Görüş |
Horhor’dan Ege’ye ulaşan ses
Pazar günü Denizli’de Bediüzzaman’ın adını duyan Efeler coşmuştu. Programda görünmeyen bir sürpriz yaptılar; Konyalılar gibi “TIR’ı” mehter ile karşıladılar. İnsan gerçekten çok duygulanıyor. Hani şöyle bir dönüp baktığında “ölüm döşeğinde bir seksenlik hastayı” insanların görmesine bile müsaade edilmezken, bugün şehir meydanlarında mehterle karşılanması “sönmez ve söndürülmez bir hakikatin” gözle görülür fütuhatıdır. Bu hususta sağ olsunlar Konya ve Denizli bir ilki gerçekleştirdiler. Gelecek nesillere güzel bir örnek oldular. Kalbî şükranlarımız, onların bu gayreti karşısında çok cılız kalıyordu. Dün ise, Baharkent, Kuyucuk, Nazilli, Sultanhisar, Köşk, Umurlu ile Aydın’dan sonra Tire’ye gelindi. Tireliler “Horhor medresesinden” gelen yankıları çoktan beri almışlardı. TIR’ı karşılama çalışmalarında belki de Ege’nin en iddialı ilçesi konumunda görünüyordu. Onlar da sevinçten bir türlü TIR’dan ayrılmak istemiyorlardı. Şiirleri tatlı Ege şivesiyle öğle güzel ifade ediliyordu ki, insanın dinledikçe dinlemesi geliyordu. Oysa ilerde, Ödemişliler yerlerinde duramıyorlar, bekleme merakından sabırları taşar gibi olmuş ve gözleri yola bakmaktan yorulmuştu. Burada ise çalan telefonları duyan bile yoktu. TIR yollarda öyle tatlı bir gidişle gidiyor ki, görenler aracı geçtiği halde, dönüp tekrar bakıyordu: “Bu resimdeki kim?” diye. Yol üzerindeki Gökçen’i geçip Ödemiş’e geldiğinde ilçe bayram yerine döndü. Koordinatör Abdullah Eraçıkbaş programı aksatmadan yürütmenin temposu ile dakik davrandığından Ödemiş’te çok rahat bir nefes aldı. Mikrofonu eline alıp konuştuğunda ben de karşısında idim; tebessüm etti. “Bizi yarı yolda göremeyip yolda bekleyenlerin selâmını mı getirdin?” der gibi bakarken “evet” şeklinde başımı salladım. “Anladım” manasında tebessüm etti. Gerçekten TIR’ın şehirlerine gelemediği için yollarda özlemle bekleyenleri görüp, koordinatöre söylememek haksızlık olurdu. Dün Ödemişliler, “tam ödeme yaptı.” Kağızman’da şeker ve kolonya ikramından sonra burada da “lokum” dağıtıldı. Ödemiş meydanında vaktimiz vardı. Gelenleri izliyordum, TIR’ın arkasındaki “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” yazısına epeyce dikkatle bakan birine yaklaşıp, hasbihâl etmek için kendimi tanıttım, onu dinlemeye çalıştım. İsminin “Ramazan” olduğunu söyledi. Güldüm. “Eğer siz 60–70 yıl önce ‘Ramazan’ olsaydınız ve bu resmi böyle seyretseydiniz, başınıza bir işler gelirdi” deyince merakla baktı, geçmişte yaşanan şu geçen hadiseyi anlattım: “Sene 1935… Hadise Isparta’nın Atapek kazasının bir köyünde cereyan ediyor. Halkçıların yaptığı bir ihbara göre Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri toplattırılıyor ve kimde bulunursa mahkemeye sevk olunuyor. Köye baskın yapan jandarmalar Üstadın ‘ramazan’ münasebeti ile neşrettiği bir risâlesinin (Ramazan, İktisat, Şükür Risâlesi) üzerinde ‘Ramazan’a aittir’ ibaresini görünce: ‘Bu Ramazan kimdir?’ derler. Köyde ararlar, okuma yazma bilmeyen ‘Ramazan’ adında birini bulurlar, paldır-küldür adamcağızı yakalayarak Isparta hapishanesine götürürler. İki ay orada yatar ve Ağır Ceza Mahkemesi huzuruna çıkarılıp sorgusu yapılınca, mesele anlaşılır. Hâkimler heyeti bile gülmekten kendini alamaz.” (Eşref Edip, K. Kitap) İyi ki siz o zamanda jandarmaya görülmemişsiniz. Yoksa sizleri de götürürlermiş. Biraz güldü ancak “Bu kadar zülüm olmaz, üzüldüm” demeyi ihmal etmedi. Ama “Bu zulümlere rağmen, bugün gördüğünüz topluluk ve bu TIR, bunun ne kadar yanlış olduğunun ispatıdır” deyince “Haklısın” dedi. Temâşâmı sürdürmek için yanından ayrılmak zorunda kaldım. Bu gün ise TIR, sabahın tatlı serinliğinde Bayındır’a gelecek ve ardından saat 10.00’da Torbalı’da olacaktır. Buradaki programdan sonra ise saat 15.00’te İzmir Bornova’da Cumhuriyet Meydanı’na yetişmeye çalışacaktır. Akdeniz’ın sakin ifadeli edebiyatçı-araştırmacı yazarı İslam Yaşar ile ilahiyatçı-araştırmacı yazarı Süleyman Kösmene, bir elmanın iki parçası gibi burada İzmirlilerle sohbet edecektir. Biri, “Bediüzzaman’ın dâvâsını” dile getirirken, diğeri onun ”hizmet tarzını” anlatmaya çalışacaktır. İslâm Yaşar, ülkenin en yüksek rakımlı yerinden getirdiği nur derslerini, “İzmirli hakimin dediği gibi, ‘Risale-i Nur, gizlenmiyor’ ve başka kitaplara benzemiyor ve temellük edilmiyor...” (Hizmet Rehberi, s. 271) tarzında anlatacak. Kelimeler yüksek rakımın farklı meylinden denize sıfır noktaya gelene kadar, ılık bir müjdeye dönüşüp, Ege denizinden okyanuslar ötesine o “parçaların dağıldığını” tane tane belirtecektir. Süleyman Kösmene ise, zalim İngiliz’e karşı Bediüzzaman’ın “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir Nur olduğunu cihana ispat edeceğim!” sedasını “gür bir şekilde” bütün dünyaya ilân ettiğini vurgulayacaktır. İzmir Mahkemelerinde eserlerine el konulanların kitapları ve İzmir’de teksir makineleri ile basılan Risâle-i Nurlardan yanlarında olanlar getirecek ve bugünün nefis baskıları ile karşılaştırıp Allah’a şükredeceğiz. Belki de Üstad’ın “İnşâallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar” dediği müjdenin yakın olduğunu göreceklerdir. Gazetemizin Yönetim Kurulu üyesi Hasan Şen ağabeyimiz, şair kimliğini konuşturup şiir okursa, onu da yarın veya bir sonraki gün sizlere aktarmaya çalışacağız. İzmir’den ayrılacağız ama kalemini ve hayatını Üstad’ın dâvâsına adamış ağabeyimiz İslâm Yaşar da bizden ayrılacak. Çünkü o, Çarşamba günü Adana’dan başlayıp burada biten seyahatinden sonra, bugün bizlere “veda” edecek. Onu çok yorduk: Uykusuz kaldı, aç bıraktık, bazen su içmeye bile fırsatı olmadı. İstanbul’dan çok dolu gelmişti, buradan da “müjdelerle” dönecek. Bu müşahedeleri ile belki de beşlemeyi “altıya” çıkaracak. Çünkü “cennet-âsâ baharın müjdeleri” o kadar çeşitli idi ki, bunları anlatmak ancak kalem ustalarının işidir; çırakların kabiliyeti ona yetmez. Kendilerini davet eden, bu il ve ilçelerin taleplerini kırmayarak gelip, bizleri Üstad’ın “dâvâ seyrine” götüren ifadelerini dinleyen herkes adına, teşekkürlerimi sunuyorum İslâm Yaşar ağabeyime! Ege’de bunu gördük ki, “Horhordan” yükselen “Kur’ân dâvâsı” aks-i sadâ bulmuştur.
