Abdil YILDIRIM |
|
Her yaşta güzel kalmak elimizde |
Güzelim diyerek dolaşma yerde, Bir gün olur taşıyamaz yer seni. Güzel tenin şu toprağa düşer de, Oralarda börtü böcek yer seni. A. Y.
Güzel olmak ve güzel kalmak her insanın arzu ettiği bir durumdur. Özellikle bayanlar, güzelleşmek için hiç- bir fedakârlıktan kaçınmazlar. Bayanların harcamalarının büyük kısmı, güzelleşmek uğruna yapılmaktadır. Dünyadaki büyük sektörlerin bir çoğu, kozmetik ve estetik sektörleridir. Hatta estetik ameliyat olmak için bıçak altına yatan ve masadan kalkamayan insanlar mevcuttur. Yani insanlar güzelleşmek veya güzelliğini muhafaza etmek için ölümü bile göze alabiliyorlar. Her insanda kendini beğenmek ve başkalarına da beğendirmek meyli bulunur. Onun için herkes güzel olmak ve güzel kalmak ister. Ama hayatın da tabiî bir akışı vardır. Çocukluk, gençlik, yaşlılık ve kaçınılmaz son olan ölüm. Bu merhaleler içinde insanın en güzel çağı, çocukluk ve gençlik çağıdır. İnsanlığın en büyük derdi, bu çağları muhafaza etme derdidir. Ne var ki, insan hep bir halde bulunmuyor. Her an bedenimizde bir çok hücre ölüyor ve yerine yenileri geliyor. Ama belli bir yaştan sonra, giden hücre sayısı artarken gelenlerin sayısı azalıyor. Niyazî-i Mısrî’nin, ”Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere” dediği gibi, ömür binasının taşları bir bir düşmeye başlıyor. Böylece yaşlanma sürecine giren bedenin de güzelliğinden bir şeyler eksiliyor. Hayat nehri kabir denen denize doğru aktıkça, insanın da gençlik ve güzelliğinden bir şeyleri alır götürür. İnsanların bu akışı durdurması mümkün değildir. Kozmetik sanayi ve estetik tedavinin yapabildiği tek şey, yaşlanmanın ve yıpranmanın etkilerini biraz gizlemek ve geciktirmektir. Ama hayatın akışını durdurmak, ölümü öldürmek ve kabir kapısını kapatmak mümkün değildir. İşte ehl-i dünyayı en çok korkutan bu durumdur. Yani gençliğini ve güzelliğini kaybetmek korkusu. Toprak altında çürüyüp gitmek endişesi. Her türlü zahmeti ve külfeti, bu korku ve endişelerden kurtulmak için göze alıyorlar. Gençliklerini ve güzelliklerini korumak için harcadıkları paralar, zarurî ihtiyaçlar olan gıda ve barınma masraflarından daha fazla oluyor. Ama yine de hayat nehrinin akşına mâni olmak mümkün olmuyor. Peki, güzelliği korumanın ve hep güzel kalmanın bir çaresi yok mudur? İnsanı yaratan ve yaşatan Cenâb-ı Hak, her türlü derdin devasını da yaratmıştır. Öyleyse, çirkinleşmek derdinin de bir devası vardır. Yani her yaşta güzel kalmanın da bir yolu mevcuttur. İnsana düşen, bu yolu bulmak ve bu yolda yürümektir. Bahsettiğimiz deva, Lokman Hekim’in ölümsüzlük iksiri gibi bir iksir değildir. Belki bundan daha etkili olan, imanî ve ahlâkî bir reçetedir. Bu reçeteyi de Resûl-i Ekrem (asm) Efendimizin bir hadis-i şeriflerinde buluyoruz: ”Din güzel ahlâktır. Ahlâkı güzel olan kişi, her yaşta güzeldir.” İşte size her yaşta güzel olmanın reçetesi. Hem de zahmetsiz ve masrafsız olarak elde edilebilecek bir reçete. Bunun için ne kozmetik ürünlerde olduğu gibi büyük masraflara, ne de estetik çabalarda olduğu gibi zahmet ve risklere katlanmaya gerek yoktur. Güzel ahlâklı olmak veya ahlâkını güzelleştirmek yeterlidir. 03.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
İslâm birliği ve cemaatler |
Genel Yayın Müdürümüz ve Başyazarımız Kâzım Güleçyüz, geçtiğimiz Pazar akşamı Asya Nur Kültür Merkezindeydi. Pursaklar ilçesi ve civar semtlerden gelen dostlarla geniş katılımlı bir seminer gerçekleşti. Her birisi bir seminer konusu olacak kadar geniş ve derin olan meseleleri iki saat boyunca katılımcılarla paylaştı. Başarılı bir çalışmaydı. Almanya üzerinden dünyaya yayın yapan “asyanur.info” sitesine yüklemeyi plânladığımız bu çalışmanın, milletimiz, devletimiz ve İslâm dünyası için hayırlı adımlara vesile olmasını diliyoruz. İslâm devletleri çapında gerçekleşeceği ve Amerika gibi, iç işlerinde serbest ve dış işlerinde ortak hareket eden bir cumhuriyetler birliği olarak düşünülen bu birliğin; öncelikle fertler, cemaatler ve İslâm’a hizmet eden gruplar arasında tesis edilmesi lâzım. Risâle-i Nur ışığında bakıldığında, bu birliğin temelinde ilim vardır. Zira “İttihad cehil ile olmaz. İttihad imtizac-ı efkârdır.” Yani gerçek birlik, fikirlerin kaynaşmasından ve ittifakından oluşur. “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâm’dır” diyen Bediüzzaman Hazretleri, asırlar boyu birbiriyle rekabet hâlinde gelen medrese, mektep ve tarikat ehlinin, tevhid-i tedrisât çerçevesinde din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulmasını ön görmüş, böylece yeni nesillerin ortak paydalarda buluşarak ihtilâflardan kurtulmasını