12 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir. Kendilerine kitap verilmiş olan Yahudi ve Hıristiyanlar ise, onlara ilim ulaşmış olduğu halde, sırf aralarındaki kıskançlıktan ve başa geçme hırsından dolayı anlaşmazlığa düştüler.

Âl-i İmran Sûresi: 19

12.10.2010


Mele-i Âlâ’nın sakinleri, Risâle-i Nur’u alkışlıyor

Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Sen orada, ‘Bu insanlar ne zaman Risâle-i Nur’u dinleyecekler?’ diye ümitsizliğe düşme, merak etme! Katiyen bil ki: Mele-i Âlânın hadsiz sakinleri, bugün Risâle-i Nur’u alkışlıyorlar.

Üstad, gelenlerle ne konuşurdu?

Hemen umumiyetle, Risâle-i Nur hizmetinin yegâne maksadı olan imânın kuvvetlenmesinin vatan ve milleti tehdit eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine mânî olduğunu; şimdi en elzem vazifenin, fertlere ve cemiyete düşen hizmetin, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek bulunduğunu; zamanın en büyük dâvâsının Kur’ân’a sarılmak olduğunu; Risâle-i Nur bütün kuvvetiyle bu meseleye hasr-ı nazar ettiğinden, vatan ve millet düşmanları, gizli dinsizler, bahanelerle hücuma geçip aleyhte tahriklerde bulunduklarını; “Fakat biz müsbet hareket etmeye mecburuz. Elimizde nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir” diyerek, Nurun, din düşmanlarını mağlûp edeceğinden müsbet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bulunduğundan Risâle-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını; mesleğimizin en büyük esâsının ihlâs olduğunu, rızâ-i İlahîden başka hiçbir maksat ittihaz edilemeyeceğini, Nur’un kuvvetinin işte bu olduğunu; ihlâsla, müsbet hareket etmekle inâyet ve rahmet-i İlahîyenin Risâle-i Nur’u himâye edeceğini, ilâ âhir, beyân ederdi.

Üstadın dersini ve sohbetini dinleyenleri işhâd ederek diyebiliriz ki: Üstadın bir dersi, bir sohbeti çok gençler için vesîle-i necat olduğu gibi, Risâle-i Nur’a fedakarâne hizmet için de bir menba-ı istinad olurdu. Nura hizmet eden fedakâr talebelerin ekserisi, böyle bir veya birkaç defa Üstadın dersinde, îkazında hazır bulunmuştur.

Emirdağ’ında iken, Ankara’ya Nur hizmeti için gönderdiği bir talebesi, hâl-i âleme bakarak, “Bu insanlar ne zaman Nur hakîkatlerini dinleyecek? Kalın zulmet perdeleri nasıl yırtılacak? Mânevi karanlıklar nasıl izâle olacak?” diye ümitsizliğe düşer. Sonra, birgün Emirdağ’ına Üstadın yanına döndüğü zaman, o büyük Üstad der:

“Vazifemiz hizmettir; muvaffak olmak, insanlara kabul ettirmek Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Sen orada, ‘Bu insanlar ne zaman Risâle-i Nur’u dinleyecekler?’ diye ümitsizliğe düşme, merak etme! Katiyen bil ki: Mele-i Âlânın hadsiz sakinleri, bugün Risâle-i Nur’u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehemmiyeti yok. Kıymet kemiyette değil, keyfiyettedir. Bâzan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir” diyerek, ye’sini giderir.

Üstad, kırlara ilk önce yaya olarak çıkardı; sonra faytonla gezmeye başlamıştır. Ücretsiz birgün dahi arabaya bindiği görülmemiştir. Biz kendisine ancak masrafını idare edecek derecede fiatını söyler, “Bunun burada fiatı budur” derdik. Mutlaka bizim söylediğimizden fazlasını bize verir ve “Fiatını vermezsem olmaz. Nasıl mukabilini vermediğim bir lokma hediye beni hasta ediyor; bunun da ücretini vermeliyim ve vermeye mecburum” derdi.

