12 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Anayasanın değiştirilemez hükümleri geleceğe ipotek koymaktır

12 Eylül 2010 halkoylamasının yüzde 57,9 evet oyu ile sonuçlanması, demokratikleşme beklentilerinin gücünü ortaya koyarak, bir süreden beri rafa kalktığı izlenimini veren yeni anayasa tartışmalarını gündeme taşımıştır. Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyaç duyduğu, toplumun geniş kesimlerinin üzerinde mutabık olduğu bir husustur. Ne var ki, yeni anayasanın hangi organ tarafından ne tür bir yöntemle hazırlanacağı, içereceği hükümlerin ne olacağı konusunda benzer bir mutabakatın olduğunu söylemek mümkün değildir. Yeni anayasa 1982 Anayasası’nın devletçi, milliyetçi, yasakçı ve vesayetçi ruhunu tasfiye edebilecek midir? Demokrasi ve insan haklarının evrensel standartlarına uygun hükümlere yer verebilecek midir? Yeni anayasanın Başlangıç bölümü dâhil tüm hükümlerinin, 1982 Anayasası’ndan farklı bir zihniyetle hazırlanması gerektiği açıktır. Ne var ki, böylesine yenilikçi bir perspektifin özellikle devlet elitlerince dirençle karşılanacağı, bu kesimler tarafından cumhuriyetin kazanımlarının yok edildiği gibi klişeleşmiş bir söylemle toplumda endişenin ve korkunun hâkim kılınmak isteneceği de kolayca tahmin edilmektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın ifadeleri bir bardak suda fırtına koparmaya yetmiş ve Sayın Kılıç derhal sözlerini tevil etmek gereğini duymuştur.

Sayın Kılıç’ın Muharrem Sarıkaya tarafından aktarılan ifadeleri şöyledir “Bence ilk 3 maddeyi dondurmak, evrensel hukuk kurallarına uygun değil. Ben ilk 3 maddeyi donmuş maddeler olarak görmüyorum. Aksi halde Anayasa’yı dondurursunuz. (...) İlk 3 maddeyi zenginleştiren düzenlemelerle bu maddelerin pozitif gelişmelerle değiştirilmesi mümkün.(...) O nedenle gerektiğinde ilk 3 maddeye pozitif olarak dokunulabilir. Bu hassas bir nokta... Ben ‘dokunulur’ derken, pozitif, olumlu anlamda bir süreçten söz ediyorum.” Bu sözler, bir yandan anayasa hükümlerinin yüzyıllar boyunca dondurulmasının mümkün olamayacağı gibi evrensel bir gerçeğe işaret etmekte, diğer yandan da Türkiye’nin önde gelen hukukçularının evvelce beyan ettikleri düşüncelerin tekrarı niteliğini taşımaktadır.

Teziç ve Tanör de aynı fikirde

Gerçekten Bülent Tanör de 1986 tarihli “İki Anayasa” başlıklı eserinde benzer bir düşünceyi savunmuştur. Tanör’e göre: “Herhalde kimsenin, Türkiye Cumhuriyeti’nin ebediyete kadar 1982 Anayasası’nın 2’nci maddesiyle ‘Başlangıç’ bölümünde yer alan temel ilkelerle yönetilebileceğini ve yönetilmesi gerektiğini söyleyebilme hakkı yoktur; herhangi bir anayasa koyucunun kendini bu kadar basiretli ve ileriyi görür sayabilmesi mümkün değildir. Anayasalar, devletin dayandığı temel ilkeler sürekli değişirler. ‘İdeal’in artık bulunduğunu sanmak bu gelişmeyi tökezletir. ‘Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti’yle ilgili 3. md.’nin de değiştirilemez kılınması ise fuzulidir”.