temine çalışmıştır. Bu bağlamda, her iki ilmin birlikte okutulacağı ve Medresetü’z-Zehra adını verdiği bir İslâm üniversitesini kurdurmak amacıyla otuz yaşlarında İstanbul’a gelmiş, fakat saray bürokrasisi onun Padişah 2. Abdülhamid ile görüşmesini engellemiştir. Hayatı boyunca bu maksadının peşini bırakmayan Bediüzzaman, cumhuriyetin ilk meclisinde tekrar dile getirmiş ve hazineden yüz elli bin lira tahsisat ayrılmasına muvaffak olmuştur. Ancak, daha sonra Ankara reislerinin başka maksatta olduğunu anlayarak Van vilâyetine çekilmiş ve çeşitli bahanelerle sürgün edildiği Anadolu illerinde, Risâle-i Nur Külliyatı adını verdiği Kur’ân tefsirlerinde din ile fen ilmini barıştırarak anlatmak sûretiyle, bütün Türkiye’yi açık bir üniversite hâline getirmiştir. Eserleriyle millet fertlerinin fikir ve kalplerinde Esmâ-i Hüsnâ adedince birlik bağları ve din ve vatan bağlamında yüzlerce vahdet râbıtaları bulunduğunu ifâde ederek, milletin ittihadına hizmet etmiştir. Millet birliğinin, hürriyete taraftar ve istibdada karşı çıkmakla mümkün olduğunu söylemiş ve milleti birbirine düşürerek saltanatını sürdüren istibdat yönetimlerine her zeminde karşı çıkmıştır. Mutlak bir istibdat ve dayatmayla ülkeyi idare etmeye çalışanlara “İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmını vermişsiniz” diyerek maskelerini düşürüyordu. Her şeyden evvel, haktan sapan fırkaların doğmasına sebep olan ilmî istibdadın da kalkmasını isteyerek, ilim hürriyetini savunuyordu. Birlik ve beraberliğin en önemli şartlarından birisinin de, her meselenin meşveretle halledilmesi olduğunu söylüyor ve haklı şûrânın ihlâs ve tesanüdü netice vereceğini ifâde ediyordu. Hakikaten meşveret ve şûrâ, hem millet birliğinin, hem de İslâm dünyasında oluşacak birliğin ve gelişmenin temel taşlarından birisidir. Meşveretin ruhunu incitecek komitecilik ve sair olumsuzluklar araya girerse, haklı şûrâ ortadan kalkar, ihlâs ve tesanüd de berhava olur. Farklı metot ve yollarla dine hizmet eden cemaatlerin maksatta ittifak etmesini söyleyen Bediüzzaman, metotlarda (meşreplerde) ittihadın caiz olmadığını tesbit ediyor ve taklit yolunu açacağını ifâde ediyordu. Herkes kendi tarzıyla hizmetini yapmalı, fakat başkalarını kötüleyerek kendisine kıymet verdirmek fikrinde olmamalıdır. Hem de âsâyiş ve hürriyet taraftarı olarak, hep birlikte istibdadın her türlüsüne karşı çıkılmalıdır. Dînî cemaatler, Allah’ın adını yüceltmek olan maksatta ittihad etmeli ve ihtilâf etmemek sûretiyle ittifakını tesis etmelidir. Herkes mesleğinin muhabbetiyle hareket etmeli ve kendi kimliğini mutlaka korumalıdır. Bu durumun, İslâm adına bir zenginlik olduğunu kabul etmelidir. Her vesileyle milletimizin ve İslâm milletlerinin öncelikle fikir ve gönül birliğinde buluşmasını temin etmeye çalışan Bediüzzaman Hazretleri, Demokrat Parti döneminde de bu İslâm üniversitesi projesini cumhurbaşkanı ve başbakan düzeyinde dile getirmiş ve Diyarbakır, Bitlis ve Van’da şubeleri bulunmasını istediği bu üniversitenin, milletler arası özelliğiyle ve tedrisat bakımından ‘Arapça vacip, Türkçe lâzım ve Kürtçe câiz’ olacak biçimdeki eğitim modeliyle; Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, İran, Pakistan ve Hindistan’da yaşayan milletleri “Bütün mü’minler ancak kardeştir” âyetinin potasında kaynaştırarak, ırkçılık belâsının da önünü alacaktır. Bu dev üniversite projesi hâlâ hayata geçmeyi bekliyor. Kime nasip olacağını ise zaman gösterecek. Böylesine gönüller ve fikirler üzerine müesses bir İslâm birliği ve bloğu zamanla kendiliğinden ortaya çıkacak ve dünyanın umumî barışına katkı sağlayacaktır. Soru-cevap bölümüyle iyice zenginleşen ve entelektüel bir boyut kazanan yüksek düzeydeki seminer bittiğinde, herkes memnuniyetini dile getiriyordu. 03.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Yüce Divan hüllesi” |
Referandumda oylanan ve kabul edilen anayasa paketindeki en problemli ve sıkıntılı maddelerden biri, genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarının Yüce Divanda yargılanmalarını öngören düzenlemeydi. Bu değişiklikle, Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla yargılayacağı kişilere TBMM Başkanı, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları da eklendi. (Maddenin önceki haline göre listedeki diğer kişiler Cumhurbaşkanı; Bakanlar Kurulu üyeleri; AYM, Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkan ve üyeleri, Başsavcıları, Başsavcıvekilleri, HSYK ve Sayıştay Başkan ve üyeleriydi.) Biz bu konudaki eleştirimizi “Genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarının, Yüce Divanda yargılanma gerekçesiyle Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakana denk bir anayasal statüye kavuşturulmaları, sivilleşme gereğiyle çelişen bir düzenleme” diyerek ifade etmiştik. (Yeni Asya, 18.7.10; “Paketin tümü” yazımız.) Asıl yapılması gereken, genelkurmay başkanını Millî Savunma Bakanına bağlamak iken, fiiliyatta ne şekilde işleyeceği de belirsiz olan yargılanma prosedürü açısından, komutanları bakanla eş bir statüye taşımak, olacak şey değildi. Ama oldu. Böylece, uygulamada Savunma Bakanını adeta “Genelkurmay’ın memuru” konumuna düşüren sistem daha da muhkemleşti. Eğer referandumda paketteki maddeleri ayrı ayrı oylama imkânı verilmiş olsaydı, bu düzenlemeye kesinlikle red oyu kullanılması gerekirdi. Verilmediği için, pakete verilen yüzde 58 kabul oyu ile bu maddeye de “evet” denilmiş oldu. Böylece komutanlar anayasal statüye kavuştu. Son günlerdeki gelişmeler ise, maddenin önceden öngörülüp fark edilemeyen bir başka önemli sakıncayı daha içerdiğini ortaya koydu. Bu durum, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Özden Örnek’in şimdiye kadar Ergenekon dâvâsı bağlamında mütalâa edilen darbe günlüklerinin İstanbul Başsavcılığı tarafından verilen görevsizlik kararı ile bu kapsamdan çıkarılıp Ankara’ya havale edilmesi üzerine ortaya çıktı. Oysa Ergenekon savcılarından biri, bu günlüklerde anlatılan ve Ayışığı, Yakamoz, Sarıkız gibi isimler verilen darbe planları için “Ergenekon dâvâsının özünü oluşturuyorlar” demişti. Buna rağmen günlüklerin Ergenekon dâvâsından ayrılması, süreçte son derece önemli, ciddî ve kritik bir “kırılma noktası” teşkil ediyor. Çünkü böylece, dâvânın en önemli dayanaklarından biri çöküyor ve söz konusu darbe iddialarının aydınlatılması imkânsız hale getiriliyor. Darbe günlüklerinde, isimleri bu darbe girişimleriyle birlikte anılan eski komutanlarla ilgili olarak açılacak soruşturma ve dâvâların darbe suçu yerine görev suçu temeline dayandırılması ve buna binaen yargılamaların Yüce Divana aktarılacak olması ise, paketteki ilgili madde ile yapılan düzenlemede asıl amacın, halka anlatılanlardan çok daha farklı olduğunu gösteriyor. Çünkü sonuna kadar üzerine gidilip aydınlatılması ve sübut bulmaları halinde gereğinin yapılması icab eden darbe suçu iddiaları adeta karartılırken, görev suçu gibi muğlâk bir kavrama dayandırılan ithamları muhakeme edip karara bağlama işi de Yüce Divan sıfatıyla dâvâya bakacak olan Anayasa Mahkemesine havale ediliyor. Ve bu durum, 12 Eylül referandumu öncesinde paketi “çok büyük bir demokrasi hamlesi” olarak takdim edip, adeta canhıraş bir “evet” kampanyası yürütmüş olan kimi yayın organlarında, “Yüce Divan hüllesi” manşetleri ve “Darbe günlükleri dâvâsının Yüce Divana taşınmak istenmesi tepki topladı” spotlarıyla ilân ediliyor. Keşke o zaman paketin bu maddesine daha dikkatli bakılıp, uygulamada doğuracağı muhtemel sonuçlar erbabına iyice tahlil ettirilerek gerekli ikazlar yapılsa ve iş işten geçtikten sonra bu çeşit hayıflanmalara meydan verilmeseydi... Ve zihinler yanıltılmasaydı... 03.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Türkiye-Kuveyt kültür anlaşmasında aksaklıklar var! |
Bildiğiniz gibi, Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu 17 Ekim’de Kuveyt’e yapmış olduğu ziyarette Körfez ülkeleri ile, Sağlık, Ticaret ve Yatırım, Gıda güvenliği, Çevre, Ulaştırma ve İletişim, Kültür ve Eğitim alanlarında bir dizi anlaşma imzaladı. Bu gelişmeleri hayırlı gelişmeler olarak görüyoruz elbette. Ancak, ülkeler arası anlaşma imzalamak yetmiyor sadece. Yapılan anlaşmaların muhtevasını medya aracılığıyla halka bildirmek ve ne derece uygulandığını takip etmekte gerekiyor. Aksi takdirde, büyük törenlerle yapılan bu anlaşmalar Dışişlerinin tozlu raflarında beklemeye mahkûm oluyor. Ya da, uygulamada aksaklıklar meydana gelebiliyor. Türkiye- Kuveyt kültür anlaşmasını bu duruma örnek olarak verebiliriz. Kuveyt Üniversitesinden elde etmiş olduğumuz anlaşma metnine göre, Kültür ve Sanat, Enformasyon, Eğitim ve Yüksek Eğitim alanlarında işbirliğini öngören Türkiye-Kuveyt kültür anlaşması ilk olarak 19 Temmuz 1975 tarihinde imzalanmış. Anlaşma, 6 Ekim 1997 tarihinde Kuveyt’te tekrar imzalanarak yenilenmiş. Bu yazıda, 47 maddeden oluşan Türkiye-Kuveyt kültür anlaşmasının sadece “Yüksek Eğitim” ile ilgili olan kısmındaki aksaklıkları ele almak istiyorum: 1: Anlaşmanın 24. maddesine göre, iki ülke arasında, tecrübelerinden istifade etmek üzere bir haftalığına 2 ila 4 arası öğretim üyesi değişimi yapılacak. Eşimin görevi sebebi ile 1985 yılından beridir Kuveyt üniversitesi ile iç içeyiz. Geçtiğimiz yıl İstanbul Üniversitesi Ticaret Fakültesi’nden gelen bir öğretim görevlisinin dışında, öğretim üyesi değişimi yapıldığını görmedik. 