Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Siyaset de demokratikleşmeli |
Referandumun üzerinden bir ay geçti. Sonuçlar belli olduktan sonra konuşulmaya başlanan yeni anayasa bahsi, bir süre gündemi meşgul eden “Seçimden önce mi, sonra mı?” tartışmasının ardından tavsamaya yüz tuttu bile. Görünen o ki, yeni gündemlerin de açılmasıyla, bu konu yine gerilere atılacak. Oysa şimdiden partiler arası bir komisyon kurulup ön çalışmalara başlansaydı, hem konu sıcak tutulur, hem de yol alma imkânı doğardı. Ama olmadı. Öyle olunca da, bilhassa anayasa paketi için “Yetmez, ama evet” diyenler başta olmak üzere, bu konuda duyarlı kesimlerin yeni anayasa talebini unutturmamak ve konuyu sürekli canlı tutmak için çaba göstermeleri lâzım. Bu arada, ilk nazarda anayasayla doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünen, ama demokrasinin önünü açmak bakımından büyük önem taşıyan başka konuların da gündeme gelmesi olumlu. Meselâ, yürürlükteki darbe anayasası gibi 12 Eylül ürünü olan Siyasî Partiler Kanununun da bir an önce yenilenip, özellikle parti içi demokrasiyi engelleyen düzenlemelerin kaldırılması gerektiği belirtiliyor ki, bu da son derece önemli. CHP Genel Başkanının, kendi partisini de dahil ederek, partilerin hiçbirinde demokrasi bulunmadığını söyleyip, bu durumu düzeltmek için “Siyasî Partiler Kanununu değiştirelim” çağrısını dillendirmesi, bu bağlamda dikkat çekici. Bu çağrının gereği mutlaka yapılmalı ve siyaseti de özgürleştirerek parti içi demokrasiye işlerlik kazandırmanın yolu açılmalı. Aksi takdirde, kendi içinde demokrasiyi hakim kılamayan partilerin “devleti demokratikleştirme” iddiaları boşlukta kalır ve bu yöndeki girişimlerinin de sağlıklı ve kalıcı sonuçlar vermesi çok zorlaşır. Nitekim devleti demokratikleştirme adına atılmak istenen adımlar gündeme geldiğinde sergilenen bürokratik direniş, en önemli gerekçe ve bahanesini siyasetteki antidemokratik yapı ve işleyiş olarak gösteriyor. “Sivil dikta ve sivil vesayet” iddialarının altında da bu mantık yatıyor. Siyaset gerçek anlamda tabana dayanan bir yapı ve işleyişe kavuşmalı ki, hem esen rüzgâra göre eğilip bükülmeyecek sağlıklı ve güçlü bir yapıya kavuşsun; hem de bürokratik oligarşinin sergilediği derin direnişe malzeme vermesin. Bu bakımdan, siyaseti demokratikleştirmek için hem Partiler, hem de Seçim Kanunlarında bu yönde değişikliklerin âcilen yapılması lâzım. Partilerde lider sultasını önleyecek mekanizmaların oluşturulması, milletvekili adaylarının önseçimle belirlenmesi, seçim barajının düşürülmesi gibi düzenlemelerle demokratik siyasetin önündeki engeller kaldırılmalı ki, genel anlamıyla demokrasinin gelişme yolu da açılsın. *** Necdet Öztorun ve Risale-i Nur Geçen hafta vefat eden emekli Org. Necdet Öztorun, 1987’de Kara Kuvvetleri Komutanlığından Genelkurmay Başkanlığına geçmesi beklenirken, Evren-Özal işbirliği ile devredışı bırakılan bir komutandı. Ona dair orijinal bir anekdot da Risale-i Nur’la ilgili. Ve şu sözler ona ait: “Ben mahkeme kararı olmadan kitap toplatılmasına ve yasağına karşıyım. Komutanlığım döneminde yasaklayabilseydim, Said Nursî’nin düpe düz laiklik aleyhtarı olan kitaplarını yasaklatırdım. Ama onları bile soruşturdum, mahkemelerde aklanmış. Yapacağım birşey kalmadı.” (Milliyet, 22.7.1987; Köprü, Ağustos-1987, s. 4) 12 Eylül’den sonra kuvvet komutanlığı yapmış bir kişi olarak Öztorun’un, özellikle Risale-i Nur’u yasaklamaya çalıştığını, ama mahkemelerde beraat ettiğini öğrenince eserlerin üzerine gitmekten vazgeçtiğini anlatan bu anekdot, Nur hizmeti için verilen mücadelenin başından beri hukuk zemininde yürütülmesinin ne kadar önemli olduğunu bir defa daha gözler önüne seriyor. Öztorun’un sözleri, bu tavrın, karşıtlarını bile hukuk duvarına çarparak geri çekilmek mecburiyetinde bıraktığının çok çarpıcı bir örneği... 12.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Hakimler seçmeyi öğreniyor |