Daha ziyâde bahar, yaz ve güz mevsiminde gezer, kışın da arasıra kıra çıkardı. Emirdağ’ının dört tarafı açıklıktır. Buralarda Nurların tashihine çalıştığı müteaddit dershâneleri vardır.

Emirdağ’ına yerleşmesinden îtibâren dâimî tarassud altında bulunduğundan ve kırlara çıktığı zaman da çok defa jandarma ve bekçilerle takip edilmesinden dolayı yalnız gezer, yalnız oturur, yalnız çalışırdı. Tâ 1947 senesine kadar böyle devam etti. Yalnız faytonunu idare eden bir talebesi, yolda refakat eder, oturduğu zaman yalnız başına kalırdı.

Tarihçe-i Hayat, Emirdağ Hayatı, s. 402

LÜGATÇE

Mele-i Âlâ: Yüce âlem; Cenâb-ı Hakk’a daha yakın olan büyük meleklerin bulunduğu âlem.

menba-ı istinad: Dayanak kaynağı.

zulmet: Karanlık.

tenvir: nurlandırma, aydınlatma.

12.10.2010


Risâle-i Nur’un kalbi: Dördüncü Mesele

Dördüncü mesele, 1943 yılında Denizli hapsinde yazılan On Birinci Şuâ olan Meyve Risâlesinin çok önemli bir parçasıdır. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin çok okunmasını tavsiye ettiği bahisler arasında yer almaktadır. Bu sebeple, Risâle-i Nur’un adeta kalbi gibi önem arzetmektedir.

Mânâ ve muhteva olarak Risâle-i Nur’un çeşitli yerlerine bir ağaç gibi dal ve budak salan Dördüncü Mesele için Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risâle-i Nur ve Şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, ruy-i zemindeki (yeryüzündeki) bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merakaver meselelere bakıp, vazife-i bakîyenizde fütur (usanç, gevşeklik) getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesi’ni çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın”1 ifadelerini kullanmıştır.

Dördüncü Mesele’de, kâinatla alâkadar olan insanın, bu alâkadarlık sıralamasını ve oranını yapan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “her insanın kalp ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, ta zîhayat ve dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın bir nevî vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var ve en büyük dairede, en küçük ve muvakkat, ara sıra vazife bulunabilir”2 ifadeleriyle tam on iki daire sayarak, küçük daireden büyük daireye gidildikçe, insanın alâkadarlığının da azaldığını belirtmektedir.

Burada dikkat çeken nokta, insanın az veya çok bütün dairelerle alâkalı olmasıdır. Fakat bu alâkadarlık sıralamasını doğru yapmak, küçük dairelerdeki aslî ve daimî vazifeyi bırakıp, büyük dairelerde boğulmamak gerekmektedir. Evet, en küçük daire olan biri mânevî, diğeri maddî gıdaların merkezi konumuna sahip kalp ve mîde dairelerinde insanın her daim vazifesi kesintisiz devam etmektedir.

KALP DAİRESİ

Âyine-i Samed, imanın mahalli ve “cevâhire bir hazine olmak üzere, Cenâb-ı Hak tarafından yapılan bir bina”3 olan kalp dairesi, daima iman nuruna ve marifetullahta terakkî etmeye muhtaçtır.

Kalp dairesinin mahiyetini son derece dikkat çekici bir biçimde ortaya koyan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “kalpten maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir lâtife-i Rabbaniyedir ki; mazhar-ı hissiyâtı vicdan, ma’kes-i efkârı dimağdır. O lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Kezalik, o latife-i Rabbaniye (doğrudan doğruya Allah ile bağ kuran duygu), a’mâl ve ahvâl ve maneviyatın heyet-i mecmuasını hakiki bir nur-i hayat ile canlandırır, ışıklandırır”4 diyerek, “binlerce âlemlere örnek ve pencere olan”5 kalp dairesinin insanın manevî vücudunu kapsayarak, hayatın bütün safhalarına yön verici olduğunu belirtmektedir.