2: Anlaşmanın 25. maddesine göre, Türkiye yüksek eğitim düzeyinde her yıl Kuveytli 6 talebeye burs verecek. Bu maddeyi 27. madde ile karşılaştırdığımızda, âdil olmadığını gördük. Şöyle ki: Türkiye Kuveyt’e her yıl 6 üniversite bursu veriyor; karşılığında ise, 4 talebemize iki sömesterlik dil okulu seviyesinde burs alıyor. 3: Anlaşmanın 26. maddesine göre, Kuveyt her sene 1 Türk talebeye iki sömester lisans bursu verecek. 1985’den beridir bu maddeden istifade eden bir talebe görmedik. Kültür anlaşması imzalandığından beridir (1975) bu maddeden istifade etmiş olan bir tek talebe var. O da, 8 yıllık Kuveyt Tıp Fakültesini 1984’de başarıyla bitiren Jinekolog Dr. Yıldız Tanrıseven. Yıldız Hanım’a telefon açıp burs konusunu sordum. 1975’de Kuveyt Ünv. Fen Fakültesine girdiğini, daha sonra İngilizce eğitim verilen Tıp Fakültesine geçiş yaptığını, çok zor bürokrasi engellerini aşarak “öğrenim+cep harçlığı (40 Kuveyt dinarı)+yurt” bursunu elde ettiğini bildirdi. Bir de, İnşaat Mühendisi Prof. Dr. Ekrem Manisalı 1985’de araştırmacı öğretim üyesi sıfatıyla Kuveyt Üniversitesinde bulunmuştu. Kuveyt Üniversitesi tarafından Ekrem Manisalı ve ailesine lojman ve araba tahsis edilmişti. Zannederim, Ekrem Manisalı da bu maddeden istifade ile Kuveyt’e gelmişti. 4: Anlaşmanın 27. maddesine göre, Kuveyt Üniversitesi her yıl 4 Türk talebeye iki sömester Arapça dil kursu verecek. Bu madde şu anda uygulanmakta. Ancak uygulanışında büyük bir aksaklık var. Dışişleri yetkililerinin bu sıkıntıya çözüm bulmalarını umuyoruz. Kuveyt Ünversitesi Dil Okulu benim evime çok yakın olduğu için, sıklıkla Türk talebelerle görüşüyoruz. Dolayısıyla da karşılaştıkları problemlerden haberdar oluyoruz. Problem şu: Kuveyt Üniversitesi 15 -20 Eylül tarihinde açılıp, 15 Ağustos’ta tatile giriyor. Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’dan gelen burslu talebelerin okuduğu Kuveyt Üniversitesine bağlı “Merkez el-Lüğât” (Dil Merkezi) da üniversite ile aynı tarihte açılıyor. Bütün ülkeler öğrencilerini zamanında gönderirken, Türk talebeler okul açıldıktan bir buçuk iki ay sonra gelebiliyorlar. Bu yazıyı yazmadan önce öğrenci yurdunu arayıp Türk talebelerin gelip gelmediklerini sordum. “Bu yılki Türk öğrenciler henüz gelmediler ve ne zaman geleceklerini de bilmiyoruz” diye cevap aldım. Arapça dil kursu 2 dönemden oluşuyor. Şu an birinci dönemin ilk çeyreği (5 hafta) bitmiş durumda ve imtihanlar başlamak üzere. Türk talebeler geldiğinde, bir de oturum izni için koşuşturduklarından, bir hafta kadar derslere düzenli olarak giremiyorlar. Böylece yaklaşık 2 ay arkadaşlarından geride kalmış oluyorlar.Bir kaç yıl önce, bir vesileyle görüşmüş olduğum Merkez el-Lüğât Müdürüne problemin kaynağını sormuştum. Müdür: “Problem bizden değil, Türk Dışişlerinden kaynaklanıyor. Bizden olsa idi, diğer öğrenciler de geç kalırlardı. Sadece Türk öğreciler geç kalıyor. Bu durum derslerine olumsuz etki yapıyor.” demişti. 5: Anlaşmanın 34. maddesine göre her iki ülke Jeoloji, Petro-kimya ve Petrol Mühendisliği alanlarında akademisyen değiş-tokuşu yapacak. Bu maddenin uygulandığını da görmedik. Oysa, bir petrol ülkesi olan Kuveyt’e Jeolog veya Petrol Mühendisi göndermemiz ne kadar da faydalı olurdu. 6: Anlaşmanın 35. maddesine göre, her iki ülke, eğitim amaçlı karşılıklı ziyaretler yapmaları için üniversite öğrenci teşvikte bulunacak. Çok önemli bulduğum bu maddenin de uygulandığını görmedik. Ahmet Davudoğlu dış siyasette “Komşularla sıfır problem” teorisini uyguluyor. İnşaallah yapılan kültür anlaşmalarının da problemsiz bir şekilde uygulanmasını sağlayacak bir mekanizma geliştirir. Son sözümüz şu: Türkiye tam 70 ülke ile kültür anlaşmaları imzalamış durumda. Acaba, bu anlaşmalardan kaç tanesi tam uygulanıyor? Ve kaç tanesinde aksaklıklar var? Yurt dışına gitme konusunda öğrencilerimiz teşvik ediliyor mu? Daha da önemlisi, burslu olarak yurtdışına gidebilmeleri için gerekli olan kolaylıklar sağlanıyor mu? Dışişleri Bakanlığının bu sorulara cevap vermesini rica ediyoruz. * Not: Yurt dışı burslarıyla ilgilenen okuyucularım şu linklerden faydalanabilirler. http://digm.meb.gov.tr/ikili/anlasmalar.html http://www.yok.gov.tr/content/view/758/ 03.11.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Geçim sıkıntısı |