Yanlış anlaşılmasın, hakim ve savcılar da her yetişkin insan gibi, kavun “seçmeyi”, ev “tercih etmeyi”, doğruyu yanlıştan “tefrik etmeyi”, hükmü “temyiz etmeyi” … biliyorlar. Hatta –savcılar değil, ama- hakimlerin bir kısmı, seçim “yaptırmayı” da biliyorlar. Zira Yüksek Seçim Kurulu yüksek hakimlerden oluştuğu gibi, il ve ilçe seçim kurullarının başkanları da o yerin en kıdemli hakimleri. Amaç, seçimlerin bağımsız yargı denetiminde yürümesini ve dolayısıyla temsilde adaleti sağlamak. Ama mâlûm, hakimler seçmenin vereceği oyun muhtevasına karışamazlar. Sandıktan çıkan sonuca da müdahale edemezler, seçim ve sandık kurullarının siyasî üyeleri ve sandık müşahitleri bu sebeple var. Neyi öğreneceklerine gelince; Hakim ve savcılar önümüzdeki hafta sonu, kendilerini yönetecek bir kurul için, yine kendi aralarından on altı temsilci “intihap etmeyi” ilk defa deneyecekler. İşte bunun için “seçmeyi öğreniyorlar” dedim. Hukuk ve demokrasi ilişkisi enteresan bir konudur. Meselâ bir ağır ceza mahkemesi heyetinin bir sanığı “oy çokluğu” ile mahkûm etmesi halinde, suçlandığı fiilin aslında suç sayılmaması gerektiğine inanan sanığın yaşayacağı ruh hali, üzerinde film yapılmaya değecek kadar ilginç olacaktır. Ya da, daha önceki bir yazımda söylediğim gibi, bir kişinin “suçlu” olup olmadığına, demokratik yöntemle, o fiilden etkilendiği varsayılan bölge halkının, temsilcileri (jüri) eliyle ya da bizzat karar vermesinin adalete uygunluğu tartışılabilir. Bu kere HSYK seçimleri sebebiyle, hukuk ve demokrasi ilişkisi hakkında başka ilginç bir konu gündeme gelmiştir: Hakimler ve savcılar, anayasa değişikliğinden sonra oluşacak yeni HSYK’ya kendi temsilcilerini “nasıl,” yani hangi bilgiyle ve hangi yöntemle seçecekler? Yöntemin anahatlarını anayasa söylüyor: “Adaylar propaganda yapamazlar; sadece Yüksek Seçim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde özgeçmişlerini bu iş için tahsis edilmiş bir internet sitesinde yayımlayabilirler.” Yöntemin ayrıntılarını ise anayasaya uygun olarak YSK belirleyecek. Propaganda olmadan seçim ve demokrasi olmaz demeyelim. Neticede “icraat” belli. Belediye başkanı seçmiyorlar ki, “Ne yapıp ne yapmayacaklarını bilelim de ona göre oy kullanalım” denilebilsin. Yani adaylar adaylıklarını açıklayacaklar ve dolayısıyla oy isteyecekler, ama “muhatabı belirsiz biçimde, (hukuktaki adıyla aleni icap yoluyla)” oy avcılığı yapmaları yasak. Peki, liste yarışı serbest mi? Hakimler demokrasisi partiler demokrasisine benzeyecek mi? Düğümü koparacak soru bu. Listeyi kim yapacak ya da kimler liste yapabilecek ve bu bir propaganda olmayacak mı? Liste yapan ve listeye dahil olan aslında gruplaşmış olmayacak mı? Gruplaşmak, bireysel propaganda yapmaktan daha tehlikeli değil mi? Bir siyasî ya da ideolojik grup, bir derneğin ya da kulübün adını kullanarak bir liste ile ortaya çıkar ve el altından da olsa bu listeye destek isterse bu kişilerin propagandasını yapmış olmaz mı? Hele hele başka bir grup, üstelik doğrudan doğruya “Adalet Bakanlığı” denilen hükümet mekanizmasının “adını kullanarak” bir liste ile ortaya çıkar ve “el altından” bu listeye oy isterse yeni bir antidemokratik propaganda yöntemi uygulamış olmaz mı? Aynen daha geçen ay kendisini “evet/hayır” cenderesine sıkıştırılmış hisseden seçmen gibi, hakimler de kendilerini, ya kendi ikballeri için ya da memleketin âli menfaatleri adına bu iki listeden birini tercih etmek mecburiyetinde hissederlerse… “Bu ne menem demokrasidir arkadaş” demez misiniz? Dersiniz, dersiniz… Zira dersiniz - dersimiz. O halde çözüm nedir? Çözüm basittir. Türkiye, demokrasiyi birilerinin sandığı gibi geçen aydan beri öğreniyor değil. Osmanlının son dönemine uzanan öncesini saymazsak, altmış yıllık bir demokrasi tecrübesi ve altmış yıllık bir seçim geleneği var. YSK bu geleneği bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da hakkıyla temsil ve takip etmeli. Öncelikle, YSK liste yarışına kesinlikle izin vermemeli. Oy pusulalarının tulum listeyi işaret ettiği hallerde oyu geçersiz sayabilmeli. (Meselâ Edirne’de ve Kars’ta iki seçmen aynı listeye oy vermişse belli ki bir merkezden lanse edilen bir liste vardır). Liste yarışını engellemek için YSK gerekirse seçimin iptali mekanizmasını dahi işletmeli. Aslında daha da iyisi, başta sistem kurulurken, gerekirse çift dereceli seçim yöntemi uygulanarak dar bölge sistemi denilen sisteme uygun biçimde her bir küçük grubun bir temsilci seçmesi sağlanmalıydı. Ama anayasa değişikliği aşamasındaki hay huy içinde, maalesef bu konu da kaynadı gitti. HSYK üyelerinin bundan sonraki seçim süreçleri için çıkarılacak kanunda bari biraz dikkat edilse... 12.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Mânevî ameliyatlar-2 |
Abdullah Bey: “Risâle-i Nur’da geçen ‘ameliyat-ı cerrahiye, ameliyat-ı dâhiliye ve ameliyat-ı insaniye’ kavramlarını açıklar mısınız?”
