzım: Şu an yürürlükte olan ek 17. madde de “Yürürlükteki kanunlarla aykırı olmamak kaydı ile; Yükseköğretim Kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” demiyor mu? Yani YÖK kanunun ek 17. maddesinde herhangi bir yasaklama yok. Tam tersine başörtüsü yasağıyla ilgili bir madde değil, serbestliğine ilişkin bir madde…” Peki neden kanunun değişmesini istiyorlar? Çene altı gibi garip bir formül gelirse, öğrencileri farklı bir şekilde mi mağdur edecekler?
Yoksa şimdiye kadar ki icraatlarından başörtülülerin özgürlüklerini düşündüklerini söylemek mümkün değil.
Şu aşamada, bu kanunun çıkması için söylenenlerin tam bir tuzak olduğu ortada. 1989 ve 1991 tarihlerinde Anayasa Mahkemesi’nin aldığı iki kararın gerekçesi yüzünden sürdürülen yasağın hiçbir kanunî dayanağı yok. Ama yasak fiilî olarak yıllardır sürdürülüyor.
Bu tuzağa düşülüp kanun hazırlanır, Anayasa Mahkemesi de maddeyi iptal ederse, yasak kanunî hale gelmiş olacaktır. 17 senedir bu yasak hiçbir dayanağı yokken devam ettirilebiliyorsa, bu durumda yasak daha katı bir şekilde uygulanacaktır. Artık, başörtülü öğrencilerin, eğitim hakkından bir 17 sene daha mağdur edilmelerine tahammülü kalmadı. Bu konuda adım atılırken, aceleye getirilmeden adım atılmalıdır. Adım atılırken de tuzaklara dikkat edilmeli…
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Büyük Napolyon, Küçük Napolyon |
|
Bizde ‘Küçük İskender’ diye bir romancı var. Galiba büyüğüne nisbetle kendisine Küçük İskender adını koymuşlar. Napolyonlar da çifter çifter, ama yine de İskender denilince akla tek İskender geldiği gibi Napolyon denilince de akla tek bir Napolyon gelmektedir: Napolyon Bonapart.
Boy itibarıyla fukara-i sabirinden olan Napolyon kimilerine ilham kaynağı olmuştur. Ama Napolyon olmaya nedense hep küçükler talip olmuştur. Büyük boylu Napolyon adayına hiç denk gelmedik. En sonuncu Napolyon ise namı yürüsün Nicholas Sarkozy. Yeni eşi Carla Bruni’nin ‘Boyu küçük, ama yine de bir Napolyon eder’ dediği Sarko, Küçük İskender lakabıyla ünlendi. İkisini birbirinden ayırmak için ötekine büyük dersek; Büyük Napolyon cengaverdi. Cengaver ne kelime cihangirdi. Bir tarafta Waterloo’da İngiltere’yi mağlup etmeye çalışırken Akdeniz’in ötesinde Mısır’ı işgale yeltenmiş, ama burada da tutunamamıştı. Bununla da kalmamış gözünü steplere dikmişti. Yani Napolyon bir İskender olmak istemişti, ama bozgun üzerine bozgun yaşamıştı. Bu itibarla, Hitler’in seleflerinden sayılabilir. Özal da hayattayken küçük Turgut’unu bulmuş ve Erdal İnönü için “Benimle uğraşacağına küçük Turgut’la uğraşsın” demişti. Şimdi Küçük Napolyon’un birçok cephedeki bozgunlarına mümasil olarak büyüğü gibi Akdeniz bozgunundan bahsediliyor.
