YENİ ASYA NEŞRİYAT |
|
Duygu Keşifleri ve yeni kitaplar |
Yeni Asya Neşriyat okurlarının 40 yıldır tanıdıkları sloganı, “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” cümlesi ile yer alan yayınevi mührünün yanında yepyeni bir logomuz var artık. Mühür görüntüsündeki sloganımız kitaplarımızda jenerik sayfasında yerini korurken, kapaklarda “İnsanı ve kâinatı okumak için” mânâsının hoş ve etkili görüntüsü olan logomuz yer alacaktır. “İnsanı ve kâinatı okumak” kavramının üstünde durmak istiyoruz: Kur’ân-ı Kerîm’de ilk inen âyet “Oku”dur. Rabbimiz bu âyette “Oku” demiş, fakat okumayı kitap okumakla sınırlı tutmamıştır. O halde okunabilecek pek çok şey var demektir. İnsan, dünya, kâinat, olaylar, canlılar, cansızlar, dönemler, devirler… Okunması gereken şeylerin listesi uzatılabilir. Biz bunlardan insan ve kâinatı logomuzda anlatmak istedik. İnsan ve kâinat, aslında birbirine benzeyen iki ayrı âlem. Birisi küçük, diğeri büyük âlem. Mehmet Âkif Ersoy bu mânâya bir şiirinde, “Niçin bir katrecik göğsünde bir umman huruşandır?” diyerek işaret eder. Biz de bütün bunları dikkate alarak yeni logomuzu oluşturduk. Yeni logomuzun hem yayınevimiz, hem de okurlarımız için taze bir nefes olmasını diliyoruz. Sizinle paylaşmak istediğimiz bir başka konu da Ali Ferşadoğlu’nun “Gençlik ve Kişilik” isimli yeni kitabı. Bu kitabın basımı tamamlandı ve okurlarımızla buluşmak için kitapçılara gönderilecek. “Gençlik ve Kişilik” isimli kitap, gençlik döneminde yaşanan aşamaları, kişiliği etkileyen değişik faktörleri anlatan bir eser. Ali Ferşadoğlu, bu eserde gençliğin ve onların kişilik oluşumlarının önemine dikkat çekiyor. Yazarlarımızdan Banu Yaşar’ın “Duygu Keşifleri” isimli kitabını, okuyucularımızdan İsmail Hakkı Avcı kısa bir yazı ile tanıttı. İşte o satırlar: “Duygu Keşifleri” Yeni Asya Neşriyat’ın yeni neşrettiği ve psikoloji alanında kaleme alınmış bir kitap. Psikolog Banu Yaşar’ın kaleme aldığı bu eser, günümüz problem ve meselelerinin temelinde insan olduğu yaklaşım ve tesbitini yapmaktadır. Konusunun uzmanı olan Banu Yaşar, insanın duygularını tanıyarak okuyucuya doğru şekilde, bir terapi üslûbuyla ve birebir sohbet tarzında aktarıyor. Bunu yaparken kendi tecrübe ve deneylerini de anlatıyor. Psikolog yazar, şu gerçekten hareket etmektedir: “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” Bu da, hayatı anlamayı kolaylaştırmaktadır. Ben–Ailem–Çocuklarım ana başlıklarıyla tertip edilen bu faydalı eser, 128 sayfa olup, ara vermeden okunacak akıcılıkta. Her aileye lâzım ve istifade edilecek bu çalışmayı tavsiye eder, yazarı Banu Yaşar’ı tebrikle beraber, çalışmalarının devamı temennisiyle muvaffakiyetler dileriz, vesselâm. İsmail Hakkı Avcı’nın bize gönderdiği, kitaplarımızı tanıtan yazıları için teşekkür ediyoruz. Bütün okurlarımızdan bu tür yazıları, eleştiri ve teklifleri bekliyoruz. Önümüzdeki günlerde çıkaracağımız, çocuklar için 5 tane boyama kitabının hazırlıklarını tamamladık. Çocuklar için başka eserler de hazırlamaya devam ediyoruz. Kitapla dolu yarınlarda buluşmak duâsıyla… 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Kavuşmak istenilen hedef |
Beşer olarak, insan olarak en önemli özelliğimiz; ahlâklı olmak, ahlâk sahibi bir şahsiyet olabilmek dersek her halde abartmamış, sözün kametini kıymetine feda etmemiş oluruz her halde… Ahlâklı olmak, beşeriyetin, insanlığın en önemli, en birinci özelliği olmalıdır. Emek sarf ederek, çalışıp, gayret edip, koşturarak insanlığın gereği, hayatın levazımatı deyip bütün maddî kazançları elde eden, kazanan insanoğlu, en az maddî kazanımları kadar ahlâkı da elde edebilmeli, kazanabilmelidir. Zembille inmeyeceğine göre, insan kendisine bir ikram ve ihsan mahiyetinde, kendisini ahlâk sahibi yapmak için bir gayretin, çabanın, çalışmanın içerisine atılabilmeli, koşturabilmelidir. Kişilerin çoluk çocuğuna, aile efradına ahlâkî düsturları, prensipleri, kural ve kaideleri kazandırma gayreti içinde olması da bu cümleden olarak zikredilebilir. Bu günün küçük fidanları yarının ağaçları misali nasıl yetiştirilirse öyle meyve alınır… Kusursuz, eksiksiz, seçkin ve misilsiz olmak Allah’ın (c.c.) bir ikram ve ihsanı olarak nebilere, peygamberlere verilmiştir. Ama bu ikramlarda bile insan düşünülmüş, onlara ahlâklı olmak, ahlâk kaide ve kurallarını vaz etmek üzere nebilerin, peygamberlerin hayatları Rabbimiz tarafından dizayn edilerek insanoğluna örnekler sunulmuştur. Yaşanamayan, gösterilemeyen güzel ahlâk ancak kendi kendisine bir ışık, bir fener ve yol gösterici olabilir ki, bu da ahlâka bir noksanlık getirerek mükemmeliyeti bozar. Halbuki ahlâk bütün hayat kaidelerinin en mükemmel, en müsbet ve doğru bir şekilde yine hayatın içinde yaşanması, tatbik edilmesi ve gösterilmesidir. Ahlâken, edeben eğitilen veya kendisini ahlâken, edeben yetiştiren eğiten kişiler, şahıslar ve dahi insanlar, ‘ahlâklı bir kişi’ kavram ve düsturunu ancak bunu devamlı kılmakla, hayatın içinde sürekli yaşamakla ve devamlı bir başarıyı, muvaffakiyeti gösterebilirler. Eğer iyi, doğru, güzel, istikametli ve istikrarlı hal ve hareketlerimiz taklid ve teyid edilebiliyor, Kur’ân’ın ve Sünnetin kaide ve kuralları içinde zikredilebiliyorsa, mükemmel ahlâk çizgisinde göstermiş ve yaşamış olduğumuz elde edilen bu ahlâkı devam ettirebilmeliyiz. Hayatı bu şekilde bir ahlâk güzelliği ile yaşamak hayatı mükemmel yaşamak, ahlâklı yaşamak demek olacaktır. Zıt ve ters huyları, düşük ve yüksek ahlâkı bir olgunluğun ve mükemmelliğin dairevî çerçevelerinde pişirebilmek ve önce kendimiz için ideal olan Kur’ân, sünnet ahlâkına sahip olmak içimizde, ruhumuzda ve aklımızda en öncelikli elde edilmesi gereken bir kavram, varılması gereken bir hedef olmalıdır. Herkesin arzu edip ulaşamadığı en üstün, en mükemmel hedeflere ahlâkın yüksek kaide ve kuralları, prensip ve düsturlarıyla ulaşmayı, kavuşmayı ve onları hayatın içinde yaşamayı Rabbim hepimize nasip etsin İnşallah. 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
“Onlara ‘ölü’ demeyiniz” |