Dünden devamla: Halis ehl-i imanın başına gelen şefkat tokatlarının onlar hakkında birer ameliyat-ı cerrahiye hükmünde olduğunu1 beyan eden Üstad Saîd Nursî Hazretleri; dünya aşkı, mal hırsı ve dünya malına aşırı düşkünlük nedeniyle zekâtı vermemenin ve ibadetleri aksatmanın “malda bereketsizlik” gibi mânevî bir ameliyat-ı cerrâhiyeye sebep olduğunu kaydeder.2 Ameliyat-ı dâhiliye; sözlükte dâhilî ameliyat, iç ameliyat ve tıpta iç hastalıkları için yapılan cerrâhî müdahale demektir. Risâle-i Nur’da kalbin manevî hastalıklarından arınması ve nefisten gelen yaralardan şifa bulması için insanın kendi bünyesinde veya hizmet dairesi içinde ya da Müslümanlar arasında gerek kader tarafından, gerekse iradeye bağlı olarak yapılan manevî “iç müdahale” veya “dâhilî terbiye usulüne” Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî ameliyat-ı dâhiliye demiştir. Meselâ Bedîüzzaman’a göre, ibadetlerini ihmal edenlere gelen amel cinsinden cezalar, zekâtını vermeyenlere gelen mal zayiâtı veya mal tutkunlarına semavî afetle isabet eden mal telefi, toplumca İslâm’ın şeâirine sahip çıkmamanın neticesinde gelen ekonomik buhran ve geçim sıkıntısı kader tarafından tayin edilen birer ameliyat-ı dâhiliyedir.3 Üstad Saîd Nursî Hazretleri; Gavs-ı Azam Şeyh Abdulkadir Geylânî’nin (ra) Fütûhu’l-Gayb namındaki çok şiddetli kitabını kendisini muhatap sayarak okuduğunu, gururunu ve nefsini dehşetle kıran bu kitabın nefsinde şiddetli ameliyat-ı cerrahîye yaptığını, fakat neticede şifalı bir ameliyata dönüşerek kalbine inkişaf verdiğini kaydeder.4 Ameliyat-ı insâniye ise, sözlükte insan üzerinde yapılan ameliyat, insanın hastalıklarını tedavi etmek için yapılan operasyon ve insan için yapılan tıbbî müdahale manalarındadır. Bedîüzzaman’a göre kader tarafından tayin edilen ve insanı uyarmak ve ameli karşısında ceza olmak üzere verilen ve kendisine ameliyat-ı cerrahîye veya ameliyat-ı kaderiye de denilen ameliyatlar, yani İlâhî cezalar ve semavî ikazlar aynı zamanda birer ameliyat-ı insaniyedir.5 Çünkü yapıp ettiklerinin yanlış olduğunu bildirmesi, aklını başına getirmesi ve doğru yola sevk etmesi için kader bu tür dünyevî ceza ve musibetleri insan üzerinde uygulamaktadır. Sonuçta aklı başında olan insanlar bu cezalardan ders almakta ve sürüklendikleri yanlış yoldan dönerek tövbekâr olmaktadırlar. İnsanı doğru yola yönlendiren kader, böylece aslında bir hidâyet rehberi görevini de üstlenmiş olmaktadır. Anlaşılıyor ki, her şey insanoğlunun âhirette kaybetmemesi ve ebedî hayatını kazanması için kader tarafından düzenlenmiştir. Bundandır ki, dünyanın musîbetleri âhiretin gülleri hükmündedir. Bu hakikat Peygamber Efendimiz (asm) tarafından defalarca dile getirilmiştir. Bir hadislerinde, “Musibetler, yüzlerin karardığı Kıyamet Gününde sahibinin yüzünü ak eder”6 buyuran Allah Resulü (asm), bir diğer hadislerinde, “Allah kul için önceden mânevî bir makam takdir etmiştir. Fakat kul ameliyle o makama ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malıyla ilgili bir musibet verir. Sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu bu musibetlere karşı sabırlı kılar”7 buyurmuştur.