***
Küçük Napolyon’un büyük projesi Akdeniz Birliği idi. Şimdi yerinde yeller esiyor. Erdal Şafak ‘Küçük Napolyon’ başlıklı yazısında bunun hikâyesini konu ediniyor. Şöyle yazıyor: “Size iyi bir haberimiz var: Fransızlar’ın “Küçük Napolyon” diye dalga geçtikleri Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy, sonunda Waterloo’sunu yaşadı: En önemli “Marifet”i olarak gösterdiği “Akdeniz Birliği” projesinde havlu attı!” Bu uğurda Merkel’den büyük zılgıtlar yemişti. Hayali büyük kendi küçük Napolyon bundan dolayı havlu atmış... Almanya, AB’de ikilik çıkaracağı (Çünkü Akdeniz’e kıyısı olmayan AB üyeleri dışarıda bırakılıyor, sadece gözlemci statüsü tanınıyordu) gerekçesiyle, ayrıca AB’nin fonlarının bir fantezi için çarçur edileceği kuşkusuyla projeye şiddetle karşı çıktı. O kadar ki, Başbakan Angela Merkel, Sarkozy ile selâmı sabahı kesti ve 3 Mart’ta yapılması gereken Almanya-Fransa zirvesini 9 Haziran’a erteledi. Bu şok, “Akdeniz Birliği”nin rafa kaldırılmasına yetti. Şimdi Sarkozy, uğradığı ağır diplomatik bozgunu Akdeniz’e ilgi duyan tüm Avrupa ülkelerinin katılabileceği, ulaşım, enerji gibi en çok 3-5 konuya yoğunlaşacak güdük bir projeyle gizlemeye çalışıyor...”
***
Bize afra tafra attı, ama sonunda kendisi mağlup oldu. Küçük Napolyon’un Akdeniz Birilğine paralel günümüzdeki büyük Napolyon veya İkinci Churchill olan küçük Bush da (baba’dan kinaye) büyük Napolyon olmaya soyunmuş ve BOP diye Akdeniz Birliğine benzer cafcaflı bir proje geliştirmiş veya ortaya atmıştı. Ne var ki bu projenin son ayağı da Kandil Dağlarında eriyor, yıkılıyor. Rumsfeld gibi Neocon çetesi kalıntıları Türkiye’yi cezalandırmak isterken tersi bir durum hasıl oldu ve gerçeğin gücü karşısında havlu atmak zorunda kaldılar. Türkiye’ye dersini vermeye çalışırken postunu kaybetti. Dolayısıyla 1 Mart tezkeresiyle birlikte Türkiye’nin kaybettiğini söyleyenler haltetmiş ve kesinkes haksız çıkmış oluyor. Türkiye ahlakî duruşuyla haklılığını ispatladığı gibi kaya gibi yerinde de duruyor. Doğru yapanlar kaldı, yanlış yapanlar gitti. Dolayısıyla Türkiye’nin son Kuzey Irak operasyonunda siyasî olarak Barzani, askerî olarak PKK kaybetmiştir. Her ikisi de düne kadar Türkiye’yi terbiye etmek için ABD’nin elindeki kartlardan birisiydi. Doğru tavır sonunda kazanır. Allah imhal eder, ama ihmal etmez. Şimdi bunu gölgelemek için Türkiye’nin ABD’den talimat aldığını söylüyorlar. Gates’in sözleri bunun tekzibi mahiyetindedir. Türkiye kendi gücüyle Kuzey Irak’tadır. ABD de Türkiye’ye istihbarat desteği verdiyse de bu yine Türkiye’nin gücünün bir sonucudur. Carter Hamm’ın sözleri de bu doğrultudadır.
Kuzey Irak operasyonu da 1 Mart tezkeresi taraftarlarının haksızlığını ortaya koymuştur. Onlar Rumsfeld’le birlikte tarih aynasında kaybetmişlerdir. Bütün Napolyon’ların Cezzar Ahmet Paşa karşısında tutunamamaları gibi.
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Süreç’lerin açtığı yara |
|
Dün, “28 Şubat süreci”nin 11. yıldönümüydü. Yıllar su gibi akıp giderken, bu ‘süreç’lerin cemiyete ödettiği bedellerin hesabı tam anlamıyla yapılamıyor.