15 Şevval, Hicretin 19. Senesi, Şam Avluda oturmuş, sokaktan geçenleri izliyor, yazdan kalan güneşin son kırıntılarını topluyorum. Şam’ın soğukları bir başka oluyor; iliklerime kadar üşüyorum bu şehirde. Kat kat giyinsem de, yünlü elbiselere bürünsem de fayda vermiyor hiçbiri. Üst katta oturan komşum, sırtında hamal semeresi ağır aksak merdivenlerden indi; selâm vererek yanıma geldi. Hoşbeş ettik, çocuklarını anlattı, eşinin hastalığından bahsetti. Bakmakla yükümlü olduğu altı küçük çocuğu var. Her biri zayıf, çelimsiz ve hasta… Zaten kıt kanaat geçinebilen komşum, hasta eşini tabibe götürmek için elinden geleni yapıyor; hamallıktan artakalan vakitlerde Şam tarlalarında gündelik işçi olarak çalışıyor. Dönüp kendime baktım; yeni, şık ve güzel kumaşlardan yapılmış elbiselerin içinde keyif sürüyordum, adamcağıza döndüm; neredeyse yamanmamış bir yer yoktu kıyafetinde. Bir deri bir kemik kalmış, hamal semerinin altında ezilmiş böcek gibiydi. Adamın fukaralığına ve talihsizliğine çok üzülmüştüm. Onu teselli etmek, sıkıntısını paylaşmak istedim. Ancak, hiçbir şey diyemiyor, sus pus oturuyor ve aval aval yüzüne bakıyordum. Komşum, daha fazla oyalanmak istemeyerek bana selâm verdi, gitti. Arkasından öylece şaşakaldım. Resulullah’ın (asm) sözü kulaklarımda uğulduyordu: ‘Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.’ 1 Düşünceler beynimi kemiriyor, bir şeyler yapmam gerektiğini kendi kendime tekrarlıyordum. Güneşin batmasına az bir vakit kalmıştı… Bir gün lazım olur diyerek sakladığım dirhemlerden yanıma alıp, alelacele çarşıya gittim. Un, şeker, buğday, yağ ve meyve, sebze satın aldıktan sonra sür'atle eve döndüm. Komşumun evine henüz dönmediğini avluda oynayan en küçük çocuğundan öğrendim. Usulcacık adımlarla onların katına çıktım. Kimsenin beni görmediğine emin olduktan sonra aldıklarımı kapısına bırakır bırakmaz evime koştum. Çok geçmeden, yukarıdan neşeli sesler gelmeye başladı. Çocuklar evin içinde koşuşturuyor, sevinçle babalarına bağırıyorlardı. “Bak baba, üzüm de var. Ne çok severim ben üzümü…” “Taptaze domatesler bunlar, nereden buldun baba?” “Bize hurmalı çörek yapar mısın anneciğim?” Şen şakrak sesleri adeta huzurla söylenen bir şarkıyı hatırlatıyordu. Zavallı yavrucaklar, nasıl da sevinmişti. Mest olmuş seslerini duya duya uykuya dalmışım. Sabahleyin, evden çıkarken kapıda komşumla karşılaştık. Yüzüne renk gelmiş, küçük bir tebessüm dudağının kenarına yerleşmişti. Selâmlaştıktan sonra, dünkü suskunluğuma inat ona bir müjde verdim. “‘Günahlardan öyleleri vardır ki, ne namaz ne oruç ne hac ve ne de umre onlara kefaret olur. Bunları ancak geçim yolunda çekilen sıkıntı affettirir.’ 2 Sen sen ol, Efendimizin(asm) bu sözünü unutma, kendine ve çocuklarına acımak yerine, haline şükret. Şükret ki, bu sözün sırrına mazhar olasın.” Omuzlarına dikleştirdi, çevik bir hareketle hamal semerini sırtına atıverdi. Rızık arayışına tevekkül, azim ve sabır katarak yürüdü, yürüdü.
Dipnot: 1. Buhari, Edebü’l-Müfred, 52. 2. Ebu Nuaym’ın Hilyesinden… 03.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Vazgeçtim... |
Vazgeçemediklerimden, Başıma gelmesinden korktuklarımdan, Bütün keşkelerimden, Bütün eksiklerimden ve bütün fazlalarımdan, Fazla düzgün taraflarımdan, Sevdiğim bütün arızalarımdan, Fazla emek verdiklerimden, Hatta hiç vermediklerimden, Bütün iddialarımdan... Dibini bildiklerimden, Yüzünü bile görmediklerimden vazgeçtim.
Vazgeçtim... Verilmeyen sevgiyi almaya çalışmaktan, Yeterince iyi olursam sever beni umudundan, Bedeli ödenmiş bütün bulduklarımdan, Ücretini ödemeden alamadığım bütün sevgilerden, Aramaktan korktuklarımdan, Bilmek istemediğim bütün bildiklerimden, Görmek istemediğim bütün gördüklerimden, Kendimi kandırdığım bütün yalanlarımdan, Gözümün önüne konduğu halde bakmadıklarımdan, Yıkmaya çalıştıkça önüme dikilen bütün duvarlarımdan, Vazgeçtim.
Vazgeçtim... Yıllarca istediklerimden, Beklediklerimden, Kapısını defalarca çaldıklarımdan, Peşi sıra gittiklerimden, Gözlerimi sıkıca kapatıp, Gerçek olduğuna inanamadığım bütün yalanlarımdan, Sevmediğim bütün doğrularımdan, Vazgeçtim...
Ama,.. Bir Sen vazgeçmedin benden, Bir Sen bekledin beni, Bir Sen dinledin, Hiç ümidini kesmedin benden... Her zaman için, sesimi duyurabildiğim kapım oldun, Tanıdık bir ses oldun yüreğimde, Hiç bırakmadın beni, bilmediğim yerlerde, Yönümü hep Seninle buldum, Ben her vazgeçtiğimde... Sen daha sıkıca tuttun elimden, Daha çok sevdin sanki... Daha çok hissettirdin sevgini, Teselli ettin beni... Ne ile teselli olacağımı Senden daha iyi bilen var mıdır?
Ey vazgeçtiğim her şeyden yeni umutlar yaratan, Ey kapanan her kapının anahtarını yanında saklayan, İyi ki yarattın beni... İyi ki sevdin, Ve iyi ki vazgeçmedin benden... 03.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Temizlik dilinin işaretleri |
KDS rumuzlu okuyucumuz: “Temizliğin imanın yarısı olduğu malûm. Temizliğin fiil olarak tabiattaki durumu nedir? Tabiat temiz midir?”