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 50 2- Kastamonu Lahikası, s. 164 3- Kastamonu Lahikası, s. 65 4- Mektûbât, s. 339; Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 129; Tarihçe-i Hayat, s. 122 5- Kastamonu Lahikası, s. 164 6- Câmiü’s-Sağîr4/3796 7- Câmiü’s-Sağîr, 1/377 12.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Hadis-i şerifin, Sünnet-i Seniyye’nin Kur’ân’daki yeri |
Sünnet ve hadîsin Kur’ân’daki yeri nedir? “Yalnızca Kur’ân’ı dinleyelim, o bize yeter!” diyenlere Kur’ân ne diyor? Kur’ân’ın ilk ve en kapsamlı tefsiri hadis-i şerifler ve sünnet-i seniyye’dir. Âlemlerin Halık-ı Kerîm’i, Resûl-i Ekrem’i (asm) bir açıklayıcı, bir müfessir olarak tayin ettiğini Kur’ân’da meâlen şöyle beyan eder: “Biz zikri, Kur’ân’ı sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni beyan edesin, açıklayasın.”1 Bu tefsir, özel ve genel tüm meseleler için geçerlidir. Kur’ân ona indirildiyse, elbette onu tefsir edecek olan da odur. Namaz, oruç, zekât, hac gibi hükümlerin; şekil, vakit, sayı, miktar, şart, âdab ve diğer olması gereken maddelerin teferruâtlı olarak açıklamasını o yapmıştır. Meselâ Kur’ân, “Onun (kıyametin) şartları gelmiştir”2 diye ferman eder. İşte Resûl-i Ekrem (asm), çeşitli hadis-i şeriflerde “kıyamet âlâmetleri”ne “büyük ve küçük alâmetler” diye işâret edip, bunları bir bir sıralayarak bu âyeti tefsir ettiği gibi, diğer bütün müteşabih âyetleri ve Kur’ân ahlâkını tefsir eder. Demek hadis-i şerîf ve sünnet-i Seniyye, şarttır, lüzumludur, gereklidir. Onu terk eden büyük hakikatlerden mahrum olur, kaybeder. Hafife alan hasâret sillesini yer; inkâr eden dalâlete düşer!.. Kur’ân’ın ve Nebi’nin (asm) ‘ahad’ veya ‘mütevâtir’ senetlerle aktarılmış sözleri, fiilleri ve takrirleri; itikadî ve amelî vacipleri, nafileleri, şer’î adapları, hülâsa bütün dini hükümleri ihtiva eder. Keza, Rabbimiz, Kendisine yapılan itaatin, peygamberine de itaat edilmesini vacip kıldığını bildirmektedir: “Hiçbir Peygamberi Allah’ın izniyle itaat edilmesi dışında bir sebeple göndermedik.”3 “Ey iman edenler! Allah’a ve resûlüne itaat ediniz!”4 “Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”5 “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resûl’üne itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de… Şayet herhangi bir şeyde tartışmaya (nizaya) düşerseniz; Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resûl’üne havâle ediniz. Bu daha hayırlı ve akıbet itibariyle daha güzeldir.”6 “Hayır! Rabbine and olsun ki onlar, aralarında vuku bulan anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkça, sonra da vereceğin hükmü gönül huzuruyla kabul edip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”7 “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”8 Resulullah’a (asm) uymak ise, Sünnet-i Seniyye’sine ittibâ etmek ve hadis-i şerîflerini dinlemekten başka nasıl olur? Necm Sûresi’nin 4. âyetini, Peygamber Efendimizin, Kur’ân âyetlerinin dışındaki sözlerinin dahi ona vahyolunduğu şeklinde yorumlamaya ve anlamaya herhangi bir engel olmadığı gibi; sair âyetler de onu desteklemektedir. “O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” Demek, Hatemü’l-Enbiya olan Resûl-i Ekrem’in (asm) sözleri “vahyî”dir. Ancak, sahanın uzmanları, vahyi iki kısımda değerlendirmişlerdir: Direkt bağlayıcılığı bulunan vahiy ve dolaylı yapılan vahiy. Şu âyet ise, doğrudan doğruya sünneti tarif etmiyor mu: “Ve hiç şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.”9
Dipnotlar: 1- Nahl Suresi, 44. 2- Muhammed Suresi, 17. 3- Nisa Suresi, 164. 4- Enfal Suresi, 20. 5- Nisa Suresi, 80. 6- Nisa Suresi, 59. 7- Nisa Suresi, 65. 8- Tevbe Suresi, 129. 9- Kalem Suresi, 4. 12.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Enver Paşanın İslâm Ordusu |
Kafkas İslâm Ordusunun bölgede ilerlemesinden endişe eden Gürcistan Hükûmeti, 12 Ekim 1918 tarihinde umumî seferberlik ilân etti. Ancak, buna rağmen ilerleme devam etti. Azerbaycan Millî Şurâsı ile tam bir ittifak içinde hareket eden Kafkas İslâm Ordusu, bölgedeki Rus işgalcilerle giriştiği muharebelerin çoğunu kazanarak, özellikle Azerbaycan'ın 1920 Nisan'ına kadar sürecek bağımsızlık mücadelesine büyük katkılarda bulundu. Yaklaşık iki yıl kadar müddetle hürriyet ve bağımsızlığın tadını çıkaran kardeş Azerbaycan, İstiklâl Harbinin en şiddetli çatışmasını yaşadığımız bir zamanda, Bolşevik Sovyet askerinin işgaline uğradı.