Türkiye’deki asıl kavga, hür ve demokrat olmak isteyen millet ekseriyeti ile ‘tek parti anlayışı’nı devam ettirmek isteyen ‘azınlık’ arasında sürüp gitmektedir. Ancak, ‘tek parti’ anlayışının ilelebed süremeyeceği, yaşanan her hadiseden sonra tekraren anlaşılıyor.
Kısaca hatırlamak gerekirse, 28 Şubat 1997’de süreç, milletin talep ve düşüncelerini dikkate almayan anlayışın dışa vurulmuş şekliydi. Bu süreçte neler yapıldığı, her yıldönümünde hatırlatılıyor. Bugünlerde de yine kısa da olsa 28 Şubat sürecinin muhasebesi yapılmakta.
Asıl dikkat çeken nokta, aradan yıllar geçtiği halde süreci başlatan ve milleti mağdur edenlerin bu hatalarının farkına varamamış olmasıdır. Gerçi, iddiâ edildiği gibi süreç “bin yıl” sürmedi, ama bin yıl sürmüş gibi bedeller ödendi.
28 Şubat süreci günlerinde ilkokulda okuyan çocuklar bugün üniversite öğrencisi. Ancak 28 Şubat’ta neler yaşandığını belki de çoğu teferruâtıyla hatırlamıyor. Bu bakımdan, gençlere, gerek 28 Şubat ‘postmodern’ darbesini, gerekse onun ‘ata’ları olan 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 ihtilâllerini de anlatmak lâzım. Türkiye tarihinde kırılmalara sebep olan bu tarihler, teferruâtıyla bilinmeden ne ‘genç’ olunur, ne de ‘tecrübeli’ ihtiyar.
Zaman zaman TV ekranlarına akseden ve ‘basit’ sorulara dahi cevap veremeyen gençlerin varlığı; hepimizi harekete geçirmek durumunda. Kişinin, gerçek dostunu bilmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir. Aksi halde ‘sahte’ dostlar ediniriz ve bu hatanın bedeli de ağır olur...
28 Şubat sürecinin devam edemeyeceği 27 Şubat (1997) gününden itibaren belliydi. Çünkü 28 Şubat süreci, kısa anlatımıyla “suları tersine akıtma çalışması”ydı. Suları tersine akıtmak mümkün olmadığı için, 28 Şubat sürecini de sürdürmek mümkün olmamıştır ve inşallah olmayacaktır.
28 Şubat süreci, hedeflediği nisbette başarıya ulaşamamış olmakla birlikte, bünyede telafisi çok zor yaralar da açmıştır. En büyük zararı da, milleti büyük ölçüde dünyevîleştirmesidir. Aynı zamanda siyasetin ‘kimya’sını da bozmuş, demokrasi dışı müdahaleler neredeyle ‘normal’ karşılanır hale gelmiştir. Bu ve benzeri tahribatın telâfi edilmesi, zaman ve emek isteyen bir durumdur. 28 Şubat anlayışını neticesiz bırakmak da ancak bu yolla mümkün olabilir.
Gerek ihtilâllerin ve gerekse ‘süreç’lerin Türkiye’ye verdiği maddî mânevî ‘zarar’ların dökümü yapılmalıdır. Maddî zararların dökümü ve telâfisi belki daha kolay. Peki, mânevî zararların telâfisi nasıl olacak?
28 Şubat’ı asıl bu yönüyle masaya yatırmalı ve bünyede sebep olduğu ‘yara’ların tedavisine çalışılmalıdır. Türkiye bunu yapmadığı ya da yapamadığı sürece 28 Şubat’la hesaplaşmış olmaz.
28 Şubat anlayışıyla hesaplaşmadan da ‘hür ve demokrat’ olmak zor...
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yazık... |
|
Üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırma fikriyle yapılan anayasa değişikliği yürürlüğe girdikten sonra değişen birşey var mı?
Yasakta direnen ve maalesef hâlâ çoğunluğu oluşturan rektörlere göre, yok. Onların üniversitelerine başörtülü öğrenciler yine alınmıyor.