Öte yandan, 1992’de Erdoğan Teziç başkanlığında, TÜSİAD için hazırlanan anayasa taslağında da benzer bir düşünceye yer verilmiştir. Taslağa göre: “Bu açıdan önerilebilecek ideal formül, yeni bir anayasa hazırlama girişiminin başında, TBMM’nin bir anayasa değişikliği yaparak, değişmezlik hükmünü daha önceki Cumhuriyet anayasalarında olduğu gibi, ‘Cumhuriyet’ ilkesi ile sınırlı tutması olacaktır. (...) Bunun gibi, Anayasa’nın değişmez hükümleri arasında sayılan 2. maddesindeki ibarelerin, yeni bir anayasa hazırlığı sırasında bağlayıcı olmamasında, Türkiye’nin ulaştığı yeni aşamalar açısından sayısız yararlar vardır. Burada geçen ‘toplumun huzuru’ ve ‘milli dayanışma’ ibarelerinin ‘birey zararına’ anlamlar taşıyabilmeleri nedeniyle, yeni bir anayasa metninde yer almamaları gerektiği pek haklı olarak ileri sürülebilir. Aynı şekilde yeni anayasaların ‘ideolojik’ hükümlerden mümkün olduğu kadar arındırılması yolu tercih edilebilir. Örneğin, bu bağlamda, ‘Türk milliyetçiliği’ ya da ‘Atatürk milliyetçiliği’ şeklindeki ideolojik anlam verilebilecek ifadeler yerine, çalışma grubumuz, hukuki bir deyim olan ‘millî’ sıfatının devletin nitelikleri arasına katılmasının daha yerinde olacağı düşüncesindedir. (...) Sonuç olarak çalışma grubumuz, TBMM’nin yeni bir anayasa taslağını oluşturma aşamasında kendisini, ‘Cumhuriyet hükümet şekli’nin değişmezliği ilkesi dışında özgür ve bağımsız hissetmesi gerektiğine inanmaktadır.”

Muğlak ifadelerden kaçınılmalı

Yeni anayasanın devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu kuralını benimsemesi gerektiği konusunda şüpheye yer yoktur. Ancak, Cumhuriyetin niteliklerini düzenleyen maddesinde insan haklarına dayanan demokratik, laik, sosyal hukuk devleti kavramlarını içermesi yeterlidir. 1982 Anayasası’nın 2. maddesinde yer alan ‘insan haklarına saygılı devlet’i nitelediği izlenimini veren, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet kavramlarının yeni anayasada korunması gerektiğini savunma olanağı yoktur. Hukuki değil, felsefi nitelik taşıyan bu kavramların herkesçe kabul edilebilir nesnel bir tanımını yapmak mümkün değildir. Üstelik Cumhuriyeti böylesine muğlâk ifadelerle tanımlamak, Anayasa Mahkemesi’ne geniş bir takdir yetkisi sunmakta ve yerindelik denetimine yol açmaktadır. Bu yüzden, bu ifadelerin yeni anayasa metninde yer almamasına, ‘insan haklarına saygılı devlet’ yerine, ‘insan haklarına dayanan devlet’ ifadesinin seçilmesine, böylece devletin insan haklarına bağlılık taahhüdünün güçlendirilmesine kimsenin ciddi bir itirazı olmayacaktır.

Devletin dili ifadesini içeren 3. maddeye gelince, bu madde de yazım hatalarını giderecek bir değişikliği gerektirmektedir. Devlet bir gerçek kişi olmadığına bir tüzel kişi olduğuna göre, devletin dili ifadesi ile kastedilen devletin anadili değil, ancak resmi dilidir. Bu yüzden bu maddeye paralel yeni maddede, devletin resmi dili ifadesine yer verilmeli bu resmi dilin de Türkçe olduğu vurgulanmalıdır. Ne var ki, nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan Kürt kökenli vatandaşların, Kürtçeyi öğrenmek ve geliştirmek konusundaki ihtiyaçlarıyla, diğer vatandaşların bu dili öğrenme arzularını karşılamak üzere Kürtçenin ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarında seçimlik ders olarak okutulmasına olanak tanınmalıdır.