Enver Paşanın büyük ideali
1918 yılı Haziran'ında Kafkas İslâm Ordusunu kuran Enver Paşanın en büyük arzusu ve ideali, bu coğrafyada yaşayan Müslüman ahaliyi Rus, Ermeni ve Gürcü gibi saldırgan unsurların baskısından kurtarmak, onların hür ve bağımsız olmasını sağlamaktı. Enver Paşa, bu ordunun başına öz kardeşi Nuri Paşayı getirdi. Ordu, toplam beş ayrı tümenden teşkil edildi: Bunların ilk üçü Osmanlı'nın Kafkas Tümenleriydi. Bunlara ayrıca Dağıstan'dan 4. Tümen ve Bakü'den de 5. Tümen ilâve edilerek, Kafkasya'da müşterek bir İslâm Ordusu vücuda getirildi. Bu ordunun bölgeye çok büyük hizmeti oldu. Azerbaycan'ın Gence şehrinden Bakü'ye yönelen ordu, şiddetli muharebeler neticesinde Bakü'yü Bolşevik Rus, Gürcü ve Ermeni kuvvetlerinden kurtarmayı başardı. 15 Eylül'e (1918) kadar devam eden bu çatışmalarda, 1130 kadar Müslüman asker şehit düştü. İslâm Ordusunun bu zaferinden cesaret alan Ali Sabis Paşa kumandasındaki Osmanlı Ordusu da, Ermeni işgali altındaki Van bölgesine doğru ilerledi. Çatışmayı göze alamayan Ermeniler, geriye harabeye dönmüş bir şehir bırakarak Van'ı terk etti. 2 Nisan 1918'de Van'ı düşman istilâsından temizleyen Osmanlı kuvvetleri, Tebriz'e doğru ilerlemeye devam etti.
Mondros'tan sonraki durum
30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesinden sonra, Kafkas İslâm Ordusunun da statüsü değişti. Terhis edilmesi ve silâhlardan arındırılması istenen bu ordu, bu tarihten sonra Dünya Harbinden önceki sınırların gerisine çekilerek Doğu Anadolu Bölgesinde, bilâhare ( 2 Mart 1919) Kâzım Karabekir Paşanın komuta edeceği 15. Kolordu bünyesinde toplanmaya başladı. Bu ordu dağılmadı ve silâhlarını da teslim etmedi. (Neticede, Şark Cephesinde zafer üstüne zafer kazandı.) Bunda, hiç şüphesiz, Karabekir Paşanın göstermiş olduğu dirayet ve kararlılığın büyük payı var. 15. Kolordunun bu tavrını takdir ve hayranlıkla karşılayan Ali Fuat Paşa da, benzer bir tutum sergileyerek, yakında başlayacak olan Millî Mücadelenin en kuvvetli ikinci dayanağı durumundaki 20. Kolordunun başına geçti. Filistin Cephesinden Anadolu'nun orta bölgelerine kadar sağ–sâlim şekilde nakledilen bu kuvvetler, aynı zamanda Garp Cephesindeki taarruzları durdurmada ve kazanılan zaferlere imza atmada büyük başarılar sağladı. Şu tâlihsizliğe bakın ki, İstiklâl Harbinin en başarılı ordularına kumandanlık etmiş olan Karabekir ile Ali Fuat Paşa—bilhassa 1924'ten itibaren—siyasî iktidarı ele geçiren grup tarafından dışlanmışlar, hatta birer "vatan haini" imiş gibi çok haksız ve zalimane bir muameleye tabi tutulmuşlardır.
Zıt görüşler
1918 yılı sonlarında ülkeyi terk etmek zorunda kalan Osmanlı Orduları Kumandanı Enver Paşa, ömrünün sonuna kadar Kafkasya'daki Müslümanların hürriyet ve bağımsızlığı yolunda mücadele verdi. Bilhassa, Azerbaycan'ın istiklâli uğrunda büyük çabalar sarf etti, çok ağır bedeller ödedi. Bundan dolayıdır ki, Azerî kardeşlerimiz, Enver Paşaya büyük hürmet ve hayranlık gösterirler. Enver Paşa ile oldum olası zıtlaşan yeni Ankara hükûmetinin ekâbirleri ise, Sovyet Rus hükûmetinin hatırına Azerbaycan'ı bir çırpıda gözden çıkardı ve adeta onları Bolşeviklere kurban verdi. Bolşevik Moskova hükûmeti, başta Azerbaycan olmak üzere, Kafkasya coğrafyasındaki Müslüman unsurlara yardım etmemek ve onlara sahip çıkmamak şartıyla, Ankara hükûmetine her türlü silâh ve para yardımında bulunacağı vaadinde bulundu. Neticede, bu noktada mutabakat sağlandı ve Nisan 1920'den itibaren Sovyet Rusya'nın bütün Kafkasya'ya hakim olma yolu açıldı. Kafkasya'daki Müslümanların esareti, yaklaşık 70 sene devam etti. Esasında, halen de tam anlamıyla hür ve bağımsız hale geldikleri söylenemez. 12.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ah şu darbeciler! |