Bedir Savaşı’nda “Falanca filanca öldü gitti” denilince, âyet nazil olur. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: “Fîsebilillah [Allah yolunda] öldürülenlere ölü demeyin. Bilâkis onlar diridir, ama siz bunu anlayamazsınız.” 1 Peygamber Efendimiz (asm) bir çok sahada şehit olunacağını beyan etmiştir, bunlardan bazıları “Suda boğulan, yangında ve enkaz altında ölen, abdestli yatıp da ölen, müttakî müezzin, Allahü Teâlâ’dan sıdk ile ihlâs ile şehitlik isteyen yatağında ölse de şehittir. Garip, kimsesiz olarak ölen, zehirli hayvanın kendisini sokması neticesi ölen, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yaparken öldürülen kimse şehiddir” 2 ve talebe-i ulum, âlimler, evliyalar ve başta peygamberler hep bu kapının namdar ve parlayan güneş ve yıldızlarıdırlar. Bu tesbitlerin her başlığı ayrı birer makale mevzuudur. Evet bizim inanç ve imanımızda bu zümre-i salihîne ölü diyemeyiz, hepsi Hakk’ın namdar birer eridir ve haydırlar, aramızdadırlar. Nefes aldığımız havayı göremediğimiz gibi, onları da hissediyoruz, fakat göremiyoruz. Lâkin dar zamanlarımızda onlarla karşılaşıyor ve onların himmetlerini görüyoruz. Hz. Bediüzzaman, Mektubat eserinin 1. Mektub’unda 5 tabaka-i hayatta, makalemizin ve bu mevzuların bütün derecâtını gayet muknî olarak yazmış ve bizler de derecâtımıza göre bunlara muhatap olmuşuzdur. Evet, ruhaniyâtla iç içe yaşamaktayız. İmanlı ölen ve kabir azabı görmeyen insanların ruhları serbest dolaşır. Hatta şehitlerin efendisi Hz. Hamza (ra) pek çok insana yardım bile etmiş ve hâlâ da yardım ettiği insanlar vardır. Âyetlerin tasdik ve haber verdiği, şanlı ve görkemli Bedir, Uhud ve emsâli seferlerde meleklerin görülmesini nasıl unutacağız. 14 asır sonraki Çanakkale Zaferi’nde, Kore destanında ve Kıbrıs çıkarmasında görünenleri ve yalçın kayalıklarımızdaki manevî tasarruflarını nasıl kabul etmeyecek ve nasıl görmeyeceğiz? Çok sırlı bir âlemdeyiz. Yüzlerce misâlden birkaç şahit olduğumuzla noktalayalım bu “ruhaniyat ve şehid” makalemizi. 1996 yılının Mayıs ayında, yani bundan 14 yıl önce, Yozgat ilimizde, oradaki can dostu kardeşlerimizin dâvetiyle, şehir kültür merkezinde “Bediüzzaman’dan Çağımıza Müjdeler” başlıklı bir konferans verdik. Şehir il müftüsünün de iştirak ettiği ve salonun baştan sona dolup taştığı o saatlerde, çok konferanslarda görmediğim bir manevî hava ile karşılaştım; Peygamber Efendimiz (asm) ve Hz. Bediüzzaman’ın ruhaniyâtının o salonda olduğunu hissettim, ağlayanların feryat edenlerin manzarası onu gösteriyordu. Dönüşümüzde, maceralı bir gece karanlığında Konya yoluna döndürüldük. Bir gün sonra hanımı kanser olan bir sanayici can dostum, ailesini ve beni de alarak, bitkiler ve şifa yaprakları üzerine bize bir menfez ve çığır açan Isparta Senirkent’te mukim merhum Ali İhsan Tola Ağabeyimize gittik. Kendisi ehl-i kalp, evliyadan bir zât idi. Küçüklüğümden beri tanırım. Bizi kabul etti ve ilk sözü “Hizmetleri anlat” oldu. Kendisinin manevî hallerini bildiğim için, Yozgat’taki tabloyu olduğu gibi naklettim. “Doğrudur” dedi ve ilâve etti: ”Bir gün Hz. Bediüzzaman’ı Isparta’da ziyaret ettim. Bana dönerek dedi ki: ‘Ali İhsan evlâdım, üç talebemin olduğu yerde benim ruhaniyâtım tecellî eder.’ Evet anlattığın doğrudur.” Şifalı bitki ve reçeteyi alarak gece Konya’ya döndük. Sabah Yeni Asya gazetesini açtım; Yozgat’tan A. Özkan ve F. Demir’in haberi: “Bediüzzaman Yozgat’taydı”. Göz yaşlarımı tutamadım. Hiçbirimizin diğerinden haberi de yoktu… Netice itibarıyla, başta Peygamber Efendimiz (asm) ve bu zât-ı nurânîlerin, şehitlerin zikredildiği yerlerde ve kitaplarının taşındığı ve satıldığı yerlerde, onların ruhâniyâtları vardır. Tayy-ı mekândır, bast-ı zamandır. Bu zatlara Türkiye’de ve dünyanın her yerinde muhatap olunabilir. Her karışta, her barışta ve her satırda onları görebilirsin. Yeter ki sadık ol ve ihlâslı ol. Bu aşk ve şevk içinde onlara tekrar muhatap oluyor ve yaşadıkça da olacağız İnşâallah.
Dipnotlar: 1- Bakara 154. âyet. 2- İbni Asakir, Deylemi, Taberani, Müslim, H.Şerif. 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Ey cemaat, beni nasıl bilirsiniz?” |
“Hayati noktalanıp Rabbine kavuşan mevtâyı nasıl bilirsiniz?” diye sordu hocaefendi. “İyi biliriz!” dedik. Peşinden üç kez: “Hakkınızı helâl ediniz!” dedi... “Helâl olsun! Helâl olsun! Helâl olsun!” “Allah taksirâtını (kusurlarını) affetsin ve şehadetinizi kabul ile rahmet etsin!” Kendimi bir anda gasilhânede yıkanıyor, teneşirde teşhir ediliyor, kefenleniyor ve tabutta iken cenaze namazım kılınıyor farz ettim! Korktum, titredim! Ben de böyle yıkanıp kefenlenerek, diğer bir ifadeyle paketlenerek öbür âleme gönderileceğim, hiç şüphesiz. Ne var ki, ölümü düşündükçe başkasına veriyordum! Keşke kendime dönebilseydim! Acaba benim için de toplananlar da, kendilerine “Bu mevtayı nasıl bilirsiniz?” diye sorulduğunda, “İyi biliriz!” diyecekler mi? Derlerse, bunu gerçekten, hiç kimsenin etkisinde kalmadan mı söyleyecekler? Yoksa, dıştan “İyi biliriz!” deyip, içten içe başka bir şeyler mi mırıldanacaklar? O atmosferde “Kötü bilirim!” diyecek hâlleri mi var! En azından nezaketsiz davranmazlar! Ya cenazeme katılmayanlar, katılamayanlar ne diyecek? O halde, şimdiden, musallâ taşına gitmeden, omuzlar üstünde taşınıp, kabre konup, “Münker ve Nekir”in (“Rabbin kim, dinin ne?” diye soracak olan sorgu meleklerinin) hesabına çekilmezden önce sormalıyım: “Ey ahali, beni nasıl bilirsiniz?” Kimi zaman nefsin ve enaniyetin hileleriyle zaman zaman “Kendimi iyi bilirim” derim. Dakikalarım, saatlerim, günlerim, haftalarım, aylarım ve yıllarım öldü bir bir! Canlı, müteharrik bir cenazeyim! Her gün beş defa aldığım abdestimi, en azından haftada bir aldığım gusül abdestimi, cenazemin yıkanması, elbiselerimin kefenlenmesi kabul ederek sormalıyım: “Beni nasıl bilirsiniz?” Kime mi? Önce, anneme… Anneme… Anneme… “Anne, beni nasıl bilirsin?” Sonra sırasıyla, babama, erkek ve kız kardeşlerime, dedeme, nineme, amcama, halama, dayıma, teyzeme, yeğenime, komşularıma, işverenime, işçime, âmirime, memuruma, mesai arkadaşlarıma: “Beni nasıl bilirsiniz?” “İyi biliriz!” mi, yoksa “Biz seni biliriz!” mi diyecekler! Ve mümkün olsa hayvanlara, bitkilere eşyalara sorsam: “Beni nasıl bilirsiniz?” 08.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Kazanma derdi |
Pekçok ülkenin insanı için bir "kazanamama derdi" vardır; ama, herhalde "kazanma derdi" denilen muammaya bir tek Türkiye'de rastlamak mümkün. Esasında, Türkiye vatandaşları—özellikle üniversite tahsili konusunda—her iki dertten de muztarip. Ülkemizde üniversiteyi kazanamamak ayrı bir dert; kazanmak ise, başlı başına ayrı bir dert. Bilhassa, başını örtmek, tesettürlü olmak isteyen kız öğrenciler için... Bu durumdaki kız evlâtlarımız, bacılarımızın çoğu, aile içinde ayrı bir sıkıntıya mâruz, toplum ve çevrenin farklı yaklaşımları sebebiyle ayrı cendereden geçiyor, okul idaresinin yasakçı uygulamaları yüzünden apayrı bir stres içinde, nihayet, tahsilini tamamladıktan sonra iş ve meslek hayatı noktasında nasıl bir durumla karşılaşacağını bilememenin ayrı bir kâbusunu yaşamaya mahkûm edilmiş durumda. Ne diyelim. Cenâb–ı Hak, yâr ve yardımcıları olsun. Onlara bunca sıkıntı ve eziyeti revâ görenlere de, Allah insaf, vicdan versin. Genel gidişat gösteriyor ki, bu meyanda duâ etmekten başka, şimdilik elden birşey gelmiyor. Ancak, bir yandan duâ ederken, bir yandan da kaderin bu zulümlü baskılara niçin fetvâ verdiğini de mutlaka düşünmek gerekir.