Yasağı kaldıran ve başörtülülere kapılarını açan üniversiteler ne yazık ki hâlâ azınlıkta. Bunlar, bu konuda değişiklik öncesinde de zaten esnek davranan Boğaziçi ve bazı vakıf üniversiteleri ile, çok sınırlı sayıdaki taşra üniversiteleri.
Ve yine bunların içinde, ilk günlerde başörtüsü serbestisini uygulamışken bilâhare tavır değiştirenler ya da kampüse girmelerine göz yumdukları başörtülülerin derslere o kıyafetleriyle katılmalarına izin vermeyenler de mevcut.
Oysa, beklenen ve olması gereken neydi?
Bütün üniversitelerin YÖK Başkanlığından gelen yazıya uyarak, başörtülüleri içeri alması.
Bu olmadı. Dahası, YÖK’ün dokuz üyesi ile birçok rektör ve üniversite senatosu, yasağın devamından yana çok katı bir tavır sergilediler.
Ve “Anayasa paketinin yürürlüğe girmiş olması başörtülülerin okula alınması için yeterli; ayrıca bir kanuna ihtiyaç yok” diyen YÖK Başkanını “kanunsuz emir vermek”le suçladılar.
Bu yasakçılara göre, “mahkeme kararlarına uymamak suç.” Kast ettikleri kararlar da belli: Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve AİHM’in vermiş olduğu kararlar.
YÖK Başkanı da talimatına uymayıp yasağı sürdüren rektörleri öğrenim özgürlüğünü engelleyerek suç işlemekle itham etti. Ve ilk beyanlarında, rektörlerle konuşacağını, eğer ikna olmazlarsa haklarında hukukî süreç başlatacağını söyledi; sonra kimseyle kavga etmeyeceklerini, öç alma gibi bir düşüncesinin bulunmadığını ifade ederek, sanırız, gerilen havayı yatıştırmaya çalıştı.
Ama bu sözlerinin arasına “Bir gün tüm rektörler özgürlükten yana olacak” gibi, yasakçılar tarafından “gözdağı” olarak algılanmaya müsait bir cümle sıkıştırmaktan da geri durmadı.
Evvelce protesto sloganlarıyla karşılandığı Üniversiteler Kurul toplantısına girerken gazetecilere “Rektörlerin sicil amiriyim” de demişti.
Maliye Bakanının “açık mikrofon kazası” ile kamuoyuna mal olan “Sıkıysa öyle konuşmasın” beyanının yol açtığı imaj yıpranması, rektörlüklere gönderilen yazının büyük çoğunlukça kaale alınmayışı ile daha da hızlanacak gibi.
YÖK Başkanı “Hükümetin memuru değilim” diyerek, CHP’nin ve mâlûm medyanın kendisine taktığı yaftayı bertaraf etmeye çalışıyor, ancak göründüğü kadarıyla, işi giderek zorlaşıyor.
AKP ile yaptığı anlaşmanın ek 17’de bozulmasına kızan MHP’nin yönelttiği “Acele etti, yetkisini aştı” eleştirisi de meselenin tuzu biberi oldu.
İşin garip tarafı, bunlar olup biterken ve YÖK Başkanı son olarak ÜAK'ta toplanan rektörlerin “ya istifa, ya azil” çağrısıyla boy hedefi haline getirilmişken, iktidarın Özcan’ı yalnız bırakması.
Ateşin ortasına atıyor, sonra da seyrediyorlar.
Panele çağırıp konuşturdukları Atilla Yayla Kemalistlerin gazabını çektiğinde de aynı şey olmamış mıydı? Yayla’ya haksız ve düzeysiz saldırılar başlayınca AKP’liler tamsiper vaziyeti alıp, dahası “Yayla haddini aşan sözler söyledi” diyerek linççilerin safına katılmamışlar mıydı?
Yazık ki, ne yazık...
29.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|