Neredeyse her 10 yılda bir darbenin yapıldığı ülkemizde, darbelerin ekonomiye verdiği zararları kıyısından-köşesinden tartışıyoruz. Her darbenin Türkiye’yi 20 ya da 30 yıl geriye götürdüğünü uzmanlar da ifade ediyor. Peki, darbelerin zararı sadece ekonomik verilere bakılarak mı anlaşılır? Sosyal ve siyasî zararlarını kim hesap edecek? Söndürülen ocakların, yıkılan hayallerin hesabı da ayrıca sorulmalı değil midir? 27 Mayıs 1960’taki kanlı darbe ve devamındaki darbelerle darbeciler, kendi anlayışlarına göre ‘yol’dan çıkanları ‘yol’a getirmeyi hedeflemişler. Onların ‘yol’ dediği şey, aslında bataklığa saplanan bir yoldur. Hem ekonomik, hem de siyasî olarak hâlâ problemlerle karşı karşıya isek; bunun ilk sorumlusu darbeciler olmalıdır. Maalesef, 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri sonrasında yapılan yanlışların faturasını millet olarak ödemeye devam ediyoruz. 27 Mayıs 1960 darbesinin bir mağduru da dünyaca tanınan İslâm Bilimleri Tarihi Profesörü Fuat Sezgin olmuş. Prof. Sezgin, eğitim için gittiği Almanya’dan 1.5 yıl sonra geri döndüğünde bazı maceracıların darbe yapmış olduğunu kaydederek, “Bir sabah gazeteden öğrendim ki, benim de üniversitedeki görevime son verilmiş. Hani 1960 darbesi sonrası görevine son verilen meşhur 147’likler var ya! İşte onlardan biri de bendim” demiş. (Sabah, 10 Ekim 2010) Bakınız, darbeci anlayışın “işe yaramaz” diye kapıya koyduğu bir ilim adamımız, “gurbet eller”de uygun zemin bulunca dünyanın saygı duyduğu bir ‘otorite’ oluyor. İstanbul Gülhane’de kurduğu İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nde Müslümanların icatlarını sergileyen dünyaca ünlü bilim adamımız Prof. Dr. Fuat Sezgin, “darbe günleri”ni anlatırken de şöyle demiş: “...Menderes’i asmışlardı. Ağladığımı hatırlıyorum. Almanya’ya dönerken arkama bile bakmadım.” Prof. Sezgin, Türkiye’ye küsüp küsmediğine dair bir soruya da, “O zaman küsmüştüm. Çünkü benim gibi bir değeri kaldırdılar, sokağa attılar. Ben Türkiye için yoktum! Ben Türkiye için bir şey değildim” diye cevap vermiş. Bu vesile ile İstanbul’da ikamet edenlerin ve bir şekilde İstanbul’a ziyaret için gelenlerin İstanbul Gülhane’deki “İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi”ni mutlaka ziyaret etmesini tavsiye ederiz. Prof. Sezgin, bu müzenin yeteri kadar ilgi görmemesine de üzüldüğünü ifade etmiş. Oysa bu müze, “Her şeyi Avrupalılar yaptı, bizim ecdadımız hiç bir şey üretmedi, icad etmedi” propagandasını yerle bir eden bir müze. Tabiî akla şu geliyor: Geçmiş asırlarda ilimde ve fende en önde olan İslâm âlimleri, son asırda niçin aynı başarılara imza atamadılar? Bu soru bir paragrafta cevaplandırılabilecek bir soru değil. Fakat akla kapı açacak bir tesbiti hatırlatabiliriz: Sorunun cevabının bir şıkkı, Prof. Sezgin’in başına gelenlerden anlaşılır. Dün ve bugün ‘darbeci anlayışı’ temsil edenler ilim adamlarına engel olduğu için! 27 Mayıs ve 12 Eylül gibi ‘kanlı ve kansız darbeler’den sonra olduğu gibi, yapanlarca ‘post-modern darbe’ olarak isimlendirilen 28 Şubat sürecinden sonra da yine binlerce insan benzer şekilde mağdur edildi. Başörtüsü takmaları sebebiyle okullardan atılan öğrencilerimiz, hicret ettikleri ülkelerde de benzer şekilde başarılara imza atmadılar mı? “Microsoft firmasındaki başörtülü” haberlerini görmedik mi? Türkiye’deki okullara alınmayan başörtülüler, Avrupa üniversitelerinde ‘el üstünde’ tutulmadı mı? Yıllar geçiyor, ama darbecilerin anlaşıyı hiç değişmiyor. İşleri, güçleri Türkiye’nin önünü tıkamak, ufkunu karartmak... Hepsine Risâle-i Nur’un diliyle seslenelim: “Ey iki hayatın rûhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz.” (Münâzarât, s. 87-90) 12.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Sonbaharın hatırlattıkları |
Güz mevsimi, hazan vakti, sonbahar; günlerin, mevsimlerin, senelerin, asırların, dünyanın ihtiyarlıklarını bir çırpıda insana hatırlatan ve dünyadan, sevdiklerinden ayrılıkları buruk bir şekilde gözler önüne seren bir zaman da, gökyüzünde son göçmen kuşlarını akıp giden mavi, beyaz bulutların üzerinden uçup gittiklerini, yerde rüzgârların önünde ayva sarısı yaprakların savrulduklarını seyrederek Afyonkarahisar’ın Döğer kasabasına gidiyorduk. Yol boyunca tarlaya tohum eken çiftçilerin rahmet hazinesinin kapısını aletlerle çaldıklarını görerek, düşünerek, tefekkür ve sohbet ederek geçiyordu yolculuğumuz. Döğer Kasabasına vardığımızda 575 senelik, 2. Murad’ın Karamanoğulları seferi esnasında konaklayarak, kesme taştan yaptırdığı tarihî, antika değerinde bir Osmanlı eseri olan kervansaray çıktı karşımıza. O da asırları geride bırakmış, binlerce hatıraya, ayrılıklara, ölümlere şahitlik etmiş taş abide olarak ayakta durmaya çalışarak, kendisinin sonbaharını yaşıyordu sanki... Öğle namazımızı kasabadaki tarihi Ulu