Tabiatta yaratılan her şey tertemiz yaratılıyor. Her saniye sayısız enkaz, atık ve ölümlere sahne olan tabiatta temizliğe öyle dikkat ediliyor ki, hiçbir tarafta bir bulaşık, bir kirlilik, bir tabiî moloz yığınına rastlanmıyor. (İnsan atıkları müstesna) Kartallardan akbabalara, et yiyicilerden karıncalara, sineklerden bakterilere, yağmurlardan rüzgârlara, kardan fırtınaya, ozon tabakasından güneş fırtınalarına kadar her şey tabiatta kirlenen kıyı ve köşeler için birer temizlik memuru gibi çalışırlar ve her tarafı yıkayıp siliyorlar, süpürüp temizliyorlar. Kâinatta bu derece geçerli olan temizlik fiili, hiç şüphesiz çelikten işaret parmağı ile temizlik emirleri sahibi Allah’ı doğrudan göstermektedir. Bedîüzzaman’a göre, bu kâinat daima işleyen bir büyük fabrika; her vakit dolar, boşanır bir han ve bir misafirhane hükmündedir. Böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler atık maddelerle, enkazlarla, süprüntülerle çok kirlenir, çok bulaşık olur, ufunetli ve kirli maddeler her tarafında birikir. Eğer dikkatle bakılıp temizlenmezse, içinde yaşanmaz hale gelir ve insanı boğar. Hâlbuki bu kâinat fabrikası ve bu yeryüzü misafirhanesi öylesine pâk, öylesine temiz ve öylesine nazîftir ki, o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve bir tesadüfî kir ve leke asla içinde bulunmaz; geçici olarak bulunsa da, bir temizlik memuru hemen onu yer, yutar; o kir kaybolur ve orası temizlenir. Bu kâinat sarayının öyle temizliksever bir Sahibi var ki, o koca sarayı küçük bir oda gibi süpürtür ve temizlettirir. Sarayın büyüklüğü nisbetinde atık ve enkazından kalma kirli maddeleri ve süprüntüleri hiçbir yerinde bulunmuyor, barınmıyor. Bilâkis büyüklüğü nisbetinde temizliğine dikkat ediliyor.1 Said Nursî’ye göre, işte bu âlem sarayındaki temizlik ve paklık, mütemadiyen dikkatli bir temizleme işinden ileri gelmektedir. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sayfalarını temizlediği gibi; bu yeryüzü tayyaresinin ve gezegenlerin ve bu kâinat kitabının sayfaları öyle kolay temizlenmekte ve öyle rahat güzelleşmektedir ki, âhiretin sonsuz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine ve bu güzelliğine âşık ve hayran olmaktadırlar. Bu temizlik emirlerini denizlerin etobur hayvanlarından, karaların kartalları, kurtları ve karıncaları gibi cenazeleri toplayan sıhhiye memurlarına kadar, canlıların en küçük yapı taşı olan hücrelerinden, âlemin zerrelerine kadar bütün varlıklar dinliyorlar. Damarlarda cereyan eden kanın alyuvarları ve akyuvarları, bedende temizlik yaparak bu emri dinledikleri gibi; nefes de her saniye kanı tasfiye etmek sûretiyle bu İlâhî emre boyun eğmektedir. Göz kapakları ve kirpikler gözleri temizlemekle, sinekler kanatlarını süpürmekle o emri dinlemektedirler. Koca hava, zeminin yüzüne konan toz-toprak gibi süprüntülere üfleyip temizleyerek aynı emri dinlemekte; bulut süngeri de, zemin bahçesine su serperek yıkamakla ve toz toprağı yatıştırmakla, sonra gökyüzünü fazla kirletmeyip, süprüntülerini toplayıp bir kenara çekilerek göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, masmavi parlar bir şekilde bırakmakla o emre boyun eğmektedir. Bu temizlik emirlerini yıldızlardan gezegenlere, mâdenlerden bitkilere bütün büyük yaratıklar dinlediği gibi, zerrelerden atomlara, elementlerden unsurlara bütün küçükler de dinliyorlar ki, baş döndürücü hareket fırtınaları içinde dönerlerken temizliğe azamî dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar. İşte kâinatın bütün dairelerinde gözüken bu temizlik fiili, doğrudan doğruya Allah’ın varlığına ve birliğine sayısız işaretler taşımakta, dikkatli düşünen akıl sahiplerine Allah’ın varlığını göstermektedir.
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 299. 2- Lem’alar, s. 300. 03.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Kim, ne kaybetti? Kim, ne kazandı? |
Üniversitelerde ve ÖSYM’nin sınavlarında başörtüsü yasağının kalkmasının ardından, yıllar sonra dersliklerde başörtülüler görülüyor. Eeee, şimdi ne oldu? Laiklik elden mi gitti? Anarşi mi çıktı? Cehaletin baş gösterdiği yerlerde sürdürülen bir töre ya da kan dâvâsı gibi yıllarca devam eden yasak tamamen kaldırılsa ne olur? Sormak istiyorum; “Ey yasakçı zihniyet, bunu sürdürsen ne kazanırsın? Son versen ne kaybedersin?” Cumhuriyet ilkeleri mi dediniz? Hadi canım sen de! Cumhuriyet sadece sizde mi görülmüş? Avrupa ülkelerinde, Amerika’da, Avustralya’da cumhuriyet yok mu? Oralarda başörtülü üniversitelere giriliyor, başörtülü öğretmenler görev yapıyor, hastanelerde başörtülü doktor ve hemşire çalıştırılıyor ve daha sizin kamu alanı dediğiniz pek çok alanda başörtülüler hizmet alıyor ve hizmet veriyorlar. Onların ne cumhuriyetleri yıkılıyor, ne de cumhurlarının hakkı gasp ediliyor. Hatırlıyorum da, küçük bir ilçeden merkeze okumak için zor zahmet ürkek adımlarla İmam Hatip Lisesine gelen arkadaşlarım vardı. Bunlar liseden sonra yurt dışına giderek çok güzel bölümler bitirdiler ve birkaç dil bilen, dünyanın çeşitli ülkelerini görmüş, geniş bir ufka sahip insanlar olarak ayaklarını yere basa basa, güçlü adımlarla döndüler ülkelerine. Şimdi düşünüyorum da, bu yasak olmasaydı, evlerinden adım atmaya bile çekinen, yağmur yağdığında ayakkabıları su alan, çiftçi ailelerinin çocukları nasıl dünyaya açılacaktı? Çarşıya pazara bile