Devletin anadili olmaz

Öte yandan, anadilde eğitim taleplerinin de peşinen reddedilmemesi, bu ihtiyacı karşılayacak alt yapı çalışmalarına imkân sunulması, demokratik ve özgürlükçü bir zihniyetin gereğidir. Kürt kökenli vatandaşlarımızın kültürel ve siyasal taleplerinin karşılanması yıllardan beri iddia edildiği gibi devlet ve millet bütünlüğünü ortadan kaldırmayacak, aksine bu vatandaşlarımızın dışlandıkları yolundaki haklı üzüntülerini sona erdirecektir. Aynı amaca yönelik olarak Anayasamızın 66. maddesinde yer alan etnik esasa dayanan vatandaşlık tanımı da değiştirilmelidir. Bu maddeye göre: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür”. Madde iki açıdan kusurludur. Devletimizin resmi adı, Türk Devleti değil, Türkiye Cumhuriyetidir. İkincisi, devlete “vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese Türk denir” ifadesi, Türk kökeninden gelmeyen bireyleri vatandaşlık tanımından dışlamakta, bu bireyleri ancak asimile olma rızalarına, Türk oldukları yönündeki sahte bir beyana bağlı olarak vatandaş olarak kabul etmektedir. Bu yüzden yeni anayasanın vatandaşlık maddesi, vatandaşlığın temel bir hak olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlanan herkesin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu biçiminde bir hüküm içermelidir. Böylece etnik kökeni ne olursa olsun herkes Cumhuriyetin eşit vatandaşı olma hakkına sahip kılınacak, toplumun belirli kesimleri kendilerinin devlet otoritesi tarafından dışlandığı hissini taşımayacaktır.

Uzlaşma dayatması...

Bu yazıda üzerinde durduğumuz hususlar, yeni bir anayasanın yapımı sürecinin en hararetle tartışılacak hükümlerinden sadece bir kaçı, fakat olmazsa olmazlarıdır. Bu hükümler çerçevesinde anayasa düzenimizin demokratikleştirilmesi, gerek anayasanın yapımı öncesinde gerekse yapımı sürecinde duygusal değil rasyonel olmayı, toplumun bugüne kadar dışlanan ve ezilen kesimleri ile empati kurmayı ve güçlü bir eşitlik algısının varlığını gerektirmektedir. Toplumun öteden beri ihmal edilen kesimlerinin demokrasi ve özgürlük taleplerine, bu kesimlerin eşit yurttaşlar olmadığı zihniyeti ile yaklaşılması, bu taleplerin asgari düzeyde karşılanmasının dahi, siyasal seçkinlerin bir lütfu olacağı izleniminin yaratılması, yeni anayasanın demokratikleşme beklentilerini karşılayamaması sonucunu yaratacaktır.

Burada vurgulanması gereken bir başka husus da demokrasi ve özgürlük taleplerinin yüzde 100 uzlaşma veya mutabakat iddialarıyla manipüle edilebileceği ihtimalidir. Anayasalar toplum sözleşmesidir. Bu yüzden, anayasaların toplumun farklı kesimlerinin katılımı ve uzlaşmasıyla hazırlanması arzu edilmektedir. Ancak, bir anayasanın yüzde 100’e yaklaşan bir uzlaşma ile hazırlanması gerektiğini öne sürmek aslında yeni anayasanın yapımı fikrini reddetmekle özdeş niteliktedir. Bu nedenle uzlaşma ve mutabakat gibi kavramların içini boşaltarak, demokratikleşme adımlarını engellemek yerine, kangrenleşmiş sorunların çözümü için toplumun farklı kesimlerini birbirlerinin taleplerine karşı demokratik bir duyarlılığa teşvik etmek daha yapıcı ve samimi bir yaklaşım olacaktır.

Prof. Dr. Serap Yazıcı Star (Açık Görüş eki),

10.10.2010

12.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.