Çünkü “Sani-i Zülcelâl, marifetini kalb-i beşere daima tecellî ettiriyor.”6 “Kalbin ihtiyacât saikasıyla âlemin envâıyla, eczâsıyla pek çok alâkaları vardır. Esmâ-i Hüsnânın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehad’den başka merkezinde bir şeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor.”7

“Kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olan mârifet-i Sani’dir ki (Allah’ı bilmek), istidâdât-ı gayr-ı mahdude-i insâniyeyle (insandaki sınırsız kabiliyetler) mütenasip (uygun) olan âmâl ve müyûl-ü müteşaibeye (çeşitli şubeleri olan meyillere) neşr-i hayat eder. Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder (yayılır ve devam eder).”8

Buna binâen, “İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet’le iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur.”9 Bu sayede Cenâb-ı Hakk’ı iman ile tanıyan insan, O’nun rubûbiyetine karşı ubûdiyetiyle mukabele ederek hakiki insaniyet mertebesine çıkar.

MÎDE DAİRESİ

İkinci sıradaki en küçük ve daimî vazifenin olduğu mîde dairesi ise, kalp dairesi gibi büyük önem arzetmektedir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu dairenin ehemmiyetini ‘Ramazan İktisat ve Şükür Risâlelerinde etraflıca ele alarak bu dairedeki hareket tarzını Kur’ânî formüllerle izah etmiştir. Çünkü ”İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfemayeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir; serkeşâne dizginini eline alır; daha insan ona binemez; o insana biner.”10

Bu sebeple, insanın, nefsinin Firavuniyet cihetine darbe vurmasının en tesirli yolu mide dairesindeki şer’î disipline uymaktır. Çünkü “Fatır-ı Hâkim, insanın vücudunu mükemmel bir saray sûretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış; ağızdaki kuvve-i zaika (tat alma duyusu) bir kapıcıdır; mîde cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir.”11 Hem, “lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse, o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur.”12 Hem, “böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.”13

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin mide dairesindeki mühim bir ifadesi de şudur; “hakiki ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zaikası rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına (mutfaklarına) bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zaikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envaını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü maneviî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte, bu sûrette kuvve-i zaika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkınde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve enva-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşrû olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisânı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir.”14

Çok büyük manaları taşıyan bu ifadeler ışığında, kalp ve mide dairelerini haram ve günahlardan uzak tutup, helâl dairesi içerisinde barındırmak ve muhafaza etmek ve az olan ömür sermayesini lüzumlu işlere sarf etmek her akl-ı selimin, bilhassa Müslümanların, hedefi olmalıdır.

BÜYÜK VE GENİŞ DAİRELER

Dördüncü Meselede bahsedilen büyük dairelerde insanın ara sıra vazifesi vardır. Mü’min insan bu dairelerle olan münasebetini çok iyi ayarlamalıdır ve gerekli dengeyi çok iyi kurmalıdır. Bilhassa, ”iman ve hakikat noktasında, gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve ahireti unutturacak en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumi ve mücadele sûretindeki hadiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki, her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbaniye’nin izini, eserini görsün, ta zulm-ü zulmette kalp boğulmasın, iman sönmesin, akıl tabiat ve tesadüfe saplanmasın”15

Evet, “Bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz, onun haricindekileri malâyani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz”16 diyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır.”17 hem “hakikat-ı İslâmiye bütün siyasetin fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.”18

Hem “Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlere ihanet etmemektir. Bunun için, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimâiyeye karışmaktan şiddetle menedilmişiz”19 gibi önemli ölçü ve prensipleri sunarak, imanın zedelendiği ve “Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçen eşhas-ı müthişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri herc-ü merc edip, koca âlem-i İslâmı esareti altına aldığı bu ahir zamanda”20 bu dehşetli şahıs ve cereyanlarla siyaset yoluyla baş edilemeyeceğini, ancak imanın nuruyla ve Kur’ân’ın elmas kılıcıyla mukabele edileceğini belirtmiştir.