ancak annesiyle çıkan arkadaşlarım, tek başına bir uçağa binip dünyanın öbür ucuna uçma cesaretini nereden bulacaklardı? Ülkelerinde kalanlar da çok şey kazandılar elbet. Hukukî mevzuâtı, haklarını, yakın tarihi çok iyi öğrendiler. Kim dost, kim düşman? Yasak nereden başladı, oynanan oyunlarla planlanan ne? Anladılar. Araştırmacı ve uyanık olmayı öğrendiler. Belki de bu yasak onları gaflet içinde olmaktan kurtardı. Taklidî bir örtünmeden ziyade, niçin örtündüklerini araştırarak, ilmî delillere dayanarak tahkikî iman ile örtünmelerini sağladı. Sahip çıkmaları gereken bir dâvâlarının olduğunu anladılar. Bu sadece başörtüsü dâvâsı değildi. İman dâvâsı idi, hak-hukuk dâvası idi. Bu onlara hayatlarının bir anlamı olduğunu hatırlattı. Bu dünyanın oyun ve eğlenceden ibaret olmadığını, burada mücadele olduğunu, imtihan olduğunu hatırlattı. Ve bütün bunları onlara yasakçılar kazandırdı. Yani şahinler saldırdı, serçelerin istidatları inkişaf etti. Yasakçılara bütün bu kazandırdıklarından dolayı teşekkür edecek değiliz elbet. Şu an uygulamaya başlanan serbestiyet için de minnet duymayız. Çünkü daha düne kadar başörtülüleri okul kapılarında çeviren, onları ikna odalarına çekerek sorguya alan, onların okumaları için İran’ı ve Afganistan’ı adres gösteren bu yasakçılardı. Bu yaptıklarından dolayı bedduâ etmeye de tenezzül etmeyiz. Onlar seçim sandıklarında milletten gerekli cevabı alıyorlar. Bu zulümden mazlûmlar çok şey kazandı, ama zalimler hep kaybettiler. Bu zihniyetleri değişmedikçe, kaybetmeye de devam edecekler. Haksızlıkları bir ağ gibi ellerini ve ayaklarını saracak, karanlıklar içinde cebelleşip duracaklar. Onlar öyle bir çıkmazda uğraşıp dururken, haklı olanlar ise sağlam adımlarla daha aydınlık ve demokrat günlere doğru hep ilerleyecekler. 03.11.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sinüzit tedâvisi |
Aşağıda izahını, tarifini okuyacağınız yöntemle, şiddetli başağrılarına yol açan sinüzit hastalığından yüzde yüz ihtimalle kurtulmak mümkün. Yaklaşık yirmi sene evvel kendim aynı yöntemle ilâcı kullandım ve bu dayanılmaz marazdan biiznillah kurtuldum. O günden bu yana, aynı dertten muztarip olan bütün yakınlarım pekçok okuyucularımız da aynı ilâcı kullanarak kâmilen şifâ buldular. Son haftalarda o ilâcı kullanarak sinüzit tedâvisi olan iki şahidin ismini de vererek, yedi sene evvel neşredilen konuyla bir yazıyı—mevsimi henüz geçmeden—tekraren takdim ediyoruz. Şahitlerden biri Bizim Radyoda program yapan Hakan Bey, diğeri ise Yeni Asya Satış ve Pazarlama Müdürü Selahattin Beydir. Tam emin olmak isteyen, bu arkadaşlarımızı da arayıp sorabilirler. Bu girizgâhtan sonra, "Sinüzit ilâcı: Acıdüvelek" başlığını taşıyan 12 Kasım 2003 tarihli yazımızı takdim ediyoruz. * * * Kar yağmadan, buz vurmadan, yani mevsimi henüz geçmeden tanıtalım, hatırlatalım istedik, tabiî sinüzit ilâcını. Halk arasında "Acıbostan, Acıkavun, Kedikabağı... diye bilinen, Risâle–i Nur'da ise, "Acıdüvelek" ismiyle zikrolunan (24. Söz) ve mûcizevî tesire sahip olan bu şifâlı bitkinin suyu, sinüzit hastalığının kökünü kurutmaya birebir geldiğini, mevzuun hemen başında ifade edelim. Üstelik, bunu sayısız tecrübelere dayanarak ifade ettiğimizi de belirtmiş olalım. Evet, kendimiz başta olmak üzere, çevremizdeki pekçok kişide tecrübe ettik ve biiznillah, sinüzitten muztarip olanların hemen tamamının şifâ bulup iyileştiğini bilmüşahade gördük. Bu sebeple, aynı Lokman Hekim ilâcını, sinüzit rahatsızlığı olanlara da buradan tavsiye ediyoruz. Ancak, kullanırken özellikle bir noktaya tam mânâsıyla dikkat edilmesi gerektiğini belirtelim: Zehir gibi etkili olan bu bitki suyunu, sakın ha buruna damlatmayın, boğazınıza kaçırmayın. Bitkiyi biraz daha tanıttıktan sonra, ilâcı kullanma tarifini verelim. * * * Acı düvelek, daha çok yol ve kaldırım kenarlarında, bilhassa moloz gibi taş–toprak yığınlarının olduğu mıntıkalarda yetişir. Yerden yüksekliği 20–30 santimi bulduğu halde, etrafa yayılan dallarının uzunluğu bazan bir metreyi geçer. Yaprak ve çiçekleri, kabak bitkisinin benzeri ve minyatürü gibidir. Kalın parmak büyüklüğündeki hıyarcıkları ise, etrafı dikenli, içi ise, asit gibi keskin sulu ve çekirdeklidir. Olgunlaştığı zaman, posası yere düşerken, çekirdekleri metrelerce etrafa saçılır. Koparırken, göze sıçramamasına dikkat edilmeli. * * * Bu şifalı bitki suyunun kullanılma şekli değişik olmakla birlikte, daha çok buruna damlatma tarzı yaygındır. Ancak, bu tarz, son derece dikkat ister, aksi halde genzi yakar, ses tellerine zarar verebilir. Bizim—uzmanına da danışarak—bulabildiğimiz en zararsız kullanım şekli, çekirdekleri dışarı fırlayan kabakçığın arta kalan saf suyuna "kulak pamukçuğu" diye bilinen ucu pamuklu çöpü bandırıp ıslatarak, burnun iç duvarına iyice sürmektir. Böylelikle, damlanın boğaza kaçması tamamiyle önlenmiş olur. Bu su öylesine etkilidir ki, burun ıslaklığındaki gazı bile, hafiften genzi yakmaya başlar. Bunun ise, hiçbir zararı yok. Kullandıktan bir–iki saat sonra, sinüziti olan kişinin burnu damla damla akmaya başlar. Aktıkça da, sinüsler açılır ve hasta rahatlamaya, şiddetli başağrıları dinmeye başlar. Faydasını gören, bir–iki hafta arayla bunu tekraren de kullanabilir. Sinüzit yoksa eğer, burundan akıntı gelmez ve hissedilen rahatsızlığın türü başka olduğu anlaşılır. (Migren, vesaire.)