Tutanak muamması
Gündemdeki konuya dair dünkü "Başörtüsü gel–gitleri" başlıklı yazımızla da bağlantılı olarak, üniversiteli kardeşlerimizden gelen bilgi akışı devam ediyor. Bize ulaşan son bilgilerden biri, Boğaziçi Tıp'ta okuyan bir kardeşimize ait. Kısaca şunları söylüyor: "Muhterem ağabey, "Tıp Fakültesinde okuyan biri olarak, bu konuda birkaç kelâm etmek istiyorum. "2010–2011 akademik yılı ile beraber, geçmişteki katı uygulamalarıyla bilinen Marmara ve İstanbul üniversitelerinde başörtülü kardeşlerimiz kampüse girmeye başladılar. Hatta, bir fakültenin dekanı bir öğrenciyi başörtüsüyle almak istemeyince, rektörlük tarafından kendisine uyarı gönderdiğini sevinerek duyduk. "Yani, bu mesele bu kadar medyatik hale getirilmeden normal seyrinde gidiyor ve hal yoluna giriyor gibiydi. "Ne var ki, YÖK'ün son kararı ve YÖK Başkanı'nın son açıklamaları neticesinde ortaya hayli düşündürücü şöyle bir durum çıkmış görünüyor: "Başörtülü kardeşlerimiz, derslere girecek. Girdiği dersteki hoca, isterse tutanak tutacak. "Ancak, durum bu kadar basit değil. O kardeşimiz, öncelikle her ders başında 'Acaba bu hoca tutanak tutar mı?' diye strese girecek. Eğer hoca tutanak tutarsa—ki, tutanağı hazırlarken de öğrenciye hakarete varan bir sürü şeyler söyleyecek—ders boyunca moral bozukluğundan dolayı o öğrenci verilen dersi rahat dinleyemeyecek ve hakkıyla istifade edemeyecek. "Dahası, hocalar tutanak tutan ve tutmayan diye iki gruba ayrılacak. Tutanakçılar 'Bugün şu kadar tutanak tuttum'' diye birbirleriyle adeta yarışa girecekler. "Boğaziçi ve Bilkent gibi zaten başörtülü öğrencilerin rahatça okuyabildiği üniversitelerde ise, şimdi başörtüsüne karşı olan akademisyenlerin eline TUTANAK fırsatı geçmiş görünüyor ki, bütün bu gelişmelerden endişe duymamak elde değil."
Tarihin yorumu 8 Ekim 1958 Pakistan'da darbe süreci
Yaklaşık 11 yıl kadar önce (1947) Hindistan'dan ayrılan Pakistan, daha hürriyet ve istiklâlin tadını çıkaramadan kanlı ihtilâl sürecinin içine düştü. Ordunun başındaki Eyüp Han, Devlet Başkanı İskender Mirza'yı devirerek, ülke idaresine el koydu. (8 Ekim 1958) İşte, o günden beri, aradan elli yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, kardeş Pakistan bir daha kendine gelemedi ve kanlı darbelerin belâsından yakasını bir türlü kurtaramadı. Pakistan'ın çilesi bununla da bitmedi. Hindistan'daki İngiliz sömürgesinin son bulması yolunda büyük çaba sarf eden Müslüman Pakistan halkı, önce ayrı bir coğrafyaya hapsedilerek Hindistan'dan koparıldı. Ardından, kendi içinde kargaşa çıkartılarak bölünmenin eşiğine getirildi. Ülkede iç savaş tehlikesi başgösterdi. Doğu ve Batı Pakistan halkı birbirine düştü. Doğu tarafı, 1971'de Bengladeş ismiyle bağımsızlığını ilân etti. * * * Pakistan'da son yarım asırlık süreçte üç–dört kez kanlı darbenin yaşanması ve iç kargaşanın içine sürüklenmesi, bilhassa dış dinamiklerin etkisiyle olmuş görünüyor. Şüphesiz, içerde de potansiyel anlamda bir huzursuzluk ve memnuniyetsizlik halinin hissesi vardır. Ancak, ülkede yaşanan sıkıntının en mühim sebebi olarak, 1955'te kurulan Bağdat Paktını görmek mümkün. Türkiye, İran, Irak ve Pakistan arasında kurulan bu ittifakın imzalanmasından kısa bir süre sonra, bu Müslüman ülkelerin tamamında iç karışıklıklar çıkmaya başladı. 1950'li yılların sonları ile 1960'lı yılların başlarında, bu ülkelerin tamamında kanlı ihtilâllerin yaşanması ve o pakta imzâ koyan hemen bütün devlet başkanları, başbakan ile hariciye bakanlarının devrilmesi, öldürülmesi, idam edilmesi, yahut en ağır cezalara çarptırılması, tesadüfî bir gelişme olamaz. Dikkat buyurun: Türkiye–Suriye sınırına mayın döşenmesi dahi, "İttihad–ı İslâm"ın bir nüvesi olan Bağdat Paktının imzalanmasından hemen sonra olmuştur. 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Tekellüf üzerine |
Abdullah Bey: “Tekellüf ne demektir? Tekellüflü hallere örnek verebilir misiniz? Onun ne gibi zararları vardır?”