ŞERİF GÜNDÜZ |
12.10.2010 |
Kitap sevgisi
Dünyada, insana en fazla haz veren koku, çocuğunun ten kokusudur. Hakikaten hiçbir koku, bu hayat başlangıcının kokusundan daha cana yakın değildir. Ama bu kokunun ardından hangi kokunun geldiğini sorarsanız, biz kitap kokusu deriz. Yıllarca, asırlarca beklemenin mahsulü olan, kendisine mahsus bir kokudan tutun da, henüz matbaadan çıkan bir kitabın kokusu... Bir zaman Fransız anketçilerinin pek hoşlandığı bir soru vardı ki, bugün bile geçerliliğini devam ettirmektedir. Bugün o soruyu bize sorsalar; “Issız bir adada yapayalnız yaşamak zorunda kalsanız, yanınıza neler alıp götürürsünüz?” Cevabımız gayet kısa ve açık olarak; kitap olacak. Ne olduğumuzu ve ne olmamız gerektiğini ve neler yapmamız gerektiğini anlatan eserler olacaktır. Kitapların, insan hayatında mühim bir mevkii vardır. Hele gittikçe teknolojinin hızla ilerlediği zamanımızda. İnsanlar toplu olarak yaşadıkları halde yine de mahlukatın en yalnızıdırlar, kitapsız kalınca. Kitapsızlık ne hazin işkence. Derûnî hislerin ifadesinde, dolan bardağın boşalmasında ve boş bardağın dolmasında kitapların rolü çok büyüktür. Çam Dağının tepesindeki Çam Ağacının üstünde yalnızlığın göbeğindeki Üstad Bediüzzaman’ı düşünüyoruz. Yalnızlığa meydan okuyuşundaki esasını takip ediyor ve araştırıyoruz. Nihayet Kur’ân’ı ve sırtındaki risâle yüklü çuvalı görüyoruz. Ve birden bu babdaki bütün meçhul düşüncelerim malûm oluyor. Renksiz hayatımızın “elvan-ı seb’ası”dır kitaplar. Musikisîz hayatımızın “kanun telleri”dir kitap. Rüyasız uykularımızın seheridir, kitap. Pasif veya monoton hayatımızdan aktifliğe ve değişkenliğe geçişin muharrikidir kitap. İsterseniz bir deneyin, canınızın sıkıldığında kitapla başbaşa kalmayı. Günün verdiği zihnî yorgunluğu geçirmek için bir kitabı elinize alınız veya kitap değişimi yapınız. Fıtrî hakikatları anlatan eserlerle, eşyanın hakikatındaki sırları ifşâ eden kitaplarla başbaşa kalmayı hiç denediniz mi? Kitap bizim tamamlayıcımızdır. Bütün eksiklerimizi kitaplar ile itmam ederiz. Ama her kitabın, eksiklik giderdiği zannına kapılmamalıyız. Kitaptan kitaba farkın olduğu da bir gerçektir. Daima iyiye, faydalıya ve güzele teşvik eden kitapların var olduğu nasıl bir gerçekse, kötülüğe sevkeden kitapların varlığı da realitedir İnsansız dünya ile kitapsız ev arasında bir fark yoktur, bizce. Düşünce lem’a sı insanda parlamaya başladığı ilk günden itibaren insan, eline geçirdiği hemen herşeye duygu ve düşüncesini çeşitli yollarla aktarmaktan geri kalmamıştır. Kitap, düşüncelerin mücessem ifadesidir. Fikirlerin kemâl noktası.. Koparılacak olgunluğa ermiş meyve... Millî ve mânevî değerlerimize ters düşen çürük meyveler elbette mide bulandırır, rahatsız eder. Nasıl rahatsız etmesin ki ahlâk dışı, fıtrat dışı, ecnebî eserlerin muhteviyatları. Robenson Crusoe’nun yalnız kaldığı adadaki büyük acısı acaba kitaptan uzak kalmak değil midir? Sözün kısası kitabı her yönüyle severiz. Kitaba karşı hassasiyet ve zaafiyetimiz vardır. Hele kitaplar arasında saatlerin geçtiğinin farkında olmadan altın vakitler geçirmek, baklavadan daha tatlı, Anlatılana dalıp gitmekten, yapraklarına dokunmaktan mürekkebin ve kâğıdın kokusunu duymaktan, çevrilen yaprakların hışırtılarını dinlemekten hoşlanırız, haz duyarız. Evden dışarıya çıktığımız zaman yanımıza küçük boyda bir kitap ve tabiî ki de özellikle risâle almayı hiç unutmamalıyız. Ne olacağı bilinmez ki! Bakarsınız, kalabalık içinde insana ansızın yalnızlık çökebilir. Hâsılı kitap, denizde seyreden geminin pusulası, geceleyin çöldeki yolcunun kutup yıldızı, yalnızlıktan dem vuranların arkadaşı, dolanların boşalma boşalanların dolma vesilesi ve ifadesinde aciz kaldığımız efkâr ve hissiyatımızın gizli tüneli.
MEHMET GENÇ |
12.10.2010 |