Camii’nde kılarak Safa Sara Beyin evine misafir olduk. Eve adım atar atmaz son derece sıcak, samimi ve içten ilgi, alaka, tatlı dil, güleryüzle karşılandık. İlk defa gittiğimiz evde yıllarca tanışıklık, ünsiyet ve samimiyet varmış gibi, sohbet ve muhabbet başladı. Evin insanları son derece neşeli ve esprili konuşmalarla bizleri de sohbet atmosferi içine aldılar. Bu içtenliğin, aile içi neşenin ve mutluluğun sebebini zihnimde aramaya başladım. Gelişen zaman ve sohbet içerisinde o huzurun kaynağı kendiliğinden sohbet esnasında ortaya çıktı. Safa Beyin annesi (Fadik Ana) Fadime Teyze. O da ömrünün güz mevsiminde. O da binlerce hatırasını, acılarını, özlemlerini geride bırakmış, bahtiyar bir ihtiyar. On sene önce eşi rahmetlik olmuş. Çocuklarıyla beraber kalıyor. Safa Bey onların rızasını alabilmek için gençliğinde Eskişehir vagon fabrikasındaki işini bırakmış. Onun çok meyvesini, bereketini, verdiği huzuru ve huşuyu imanda, İslâmda, Kur’ân’da olduğunu; kendisinde evinde, işinde, çocuklarında bunların emarelerini gördüğünü sevinçle anlatıyordu. Fadik Ana ömrünün son deminde, güz mevsimini birden bahara çevirmiş bir bahtiyar. O, 75 yaşında Kur’ân-ı Kerim’i okumaya başlamış. Şu anda 78 yaşında tam bir Kur’ân âşığı. Gece-gündüz fırsat buldukça okuyor, okuyor... O, yeniden doğmuş gibi mutlu ve huzurlu. Onun okuduklarının bereketi, huzuru, mutluluğu evin içerisinde herkese yansımış durumda. Son derece, neşeli, şakacı, hoşsohbet, güleryüzlü bir kişiliği var. Allah’ın 99 ismini (Esma-i Hüsna’yı) ezberlemiş, sair zamanlarda onu zikir ediyormuş. Onlarda gördüğüm o huzur, Bediüzzaman’ın: “Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zat vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum, sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi: O zat ise ihtiyar peder ve validesinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş, inşallah ahiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli”1 sözünü hatırlattı. SafaBey: “Annem Kur’ân-ı Kerim’e âşık, gece-gündüz elinden bırakmıyor, okuyor ve duâ ediyor. Bir yere gezmeye, misafirliğe giderken önce onun Kur’ân-ı Kerim’i alınır, hazırlanır, götürülür” diyor. İnsanın ruhuna, kalbine, mâneviyatına, fıtratına uygun olan ve her türlü elemlerden, kederlerden, sıkıntılardan uzaklaştıran Kur’ân-ı Kerim’in kazandırdığı sevaplar, hayırlar, hasenat, yaşlı ve beli bükülmüş ihtiyarlarla buluşunca o haneden kazalar, belâlar, musibetler uzaklaşıp yerini mutluluğa, huzura ve sevinçlere bıraktığını gözümüzle gördük. Bu hakikatı anlatırken Üstad, insanların inanmasını, sözüne kanaat edilmesini; sözünün kati olduğuna inanılması için kasem ediyor: “Sakın deme ‘maişetim dardır, idare edemiyorum’ çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin (geçim darlığı) daha ziyade olacaktı. Bu hakikatı benden inan. Bunun çok kati delillerini biliyorum; seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum; şu sözüme kanaat et. Kasem ederim, şu hakikat gayet kat’idir. Hatta nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlardır. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli.”2 Her insanın güz mevsimi, hazan vakti, sonbaharı vardır... Her mahlukatın, mevcudatın, senelerin, asırların, dünyanın ve içindekilerin ihtiyarlığı, sonbaharının olduğu gibi... Sonbaharlar aynı zamanda gelecek baharların, çiçeklerin, güzelliklerin kavuşmaların, buluşmaların başlangıcıdır, müjdesidir. Ömrün sonbaharı sevgililerle, sevdayla, aşkla buluşmadır, visaldir, vuslattır, şeb-i âruzdur, tatlı ve huzurlu bir sükûnettir, son nefesti
Dipnot: 1. Mektubat, 21. Mektup. 2. a.g.e. 21. Mektup 12.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Türkiye İsrail’in OECD’sine katılıyor! |