Tekellüf, lûgatte zoraki hareket, kendi isteğiyle külfete ve bir yükün altına girme ve bir zorluğa katlanma demektir. Mastardır. Yorumda zorlama da tekellüf kelimesiyle ifâde edilmiştir. Meselâ; Hazret-i Yâkub’un (as), kardeşleri tarafından kuyuya atılan oğlu Yusuf’a (as) karşı duyduğu derin hislerin İmam-ı Rabbânî tarafından “uhrevî muhabbet/aşk” olarak nitelendirilmesini “tekellüflü bir te’vil” olarak değerlendiren Saîd Nursî Hazretleri; bu yüce hislerin düpedüz “şefkat”ten başka bir şey olmadığını hatırlatır. Rahmân ve Rahîm isimlerini bütün kâinatı yutacak, her rûhun bütün ebedî ihtiyaçlarını doyuracak ve hadsiz düşmanlardan emîn edecek büyük bir nûr olarak gördüğünü beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, Vedûd ismine ulaştıran aşk ile Rahmân ve Rahîm isimlerine ulaştıran şefkati birbirinden ayırır. Üstad Saîd Nursî Hazretleri, büyük nûr olan Rahmân ve Rahîm isimlerine yetişmek için fakr, şükür, acz ve şefkat vesîlelerini, yani Allah’a karşı âcizliğini ve fakirliğini hissetmek ve kulluğunu bilmek vasıflarını önemli görür. Bu vasıflar kişiyi Allah’ın izniyle Rahmân ve Rahîm isimlerine yetiştirir. Bedîüzzaman burada İmam-ı Rabbânî’den farklı olarak Hazret-i Yâkub’un (as) oğlu Hazret-i Yusuf’a (as) karşı duyduğu şiddetli duyguların ve parlak hislerin şefkat olduğunu kaydeder. Çünkü Saîd Nursî’ye göre şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin, çok parlak, çok ulvî ve çok nezîhtir ve peygamberlik makamına daha uygundur. Fakat muhabbet ve aşk, Allah’tan başkasına karşı şiddetli derecede olsa peygamberliğin nezih ve temiz makamına uygun düşmüyor. Öyleyse Kur’ân’ın bildirdiği üzere, Hazret-i Yâkub’un (as) Hazret-i Yûsuf’a (as) karşı beslediği şiddetli hisler, yüksek bir şefkat derecesidir. Vedûd ismine ulaşmaya vesîle olan aşk ise, Züleyhâ’nın Hazret-i Yûsuf’a (as) karşı beslediği muhabbette söz konusudur. Kur’ân Hazret-i Yâkub’un (as) hislerini Züleyhâ’nın hislerinden ne derece yüksek göstermişse, şefkat de aşktan o derece yüksektir. Bilindiği gibi Kur’ân, Züleyhâ’nın duygularını, “sevgisi onun yüreğine işlemiş” ifâdesiyle 1; Mısır’dan oğlunun kokusunu alan Hazret-i Yâkûb’un (as) hislerini ise, “Doğrusu ben Yusuf’un kokusunu duyuyorum” sözleriyle bildirmektedir.2 Bu âyetler Züleyha’nın hislerini “muhabbet” olarak, Hazret-i Yâkub’un (as) oğluna karşı beslediği hisleri ise Mısır’dan hissedilen bir şefkat derinliğinde beyan etmektedir. Burada, İmam-ı Rabbânî’nin, “Yûsuf Aleyhisselâm’ın güzellikleri uhrevî güzelliklerden sayıldığından ona muhabbet dünyevî muhabbetler cinsinden değildir ki, kusur olsun” sözünü nakleden Bedîüzzaman, der ki: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir te’vildir. Hakîkat şu olmak gerektir ki, o, muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.”3 Nesneyi olduğu gibi görmek, yorumda zorlamalara girmemek, eşyayı olduğundan farklı görmemek bize hakîkat yolunda her zaman kolaylık ve istikamet sağlar.
Dipnotlar: 1- Yûsuf Sûresi, 12/30. 2- Yûsuf Sûresi, 12/94. 3- Mektûbât, s. 34-35. 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Amerika ve Batı dünyası Bediüzzaman’ı arıyor |
Evet iddiâlı bir başlık attığımın farkındayım. Ama cesaret aldığım noktalar var. Ne mutlu bizlere ki, böyle bir başlığı yazma ümit ve şevkini verdiren bir Üstad’a ve rehbere sahibiz! Bu müçtehidle ve metoduyla buluşan az da olsa bir cemaat Avrupa’da ve Amerika’da teşekkül etmiş durumda Elhamdülillah. İşte Üstad Bediüzzaman’ın o büyük dâvâsının delili olan bir müjdeyle bu hafta yine karşınızdayız. Zira Wisconsin eyaletinin bütün hapishanelerinde artık incelenmeden ve sansürlenmeden mahkûmlara dağıtılan tek dinî kitap, Risâle-i Nur Eserleri! İşte bu haftaki yazımda, bu merhaleye nasıl gelindiğini gösteren ve bu konuya açıklık getiren, Wisconsin eyaletinin Milwaukee eyalet hapishanesinin dinî sorumlusu, kendisi de bir Müslüman olan Ronald Beyah’la hapishanede yaptığımız sohbeti aktarmak istiyorum.
MILWAUKEE EYALET HAPİSHANESİ ZİYARETİ Hapishanede İslâm dini görevlisi Muhammed Hasan kardeşimizin daha önce hapishane idaresine teklifi ve onların da bu teklifi kabul etmesiyle, YARPCA (Amerika Yeni Asya Araştırma ve Basım Merkezi) Başkanı Süleyman Kurter Hocamız ve Adem kardeşimizle öğle namazını müteakip eyalet hapishanesini ziyarete gittik. Hapishanede bütün dinler adına görevli, kendisi de yıllar önce Müslüman olmuş ve bir çok kişinin hidayete ermesine vesile olmuş, Nur yüzlü imam Ronald Beyah’ın rehberliğinde bu randevuyu gerçekleştirdik. Hapishane kuralları gereği; sıkı bir kontrolden sonra ilk önce İmam Ronald Beyah’ın odasına çıktık. Orada bize kısa bir bilgi verdi. Mahkûmlar için mânevî açıdan ve moral bakımından lâzım olan, çeşitli kuruluşlar tarafından gönderilen üç dine ait kitapların olduğu kütüphanesini gösterdi. En az kitap maalesef İslâmiyet’le ilgili bölümde vardı. “Çok sayıda İslâmî kitaba şiddetle ihtiyacımız var” sözleri buruk bir beklentinin habercisiydi. Daha sonra hapishanenin bölümlerini gezdirdi. Bu hapishane, dört bölümden oluşan dokuz katlı bir binaydı. Ve hafif cezalardan, ağır cezaya kadar giden bölümler vardı. Ronald Beyah, bizi daha sonra bir yıl ve daha aşağı hükümlü olan mahkûmların olduğu bölüme götürdü. Ortam oldukça konforluydu. Ortada masalar, spor salonu, duşlar, her odada televizyon, salonda dışarıyla haberleşmek için telefon vs. her şey var. İçerisi kameralar tarafından çok iyi ve sıkı bir şekilde kontrol ediliyordu. Mahkemenin hemen yanında, şehrin en merkezi yerinde inşâ edilmiş modern bir binaydı burası. Demokrasinin ve şeffaflığın da güzel örneklerini görüyorduk. Ronald sağ olsun bize güzel rehberlik yaptı ve oradaki koğuş şartlarını gösterdi. Burası koğuştan çok bir apartman odası veya kamp düzenini gösteren bambaşka, çok modern bir ortamdı. Daha ağır mahkûmların şartlarını; onları ziyaret çok daha zor olduğu için gidip göremedik. Ronald Beyah daha sonra bizi “eğitim odasına” götürdü. Orada oturup uzunca bir sohbet yaptık. Hapishanenin genel şartları, hususan da burada bulunan Müslüman mahpuslar hakkında çok çeşitli sorular yönelttik. Ronald Beyah sorulara ciddiyetle ve bazen da üzülerek cevap verdi. En fazla üzüntüsüyse, hapishanede ıslâh olup Müslüman olanların dışarı çıktıktan sonra Müslüman toplum tarafından sahip çıkılmadığından yalnızlığa itilmesi ve tekrar hapishaneye düşüp, tekrar İslâmiyet’e dönmesi, tekrar eski haline dönmesi… vb. kısır döngüydü. Bunun çok elem verici bir şey olduğunu söylüyor. Ve ilâve ediyor Ronald Beyah: “İslâmiyet sadece ezbere Kur’ân okumak, şuursuz ibadet etmek, Müslüman kardeşiyle ilgilenmemek değildir” diyor. “Bire bir şahsımızda İslâm’ı yaşamazsak ne ehemmiyeti var?” diye de haklı olarak dert yanıp soruyor. Ne kadar acı ve elem verici bir durum. Dünyanın her tarafında Müslümanların bu vurdum duymaz hâli gerçekten yürek sızlatıyor. Kendisine Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nurları soruyoruz. Çok farklı ve etkileyici bulduğunu söylüyor. Bunun üzerine Bediüzzaman’ın diğer klâsik İslâm anlayışından farklı olan metodunu ve neticelerini söylüyoruz. Türkiye toplumunda bir engin ve derin değişim yaşanmakta olduğunu, bunun da Risâle-i Nur metoduyla yılları içine alan bir zaman içersinde gerçekleştiğini, ilerisi için ümitvâr olmamız gerektiğini söylüyoruz. Rusya’daki dinî sahadaki gelişmeleri hatırlatıyoruz. “Elhamdülillâh!” deyip rahatlıyor. Onunla yaptığımız bu röportajı, size de faydalı olacağı inancıyla takdim ediyoruz:
“Sizin bu hapishanedeki konumunuzu açıklar mısınız?” Beyah: “Ben burada Dinî Rehber’im. Müslüman’ım. Dinî yetkiliyim. Ama sadece Müslüman mahpusların değil, bütün hükümlülerin ve diğer dinlere inananların temsilcilerinin de âmiri durumundayım. İslâmî problemlerle ilgili her türlü konuya doğru çözümler bulma konusunda sorumluyum. Elbette görevimiz gereği bütün dinî inanışları olanlara da kendi inanışlarına uygun şekilde yardımcı olmaya çalışıyoruz. İşte içinde bulunduğumuz bu odada, zaman zaman mahkûmları getirip, çeşitli eğitimciler tarafından eğitmeye çalışıyoruz.”