Dördüncü Mesele’deki ölçüler, “Kalbe İhtar Edilen İçtimâî Hayatımıza Ait Bir Hakikat”21 gibi mektupları içeren lâhikalarla doğrudan bağlantılıdır. Çünkü kalp dairesinin ihmâli ve “terbiye-i İslâmiyenin zedelenmesi ve şimdiki (gaddar ve menfaat üzerine dönen) siyasetin cinayetine karşı tam mütedeyyin olan insanların parti kurarak başa geçmemeleri lâzımdır.”22

Çünkü “güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidinden, Selef-i Salihinden (ashab ile tâbiînin ileri gelenlerinden) başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, ‘bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir’ diye, siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa bâkî elmasları kırılacak adi şişelere âlet yapar.”23

Eğer bu Kur’ânî ölçüler nazara alınmasza, “umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırıp nazardan düşürmek”24 ve o kıymettar kudsî hakikatlere ihanet etmek tehlikesi yaşanacaktır. Maalesef milletimiz bu badireleri zaman zaman yaşadı.

Dördüncü Mesele, “en mergub (rağbet gören) meta olan siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaç bulduğu”25 asrımız çarşısında, insanın alış verişini iyi yapabilmesi ve zarara uğramaması için ışık tutmaktadır.

Dördüncü Mesele, insanların hem nefislerinde, hem kalplerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimâiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde hakiki istikameti ve ubudiyeti belirleyerek; hem imanda, hem de meslek ve meşrebde dalâlete düşmekten korumaktadır.

Dördüncü Mesele, “Cihan harbinden ve Cihanı sarsacak en büyük hadiselerden daha büyük bir hadise ve yeryüzüne hâkim olmak dâvâsından daha ehemmiyetli bir davanın imanı kurtarmak dâvâsı olduğunu beyan ederek, bu büyük dâvâyı kazanmanın yegâne çaresi olarak da; bu zamanın en birinci bir dâvâ vekili olan Risâle- i Nur avukatının elde edilmesinin zaruretini de belirterek, günümüz insanını asrın tefsirine yönlendirerek hem maddî, hem mânevî hapishane atmosferinden kurtarmaktadır.”26

“Evet, dinin, şeriatın ve Kur’ân’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammalarını hâl ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzâm eden ve Miraç ve haşr-i cismânî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatlerini en mütemerrid ve en muannid filozoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risâle-i Nur eczaları, elbette küre-i arz ve küre-i havâiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendiyle meşgul edecek bir hakikat-i Kur’âniyedir ve ehl-i imân elinde bir elmas kılınçtır.”27

Dördüncü Mesele, bu büyük dâvânın, “herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek olduğunu bildirerek, mutlaka sağlam iman vesikasının, yani tahkikî imanın elde edilmesinin altını çizmektedir.”28 Çünkü bu sayede “dünyanın bin sene mesudane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline (Allah’ın cemalini görmek) mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gitmek ve ziyafetgâh-ı ebedisi olan Cennete çağrılmak bahtiyarlığına erişmek gibi bir daire-i huzura dâhil olunmaktadır.”29 İnsan için bundan daha mühim ve âlî bir maksat olabilir mi?

“Dördüncü Mesele”yi çok okumak, iyi anlamak ve yaşamak temennisiyle.

DİPNOTLAR:

1- Emirdağ Lahikası 90, 2- Şuâlar, s. 316, 3-İşârâtü’l-İ’caz 128, 4- Age., s. 130, 5- Mesnevi-i Nuriye 24, 6- Age. 400, 7- Age. 187, 8-age.399, 9-age.187, 10-Ramazan İktisat Şükür Risaleleri 20, 11-age.30, 12-age.65, 13-age.34, 14-age.31 15- Emirdağ Lahikası, s. 113, 16- Age.91, 17- Age., s. 112, 18- Hutbe-i Şamiye, s. 62, 19- Tarihçe-i Hayat, s. 848, 20- Mektubat, s. 455, 21- Emirdağ Lâhikası, s. 746, 22- Age, s. 746, 23- Age, s. 114, 24- Sünuhat, s. 66, 25- Sözler, s. 779, 26- Asa-yı Musa, s. 35, 27- Emirdağ Lâhikası, s. 96, 28- Asa-yı Musa, s. 35, 29- Mektubat, s. 385

12.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.