Tarihin yorumu 3 Kasım 1926
Erzurumlu Rüştü Paşanın idamı Dadaşlar diyârı Erzurum'un gözbebeği, İstiklâl Harbi kahramanı, İstiklâl Madalyasının sahibi Rüştü Paşa, İstiklâl Mahkemesinin hakkında idam kararı sebebiyle, 3 Kasım 1926'da idam edildi. (TC Kronolojisi, TTK Yayınları, s. 463) İsnat edilen suç: İzmir Sûikastını tertipleyenler arasında yer almak. Oysa, sehpaya doğru giderken, ölüme giden bir insanın yalan söylemeye tenezzül etmeyeceğini hatırlattıktan sonra, yemin–billah ederek, hakkındaki iddiaların asılsız olduğunu ve sûikast tertibi ile bir alâkasının bulunmadığını haykırarak ilân etmiştir. Gerçekte ise, sırf M. Kemal, İsmet ve Fevzi Paşaların ekibine taraftar olmadığı ve 1925'te siyaset sahnesine çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına dahil olduğu için, onun ismi kasten sûikast hadisesine karıştırılmış ve zulmen idam edilmiştir. * * * 1872 senesinde Erzurum'da dünyaya gelen Rüştü Paşa, 1893’te harp okulunu bitirdikten sonra, sırasıyla Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşına iştirak etti. Bilhassa, 1915 yılı başlarındaki Sarıkamış Harekâtı esnasında defalarca ölümle burun buruna geldi. Benzer tehlikeleri, İstiklâl Harbi esnasında atlattı. Gaziydi, harp madalyası sahibiydi, büyük ordulara defalarca kumandanlık yapmış bir kahramandı. Ne var ki, Ağustos 1923'te Erzurum mebusu seçildikten sonra, hayata bakışı ve dolayısıyla hayatının seyri değişmeye başladı. Ankara'da ayyuka çıkan siyasî çirkefliklere ve ayak oyunlarına şahit olunca, eskiden beri tanıştığı, can dostu olarak gördüğü nisbeten temiz, dürüst adam Kâzım Karabekir Paşanın yanında ve başında bulunduğu TCF safında yer aldı. Rüştü Paşa, bu yaştan sonra daha fazla ilgi ve itibar beklerken, ne yazık ki, hiçbir alâkasının bulunmadığı suçlarla itham edildi ve aylar süren yargılamaların neticesinde idam sehpasına götürüldü. 03.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Sular akmasın mı? |
Yeraltı kaynağı olarak petrole sahip olan ülkeler geçen yıllara damgasını vurdular. Petrol, önemini korumakla birlikte önümüzdeki yıllarda ‘su’ya sahip olan ülkelerin söz hakkı olacağını söylemek mümkün. Bunu anlatmak için “Önümüzdeki yıllarda su savaşları çıkabilir” tahmini bile yapılıyor. Aslında ‘su savaşları’nın başlamasını beklemeye gerek yok, çünkü bu savaş başlamış durumda. Ülkeler arasında olmasa bile, sivil toplum kuruluşları ile ülke yönetenleri arasında bir ‘su savaşı’ndan bahsedilebilir. Ülkemiz de su yönünden çok zengin olmasa bile fakir de sayılmaz. Bilhassa Karadeniz’deki yemyeşil vadiler sahip olduğumuz su zenginliğini göstermesi bakımından dikkat çekici. Yalnız bu vadilerde akan dereler, artık eskisi gibi gürül gürül akamıyor. Bu durum bazılarını sevindirse de, vadilerde yaşayan ‘köylüler’i üzmüş durumda. Son bir ayda alınan bazı kararlar; suyu, vadileri ve bu vadilerden akan dereleri yakından ilgilendiriyor. Hatırlanacağı üzere ‘yetkililer’ bu vadilerden akan suların ‘boşu boşuna akıp gittiğini’ iddia etmektedirler ki; derelere ve suya bundan daha ağır bir itham olabilir mi? Yakın zaman önce alınan idarî bir kararla Rize’deki “İkizdere Vadisi” tahripten kısmen kurtuldu. Ama tehlikede olan sadece İkizdere Vadisi değil ki? Başta Karadeniz olmak üzere pek çoy yerde korunması gereken vadilerimiz var. Fırtına Vadisi, Senoz Vadisi, Salarha Vadisi... gibi onlarca, belki de yüzlerce vadi var. Belki yüzlerce dere bu vadilerden çağlayarak, ‘başını taştan taşa vurarak’ denizlere doğru akıyor. Bu noktada ‘bilim adamları’ da ihtilâf halinde. Acaba bu sular aksın mı, akmasın mı? Bazıları ‘akmasın’ diyor. Sebep? “Akarsa, para kazanamayız, akmazsa para kazanırız!” Önce “Sular boşuna akıyor” sloganına itiraz etmeliyiz. Su, hiçbir zaman ‘boşa’ akmaz! Hatırlamak lâzım ki, akmayan su, hükmen ‘ölü’ sayılır. Su, akmak için vardır ve hayatiyetini ancak akarak devam ettirebilir. Suların, derelerin; denizlere ve göllere akmasını nasıl ‘boşa’ sayabiliriz? Bu yanlış sloganı, “Sular boşuna akmaz”la değiştirmek durumundayız. Sloganlardan ziyade, anlayışı değiştirmek durumundayız. “Sular boşuna akıyor” anlayışında olanlar; suların tünellere hapsedilmesi yoluyla hiç akmamasını göze alıyorlar. İşte asıl yanlış budur. Elbette belli ölçülerde ‘su’lardan istifade edilmelidir; ama bu suların akmasını engelleyerek değil, akmasını engellemeden yapılmalıdır. Daha önce yapılan yanlışları tekrarlamakta fayda yok. Madem bu sular bizim için çok değerlidir, o halde bu dereleri, ırmakları ve çayları öldürmeyelim. İstifade edelim, ama kesinlikle yok etmeyelim! Geçmişte yanlış uygulamalarla tarımı yok ettik, denizlerimizi mahvettik. Katletme sırası derelerimize mi geldi? Hem unutmayalım ki, dereler ne sadece o vadilerde yaşayan köylülerin, ne de bu ülkeyi idare edenlerindir. O dereler aynı zamanda o sularda yüzen kurbağaların, o ırmakta yaşayan alabalıkların, o çağlayan başında ‘avlanan’ kuşların, o gölde yüzen yılanlarındır. Kendimizi, cebimizi düşünerek suları öldürmeye çalışırken bunları da düşünelim. ‘Su’dur, akar ve akmalı. Tersine değil, göle ve denize doğru! 03.11.2010 E-Posta: [email protected] |