“İslâmî kitaplara ihtiyacınız var mı?” Beyah: “Çok, hem de çok ihtiyacımız var. Bu konudaki isteklere yetişemiyoruz.”
“Burada kaç Müslüman mahkûm bulunuyor?” Beyah: “Burada iki yüz Müslüman mahkûm var. Fakat bu Wisconsin eyaletinde beş bin Müslüman, bütün ABD’deki hapishanelerde ise seksen bin Müslüman mahkûm bulunuyor.” “Bediüzzaman ve Risâle-i Nurlar hakkındaki görüşleriniz nedir? Risâle-i Nurları ilk olarak size kim verdi?”
Beyah: “Yıllar önce bir Türk bana Risâle-i Nurları vermişti. Şimdi hatırlayamıyorum kim olduğunu. Bediüzzaman ve Risâle-i Nurları biliyor ve takdir ediyorum. Müslüman hükümlülerin hapishane içi eğitim programlarında ihtiyaç duyduğumuz dinî kitap isteğine karşılık, direkt olarak Kur’ân ve onun mânâsının doğru anlatılmasının gerektiğine inanarak ben Risâle-i Nurlar hakkında müsbet bir rapor verdim ve şu anda bu tür kitaplara çok ihtiyacımız var. Çok faydalı ve özellikle mahpuslara tavsiye ettiğimiz kitaplardır. “Risâle-i Nurlar, buradaki otoriteler tarafından mahkûmlara tereddütsüz verilen tek kitaptır. Bunun sebebi; araştırmalar neticesinde Bediüzzaman’ın eğitiminin, insanlara yaklaşımının ve Risâle-i Nurların insanları bire bir ıslâh etmesinin diğer İslâm âlimlerinden ve kitaplarından çok farklı olması, bu kitapları okuyan insanların davranışlarında kendileri ve çevreleri için çok önemli müsbet mânâda değişimlerin gözlenmesi ve bunun otoriteler tarafından tesbit edilmesidir. Onun için diğer dinî kitaplar çok ince bir şekilde incelenirken, Risâle-i Nurlar derhal mahpuslara verilmektedir.” (Burada kısa bir açıklama yapalım. Amerika Yeni Asya Vakfı sekreteri Av. Khalim Wali’nin de, konuyla ilgili çok önemli bir tesbiti var. Diyor ki: “Bediüzzaman, hayatının büyük bir kısmını hapishanede geçirdiği için mahkûmlar için yazdıkları çok fıtrî ve etkileyici oluyor. Bunu idrak eden bir mahkûm da, bu eserleri bir roman gibi değil, hayatın gerçeği olan bir kitap olarak okuyor ve içinde bulunduğu günlük yaşantıyı böylece kendisiyle bütünleştirebiliyor. Böylece, Bediüzzaman’ın hayatı, mahkûmiyet alan ve aynı şartları paylaşan insanlara daha tesirli ve etkileyici geliyor. Mahkûmlar, kendi hayatlarının bazı yanlarını onun hayatında görebiliyorlar.”) “Müslümanlar olarak, kendimiz ve bütün insanlar için doğru bir Kur’ân anlayışını hazırlayıp, onların hizmetine sunmamız lâzım. Burada bizim en büyük problemimiz, bu anlayışın ve tatbikatın olmamasıdır. Onun için biz buradaki mahpuslara verilmek istenen İslâmî kitapları dikkatlice inceleyip faydalı ve değerli olanlarını tavsiye etmek zorundayız. Doğru Kur’ân anlayışına uygun olan Risâle-i Nurların dışında bütün kitapları dikkatlice incelememiz gerekiyor. Ama benim de katkımla şu anda Risâle-i Nurlar bu imtihanı başarıyla geçti ve otoritelerin yanında da itimat kazandı.”
“Müslüman mahkûmların yardımıyla İslâm’ı seçenler oluyor mu?” Beyah: “Tabiî ki, bu her zaman oluyor. Bunu görebiliyoruz.”
“Peki, bu mahkûmların içerde ve dışarıdaki davranışlarında toplum hayatına yönelik nasıl bir değişim oluyor? Burada İslâmı seçenler dışarı çıkınca topluma müsbet mânâda bir artı değer katabiliyor mu?” Beyah: “Buna ‘evet’ demeyi çok isterdim, fakat maalesef bunu henüz başarmış değiliz. Sebebi ise, buradaki İslâm Birliği’nin, burada yaşayan İslâm Cemaati’nin ve cemiyetinin bu insanlara sahip çıkmamasıdır. Aslında bu, Müslümanlar olarak kendi dinimize gerçek değeri verip sahip çıkamadığımızı göstermektedir. Söze gelince hepimiz Müslümanız, ama tatbikatta da keşke böyle olsaydı. Buradaki bazı İslâmî organizasyon ve cemiyetlerin milyonlarca lira parası var, fakat bunu insanların ve toplumun eğitimine yönlendirmiyorlar. Bu çok büyük bir handikap. Bunun içindir ki, burada Müslüman olup iyi hareket ve davranışlar kazanarak dışarı çıkan bu yeni Müslümanlar, dışarıdaki İslâmî kuruluşlar kendilerine sahip çıkmadığı için, toplumun içersindeki kötü alışkanlıklara çabucak kapılarak tekrar hapse düşüyorlar. Buraya gelip tekrar yeniden Müslüman olup dışarıya çıkmak zorunda oldukları kısır bir döngüyü maalesef yaşıyoruz. Bizi görünce ‘Elhamdülillah Müslümanız’ diyenler, İslâmî tatbikat ve tebligata gelince gereğini yerine getirmiyorlar. Böyle bir tezadı yaşıyoruz.”
“Peki bu konuda, buradaki sorumlular bu konuya dikkat çekmek için devlet yetkililerine bir rapor verdiler mi?” Beyah: “Maalesef böyle bir rapor verilmedi. Verilse de, bu ülkedeki Müslüman Cemiyetler işin farkında olup takip etmedikleri müddetçe bir sonuç çıkmaz. Bunun yanında, Hıristiyan Cemiyetleri bu konuya önem veriyor ve tatbikatını ve devletin yardımını da görüyorlar. Ben Müslüman cemiyetlerinden çok mektuplar alıyorum. Beni görünce, çok sevdiklerini söylüyorlar, ama ben sevgi yerine bu tür imana muhtaç olan zavallı Müslümanlara onların sahip çıkmasını çok daha fazla istiyorum.” *** Kendisine ve bize bu konuda yardımcı olan, bu hapishanede dinî eğitim vermekle görevli Muhammed Hasan kardeşimize teşekkür ederek hapishaneden ayrılıyoruz. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, burada iki önemli konu var. Birisi, bütün Müslümanlar olarak çok üzüntü ve elem verici. İkincisi ise, bizim açımızdan oldukça sevindirici. Üzücü olanı: Bir defa daha görüyoruz ki, Müslümanlar arasında çağın gereklerine uygun bir İslâmî yardım anlayışı maalesef yok. Sebebi ise, bütün İslâm âlemi olarak Kur’ân’a uygun doğru İslâmiyeti anlayıp tatbik etmede çok büyük noksanlığımız ve ayıbımız var. Sevindirici olanı ise: Amerika’da bu devirde bir eyaletin resmî yetkilileri tarafından Risâle-i Nurların ve Bediüzzaman’ın yürekten sevilip, eserlerinin ve metodunun ne kadar faydalı olduğunun tesbitidir. Bu sebeple Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Onun için diyoruz ki, darısı, ilk önce “Süper Güç”ün diğer eyaletlerinin başına! Sonra da bizim devletlilerimizin başına. Evet: “Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor.” (Bediüzzaman) Yıllar geçtikçe Bediüzzaman’ın mesajları insanlığa ışık tutmaya devam ediyor. “Amerika, Batı dünyası ve toplumu Bediüzzaman’ı arıyor!” Okyanus ötesinden kucak dolusu selâmlar sunarken; gelecek hafta yine, aşk, şevk, heyecan dolu güzel ve enteresan hizmet haberlerini birlikte paylaşmayı Rabbimden niyaz ediyorum.