Türkiye’nin terörle mücadele yurtdışına asker göndermesi ve Kuzey Irak operasyonlarına dair “hükûmet tezkeresi”nin Meclis’te görüşüldüğü sırada, dış politikada gârip gelişmeler olmakta. Referandum sürecinde söz verilen ve ardından bizzat Başbakan Erdoğan’ın ikrarıyla rafa kaldırılıp ötelenen “yeni anayasa” ve “başörtüsü yasağı” tartışmaları ortasında, bütün tumturaklı söylemlerin aksine İsrail’le işbirliği tam gaz sürmekte. AKP hükûmeti, İsrail’i bir defa daha ödüllendirmekte. Davos’taki “One minute” çıkışı ve özellikle dokuz vatandaşın katledildiği Mavi Marmara baskını akabinde yoğun iç gündemle perdelenen ve göz ardı edilen garâbetlerden biri de, İsrail’in Kudüs’te ısrar ettiği Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) toplantısına Türkiye’nin katılacak olması. Bilindiği gibi, öncelikle başta Filistin olmak üzere İslâm dünyasının ve insan hakları alanında çalışan birçok sivil toplum kuruluşunun, İsrail’in Gazze’deki insan hak ve özgürlükleri ihlâllerini nazara verip itirazlarına rağmen, Müslüman bir ülke olan Türkiye İsrail’in OECD’ye girmesini onaylamıştı. Gelinen noktada, İsrail askerlerinin uluslararası sularda el koyduğu ve yüzlerce vatandaşı tutuklanıp günlerce maddî ve psikolojik işkenceye tabi tutan İsrail’in bu gasbını “haydutluk” ve “korsanlık” olarak niteleyen Ankara, Telaviv’e bir “kıyak” daha yapmakta…
“KUDÜS, İSRAİL’İN BAŞKENTİ” İLÂNI İç ve dış kamuoyu, “One minute”den ve bilhassa Mavi Marmara küstahlığından sonra İsrail’in hiçbir hak ve hukuk tanımayan ve en son Yahudi yerleşim birimlerini serbest bırakan işgal politikalarını, OECD’nin tek Müslüman üye ülkesi olan Türkiye’nin reddetmesi bekleniyordu. Bunun içindir ki bölgenin tek nükleer silâha sahip İsrail’in OECD üyeliğindeki rolünün stratejik önemine Türkiye’nin açık tavrını göstermesi ve en azından “Filistin sorunu çözülene kadar “hayır” demesinin gerektiği uyarısı yapıldı. Ne var ki AKP hükûmeti, bu fırsatı değerlendirmedi; bu husustaki ikazların hiçbirini nazara almadı. İsrail’i ikaz etmek ve gaddarâne zulmünden caydırmak bir yana, işgal, zulüm ve saldırıyı mükâfatlandırdı. Telaviv’e şart koştuğu “saldırıdan dolayı özür dilemesi”, “maktullerin âilelerine tazminat ödenmesi” ve “BM komisyonunu kabul etmesi” şartlarından hiçbirini kabul etmemesine karşı, Kudüs’ün fiilen İsrail’in başkenti ilânı anlamına gelen, OECD toplantısının katılmasına karar verdi. Üstelik İsrail’in üstelik delik deşik ettiği Mavi Marmara gemisini ancak 73 gün sonra ancak iâde etmesinin peşinden… Özetle AKP hükûmeti, “Kudüs’ün fiilen İsrail’in başkenti olarak tanınmasına yol açacağı” için OECD’de krize yol açan, hatta boykot edilen İsrail’in 20-22 Ekim tarihli konferansına katılacak. Oysa OECD toplantısının Kudüs’te yapılmasının “Kudüs’ün İsrail’in başkenti anlamına geldiği” bir yorum değil, İsrail’in resmen iddiası. “Bütün Filistinlilerin imhası”nı isteyen aşırı Siyonist İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın “Evimiz İsrail” partisinden olan İsrail Turizm Bakanı Stas Misezhnikov, açık açık, “Toplantı, plânlandığı gibi Kudüs’te gerçekleştirilecek. Bu konferans, başkentinin Kudüs olduğu resmî bir şeklide tanınan bir ülkeye sahip olduğumuz gerçeğini mühürlü bir onaylama ve maksatlı bir deklarasyon olacak” diyor.
AB, BM KARŞI, ANKARA KAYITSIZ! Keza İsrail parlamentosu Knesset, BM’nin 1947 tarihli kararına rağmen 30 Temmuz 1980’de Kudüs’ü tek taraflı olarak başkenti ilan etmişti. “Kudüs Yasası” olarak bilinen bu “temel yasa”da, Kudüs’ün “bütün ve birleşik olarak” İsrail’in başkenti olduğunu belirtiliyor. Halbuki Kudüs, Birleşmiş Milletler Paylaşım Plânı uyarınca “corpus separatum”, yani bölünmüş gövde statüsünde. Bu sebeble BM, İsrail’in kararı için “geçersizdir, kanunî bağlayıcılığı yok ve vakit kaybetmeden iptal edilmesi gerekmektedir” diyor. Budandır ki BM, bütün üye devletlere İsrail’e yaptırım uygulamak amacıyla Kudüs’teki büyükelçiliklerini çekmelerini talep ediyor. Bu sebeple bugün Kudüs’te hemen hiçbir ülkenin büyükelçiliği yok. Yine bundandır ki başta İngiltere ve İspanya olmak üzere bazı AB ve Batılı ülkeler toplantıya katılmıyor, çoğu Latin Amerika ülkelerinin sırf “Kudüs’ün İsrail’in başkenti” anlamına geldiği için delege göndermeme kararı alıp itirazla boykot ediyorlar. Bu açıdan ilk defa Paris’in dışında yapılacak olan Kudüs’teki İsrail toplantısına Ankara’nın itirazsız iştiraki, dikkat çekici. OECD Sekreteryası bile duruma müdahil olup en azından toplantının Kudüs’ün Batı yakasında yapıldığı konusunda güvence isterken; ve Doğu Kudüs’e geçmedikçe toplantının Kudüs’te yapılması İsrail’in başkenti olma statüsünün tanınması anlamına geldiğini yazılı bir açıklamayla ikaz edip toplantının iptalini gündeme getirirken, Ankara’nın bu hususa kayıtsız kalışı ibret verici… 12.10.2010 E-Posta: [email protected] |