Milwaukee-Wisconsin / USA 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Konuşmayın, çözün… |
Referandum kampanyasında liderlerin başörtüsü yasağının kaldırılmasıyla ilgili millete verdileri sözlerin ardından Meclis’in yeni yasama yılına girdiği gün Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın dört gazetenin Ankara temsilcisine verdiği beyanatların gazetelerde yayınlanması üzerine konu şu günlerde iyice gündemimize oturdu, tartışmalar alevlendi. Üniversitelerin açıldığı günlere de denk gelmesi dolayısıyla “gündem” de olan yasak meselesi konusunda Kılıç, başörtüsü yasağının bir yasa yapılmadan da çözülebileceği sözlerinin üzerine bir de YÖK’ün İstanbul Üniversitesi’ne gönderdiği bir yazıyla kılık kıyafetinden ötürü hiçbir öğrencinin dersten atılmaması yönünde görüş bildirmesi ile konu her yönüyle tartışılmaya devam ediyor. Tartışılırken de, siyasete malzeme yapılması da meselenin yine çözümsüzlüğe götürülmesine yol açabileceğini düşünerek, azamî dikkat edilmesi gerekiyor. Referandum meydanlarında başörtüsü yasağı meselesini halletmek için millete söz verenler birbirlerini suçlamaya “kim samimi” tartışması yapmaya devam ediyorlar. Pakistan modeli, İran modelini ortaya atılarak iş sulandırıyor. Oysa ki başörtüsü bir inanç özgürlüğü ve insan hakları meselesi. Meseleye bu pencereden bakmak yerine bu tür polemiklerin meselenin çözümünü değil, çözümsüzlüğe götürdü, götürüyor. Başörtüsü yasağı yıllardır kanayan bir yara. Binlerce mağdur oluşturdu, oluşturmaya devam ediyor. Kendince çözüm bulan öğrenciler, başörtüsü üzerine peruk takarak, başörtüsü üzerine şapka giyerek yasağı delmeye çalışsalar da, bu da kâr etmedi. Üniversite yönetimleri buna dahi rıza göstermediler. Oysa başörtüsünü yasaklayan ne bir anayasa maddesi ne de kanun maddesi var. Bunu herkes çok iyi biliyor. Yasak, memurlar için kılık kıyafet yönetmeliğinden ibaret. Bu yönetmeliği dayanılarak yasak sürdürülüyor. Oysa yönetmelik hemen çözülecek bir mesele. 25.10.1982 tarih ve 17849 sayı ile Resmî Gazete de yayınlanan Kamu Kurum Ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık Ve Kıyafetine Dair Yönetmeliğinde şöyle bir ibare yer alıyor. “Elbise, pantolon etek temiz, düzgün, ütülü ve sade, ayakkabılar ve/veya çizmeler sade ve normal topuklu, boyalı, görev mahallinde baş daima açık, saçlar düzgün taranmış veya toplanmış, tırnaklar normal kesilmiş olur. Ancak bazı hizmetler için özel iş kıyafeti varsa görev sırasında kurum amirinin izni ile bu kıyafet kullanılır…” deniliyor. (Memurelerin pantolon giyebileceğine dair bölüm 3 Ocak 2002 tarihinde değiştirildi.) Yani, 1982 yılından beri yönelmelikteki “baş daima açık, saçlar düzgün taranmış” bölümü aynen korunuyor. Bu bölüm çıkarıldığında mesele kendiliğinden çözülmüş olacaktır. Öğrencilerde durum ise farklı. Orada YÖK Kanununun Ek: 17 maddesi kılık kıyafetle ilgili. Orada “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” deniliyor ve halen yürürlükte. Yürürlükteki kanunlarda başörtüsünü yasaklayan bir kanun da yok. Mesele bu kadar basitse, niye çözülmüyor denilebilir. Yasakçı zihniyet Anayasa Mahkemesinin ve AİHM’nin kararlarındaki yorumlara dayanarak kanunlarda ve anayasada başörtüsünü yasak olduğunu söylüyor. Yani, yoruma dayanarak yasak devam ettiriliyor. Çözmek istedikten sonra mesele bir günlük iş. Peki neden çözülmüyor? Onu da geçmişte gördüğümüz gibi çözülmemesinin altında siyasî rant malzemesi yatıyor. “Başörtüsü meselesi çözüldüğü” haberleri yasak mağduru öğrencilerde bir ümit oluştursa da aslında meselenin tam olarak çözülmediği görülüyor. Şüphesiz ki, bu bir günübirlik çözüm olabilir. Ancak meseleye geniş olarak bakmak lâzımdır. YÖK’ün yazısı derse girebilenleri kapsıyor. Peki ya derse giremeyenler, ya da kampüse dahi giremeyenler için ne yapılacak? Tutanaktan sonra soruşturmanın neticesi ne olacak? Uyarı, kınama, uzaklaştırma çıkmayacağını kim garanti edebilir? Bütün bu sorular hâlâ cevapsız. Böyle değişikliklerin yetmeyeceği aşikâr. Bu yüzden mesele kökten çözülmeli. Hem de çözülürken sadece üniversiteler de değil, kamuda da çözülmeli. Artık Türkiye yasaksız bir ülke olmalı. Yasaklarla değil, gelişmişliği ile hatırlanmalı. YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın da işaret ettiği gibi bu sorunu çözecek siyaset kurumu. “Başörtüsü sorununu çözeceğim” diyerek günlerdir konuşanlar çıkıp bu meseleye köklü bir çözüm bulmalılar. Yoksa şöyle şapka altından çözümler günlük oluyor sonrasında da ümitlenen yasak mağdurlarının mağduriyeti daha da artıyor. Mağdurların istediği artık bu meseyi siyasî rant elde etmek amacıyla kullanması… 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Yine “yeni anayasa” çarkı… |
Referandum propagandasında “yeni anayasa”yı deklâre eden iktidar, yeniden “dönüş”te. Oysa Başbakan Erdoğan, önce miting meydanlarında “mini paket”in “yeni anayasanın kilidi” olduğunu, referandumdan sonra hazırlıklara başlayacaklarını defalarca dile getirdi. 12 Eylül gecesi konuşmasında “yeni anayasayı yapma” teminatını verdi. Peşinden tam üç kez çeşitli vesilelerle “yeni anayasa” vaadini yineledi. Bu arada CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ile “sürpriz buluşması”nda, “Yeni Anayasaya önce başörtüsü yasağının kaldırılması ortak çalışmasından başlayalım” dediği bütün medyada duyuruldu. En son referandumun 20. gününde vaadini yineledi. Buna paralel olarak AKP grup başkanvekilleri, yeni anayasa çalışmasının içinde olduklarını bildirdiler; “Biz hazırız, muhalefet hazırlığını yapsın” demeçlerini verdiler. Yine buna bağlı olarak Meclis Başkanı Şahin, referandumdan sonra yeni anayasa değişikliğine dair, ‘’Biz çalışmaya hazırız, siyasî parti gruplarından TBMM Başkanının inisiyatifiyle uzlaşma komisyonu kurulması gerekir’ mesajını almam halinde, adım atabileceğini” belirtti. “Uzlaşma komisyonu” için Meclis’teki partilerin gruplara mektup göndereceğini, parti liderleri ve yöneticileriyle görüşebileceğini açıkladı. Yeni anayasa hazırlama süreci için “dört siyasî parti uzlaştırma komisyonuna üye verirse süreç başlar, ‘erken kalkan yol alır’’ dedi…
“AKP’NİN GÜNDEMİNDE YOK”MUŞ! Keza Cumhurbaşkanı Gül, Eylül ayının son haftasında BM Genel Kuruluna katılmak için gittiği New York’ta, “Yeni anayasayı büyük bir özgüven içinde yazmamız gerekir” diye konuştu. Anayasa değişikliği paketinin kabulüyle kamuoyunda artan yeni sivil anayasa taleplerinin Türkiye’nin itibarına yakışacak, AB hedefleriyle uyumlu, çağdaş, ekonomik ihtiyaçlarını karşılayan bugün ve yarına cevap verebilecek nitelikte olmasını istedi… Ancak onca olumlu beyânın akabinde ne olduysa oldu; Başbakan, Bulgaristan’a giderken havaalanında, “Gündemimizde yeni anayasa yok!” deyip kestirip attı… Gelinen noktada tablo şu: Anamuhalefet Partisi, en son Parti Meclisinde onaylattığı “pozitif muhâlefet”le “uzlaşma komisyonu”na hazır olduğunu kamuoyuna ilân ediyor. Meclis’in ikinci muhalefet partisi, Anayasa değişikliği için kurulacak “uzlaşma komisyonu”nda uzlaşılan maddeler için “demokratik sözleşme” teklifinde bulunuyor. Ve bütün bunlara karşı Erdoğan, “Seçimin öncesinde böyle bir çalışma yok” karşılığıyla resmen reddediyor. Mart ayına kadar Haziran ayının ilk haftasında yapılacağını söylediği “seçime hazırlık dönemi”, ondan sonrasını da “seçim süreci” olarak belirliyor. Devamında da “Kimse bize 2011’de Anayasa değişikliği için gelmesin” diye peşinen kapıyı kapatıyor. Seçimlerden önce yeni bir anayasa çalışmasıyla ilgili sorulara, “Biz bir söylediğimizi bir daha geri vitese takıp tekrar etmeyiz, tükürdüğümüzü de yalamayız. Kimse bize 2011 içinde yeni bir anayasayla ilgili ‘yok komisyon kuralım, yok şu, yok bu’ filân gibi tekliflerle gelmesin, çünkü bizim artık gündemimizde böyle bir çalışma yok” diye noktayı koyuyor. Muhalefetin, “Meclis’te uzlaşıldıktan sonra bir haftada olmazsa bir ayda çıkar” çağrısına, tıpkı daha önce 12 Eylül darbecilerinin yargılanması için geçici 15. maddenin kaldırılmasına dair sarf ettiği “Böyle sululuk olur mu?” tepkisini tekrarlıyor…
SEÇİM SÜRECİNDE İSTİMAL… Evvela iktidar partisinin grup başkanvekilleri, “çark”a âcilen ayak uydurarak, ağız değiştiriyorlar; sekiz aylık sürenin yetişmeyeceğini açıklıyorlar. Sonra daha birkaç gün önce “adım atmaya hazırım” diyen Meclis Başkanı, “Dostlar alış verişte görsün kabilinden bir komisyonun kurulmasına aracılık etmem” cümlesiyle “bir ürün ortaya çıkabileceği hususunda endişeli olduğunu” kaydediyor. Bir diğer ilginç gelişme, Cumhurbaşkanı Gül’ün söylemine yansıyor. Önce “Partiler yeni anayasa niyetlerini deklare etmeli. Ben bu Meclis’e çok önem veriyorum. Yapılabilirse bu Meclis’te yapmak gerekir” görüşünü serdeden Gül, bu kez “Yeni Anayasa arzusu herkeste var, ama zamanlamasını siyasetçilere bırakıyorum” ifâdesiyle işin içinden âdeta sıyrılmaya çalışıyor. Görünen o ki siyasî iktidar, ilk AKP hükûmetinin kurulduğu 16 Kasım 2002’de açıklanan Âcil Eylem Plânında taahhüd ettiği ve seçim bildirgelerinde, hükûmet programlarında söz verdiği ve sözünü çok ettiği “yeni demokratik sivil anayasa”yı yeniden bir başka bahara bırakmakta. Strateji şu: Seçime kadar süre “yeni anayasa” söylemiyle geçiştirilecek. Süreç “yeni demokratik sivil anayasa” hazırlığı için değil, seçim vaadi ve malzemesi olarak istimal edilecek. Referandumda olduğu gibi seçim propagandası, “yeni anayasa” ve başta başörtüsü olmak üzere “demokratik hak ve özgürlükler” üzerinden yürütülecek… Çok yüzlü politikanın son tezâhürü “çark”ın anlamı bu… 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bıktıran yasak |
Bilhassa üniversite öğrencilerini mağdur eden başörtüsü yasağı yine gündemimizde. Yanlış anlaşılmasın, yasağın gündemde olmasından yana şikâyetçi değiliz. Asıl, yasağın unutulması ve unutturulmasından şikâyet etmek lâzım. Çünkü yasak gündemde olduğu müddetçe; anlamsız, insafsız, haksız ve adaletsiz bir uygulama olduğu ortaya çıkıyor. Nitekim konu tartışıldıkça eski hatıralar da canlanıyor. Üniversitelerde uygulanan yasak, Haber Türk yazarı Serdar Turgut’u bile çileden çıkarmış. “Bıktım bu tartışmadan” başlıklı yazısında şöyle demiş: “30 küsur yıl önce direkt içinde bulunduğum tartışmanın aynı kavramlarla sürdürülmesi, taraflarda hiçbir gelişme olmamış olması hem acıklı, hem de bıktırıcı. Anlayamadığım çok basit bir şey var. Üniversite gibi bilginin özgür öğretilmesi ve her konunun tartışılması gereken bir kurumda çalışan, adına bilim insanı denilenler, nasıl olup da öğretmekle sorumlu oldukları kişilerin kıyafetlerine karışmayı kendilerine yedirebiliyorlar. (...) O günlerde (...) sayısı en fazla onu bulan başörtülü kız vardı. Büyüklerimiz bunları esas sorun olarak tanımlamıştı. (...) ‘Almayacaksınız onları okula’ dediler, asistanları da kapılara nöbetçi diktiler. Kapıda zaten sıkıyönetim nedeniyle asker de vardı, tam bir şölendi anlayacağınız! Geldiler kızlar, önlerine asker dikildi. Zaten solcuyum, delikanlılık da var serde, haksızlığa adaletsizliğe hiç dayanamazdım. Atıldım öne, asistan kimliğimi kullanarak soktum kızlardan birkaçını içeriye. (...) Profesörlerden bazıları beni dekana ihbar etti. Bir yıl sonra ise büyük solcu tasfiyesi esnasında üniversiteden sebep gösterilmeden atıldım. (...) Benim için, kafamda türban meselesi o gün tamamen kapandı. Fakat bugün aradan onca yıl geçtikten sonra, hâlâ aynı kavramlarla tartışmaların olduğunu görmek beni utandırıyor doğrusu. Bıktım bu işten artık. Ne yani, o kadar mı zor ‘Üniversitede okuyanlar okullarına istedikleri her türlü kıyafeti giyerek gelmekte özgürdür’ diyerek bu işi kapatmak.” (7 Ekim 2010) Bu şahitliklere rağmen birileri çıkıp “Biz hiç kimseyi zorla okuldan atmadık” bile der! Yasağı savunanların ileri sürdükleri bir nokta da, “Ya başörtülülerin sayısı çoğalırsa?” sorusudur. Onlara göre başörtülülerin sayısı çoğalırsa, başı açık olanlar üniversitelere giremeyecek! Bu vehimle geniş kitleleri yanıltmaya ve kandırmaya çalışıyorlar. İnşâallah, başörtülülerin sayısı artar ve artacak. Ama bu hiçbir şekilde “başı açık olanlar okula giremeyecek” anlamına gelmez. Bu, iddia değil; apaçık iftiradır. Ne yazık ki kendileri başı örtülü olanları okula almadıkları için, yarın bir gün tersinin yaşanacağını düşünüyorlar. Korkmayın, ürkmeyin. Bu düşünce, başı örtülü olanları hiç tanımadığınız anlamına gelir. Onlar ‘yasakçı’lar gibi insafsız değil, şükür... Bir nokta daha var: Biz bu tartışmadan bıkmayız, çekilmeyiz ve çekinmeyiz. Çünkü haklı olduğumuza inanıyoruz. Başı örtülü öğrencileri okula almamak, haklı ve güçlü bir itirazı hak ediyor. Başörtüsü yasağı bütün sonuçlarıyla birlikte sona erene ve geçmişte bu yasak sebebiyle mağdur olanların hakları da tazmin edilene kadar bu ısrarımız devam edecek İnşâallah. Başörtülü oldukları için “basın kartı” alamayan gazetecilerin haklarını da savunacağız, avukatlık ve memurluk hakları elinden alınanların da. Yasakçıları bu yanlış uygulamalardan vazgeçirinceye kadar gerçekleri ifade etmeye devam! 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Medvedev’in onur günü: Makarios nişanı takılıyor! |
Rusya Cumhurbaşkanı Medvedev, dört uçak dolusu iş adamıyla Güney Kıbrıs’ı ziyaret ediyor. Christofias ile birlikte stratejik işbirliği anlaşması dahil on civarında anlaşma imzalayacaklar. Medvedev bu vesile ile III. Makarios madalyasını takma onuruna erişecekmiş. Sonra Kıbrıslı ve Rus öğrencilerin “Rusya-Kıbrıs Birlikte Büyüyor” projesi faaliyetlerine katılacaklarmış. Sonra da elli yıllık dostluğun hatırasına elli ağaç dikeceklermiş. Ne mutlu Medvedeve! Böylesine önemli bir ülkeye önemli bir ziyaret yapıp, çok önemli faaliyetler gerçekleştiriyor. Öyle ya Kıbrıs Rum Kesimi AB üyesi. Yani Avrupa’nın bir parçası sayılıyor. Halbuki bundan daha üç yıl öncesinde, paravan şirketlerle para aklanan bir bölge olması dolayısıyla Rusya tarafından kara listeye alınmıştı Kıbrıs Rum Kesimi. Şimdi de durum farklı değil. Kıbrıs Rum Kesimi’nde yer alan şirketler aracılığıyla 2008 yılında Rusya’ya yapılan yatırımlar 34 milyar avro. Kıbrıs Rumlarının böyle bir parası olmadığına göre, ortada yine kara para aklama işi var. Şimdi durup dururken Medvedev’in Kıbrıslı Rumları bu kadar önemsemesinin sebebi, Christofias’ın komünist olması da olamaz. Rus liderin bu ziyaret esnasında Türkiye’yi gücendirecek bir söz ya da eylemde bulunmayacak kadar dikkatli olduğunu da biliyoruz. Kıbrıs sorununun çözümü konusunda Rusya şimdiye kadar iki tarafın varacağı bir uzlaşmayı desteklediğini açıklayageldi. Bu ziyaretin ne Amerika’yı ne de Avrupalıları memnun etmediği biliniyor. Hatta Rum Kesimi’nin bu ziyarete zemin hazırlaması dolayısıyla, Avrupa Birliği’nin KKTC ile ilişkileri güçlendirme misillemesine gidebileceğini iddia edenler bile var. Amerikalılar oldum olası Akdeniz’deki bir Rus varlığından rahatsızlık duyuyorlar. Aslında Medvedev’in bu ziyaretinin tek akla yatkın sebebi de zaten bu rahatsızlığı doğurmak. Avrupa Birliği ve Amerika’ya, Ortadoğu ve Akdeniz’deki güç ve nüfuz savaşında Rusya’nın da bulunduğunu göstermek. Yoksa Kıbrıs Rum Kesimi gibi, Rusya için Akdeniz’de bir üs olma dışında hiçbir stratejik önemi bulunmayan bir bölgeyi ziyaret etmenin başka bir anlamı yoktur ve olamaz. Zira dört uçak dolusu iş adamının birebir görüşebileceği bu sayıda Rum iş adamı bile yok adada. Olsa olsa o sayıda bakkal bulabilirler. Ankara Protokollerini uygulamamayı bile göze alarak, Kıbrıs Rum Kesimi’ne kapılarını açmayan Türkiye’nin, Rus liderin bu ziyaretini dikkatle izlemesi gerek. Zira Rum Kesimi bu ziyareti, Kıbrıs müzakerelerinde Rum tezinin Rusya tarafından desteklendiğinin işareti olarak sunabilir. Umarız Medvedev bu küçücük ada bölgesi ziyaretindeki öğrencilerin proje etkinliklerini izlemek gibi çok önemli faaliyetlerinden fırsat bulup, Lefkoşa’da Türk kesimine sürpriz bir ziyaret yaparak, iki kesimin barış içinde birlikte yaşamasını desteklediği mesajını vererek bizi şaşırtır. 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Askerlik reformu ne zaman? |
Bölük pörçük, parçalı, perakende formüllerin, temeldeki yapısal sorunu çözmek için yeterli olmadığı gerçeğinin güncel ve somut örneklerinden biri askerlik meselesi. Hem devlet, hem de 20 yaşına gelmiş her delikanlı ve aileleri açısından ciddî sıkıntıları gündeme getiren bu meselenin bir an önce neşter atılıp köklü bir çözüme kavuşturulması gerekiyor. Yıllar içinde askerlik süresinin tedricen kısaltılması, üniversite mezunlarına daha kısa sürelerle askerlik yaptırılması, dönem dönem yapılan bedelli askerlik uygulamaları, geçici formüller olarak kısmen işe yaradı, ama artık yetmiyor. Kökü yer yer çöküş dönemi Osmanlısına kadar uzanan ciddî ârazlarla mâlûl, soğuk savaş döneminin kalıplarına göre dizayn edilmiş ve askerî müdahalelerin iç bünyedeki tahribat izlerini hâlâ taşıyan mevcut yapı ve sistem, âcilen masaya yatırılıp A’dan Z’ye tekrar gözden geçirilmeli. Köklü bir ıslahat programı hazırlanıp, bir an önce uygulamaya konulmalı. Ki, bazılarınca provokatif bir üslûpla dile getirilen “Ordu lağvedilip yerine yeni bir ordu kurulmalı” söylemlerinin artarak devamına meydan ve fırsat verilmesin. Savaş, silâh ve savunma teknolojisinin de baş döndürücü gelişmelere sahne olduğu; birçok şeyin bilgisayar başından sevk ve idare edilir hale geldiği bir çağda, hantal ve kalabalık bir ordu beslemenin mantıksızlığı yıllardır seslendiriliyor. Onun için birçok ülke asker sayısını azaltıp ordusunu küçültürken, savunma bütçesini asker sayısı daha az, ama daha vurucu bir ordu oluşturmak için kullanıyor. Böylece tasarruf da yapıyor. Bilhassa ileri ve zengin ülkelerin tercihi bu yönde iken, kaynakları sınırlı bir ülke olarak Türkiye’nin, 1 milyonun üzerinde mevcudu olan bir ordu ile yola devam etme ısrarının mantığı ne? Son günlerde medyada yer alan bilgilere göre, bu 1 milyondan fazla askerin hemen hemen dörtte birinin posta, kuaför, berber, görevli, koruma, lojman hizmetleri gibi, askerlikle ilgisi olmayan işlerde istihdam edilmesi, ayrıca üzerinde durulması gereken önemli konulardan biri. “Vatanî görev” böyle mi yerine getiriliyor? Keza, dünyada general sayısının en yüksek olduğu ordunun TSK olmasının bir izahı var mı? Çağdaş dünya, orduları küçültüp asker sayısını azaltır ve askerlik sürelerini daha da aşağı çekerken, zorunlu askerlik sisteminden de vazgeçiyor ve profesyonel ordu yapılanmasına doğru gidiyor. Peki, biz bütün bu gelişmelerin neresindeyiz? Ağustos’ta emekli olan önceki Genelkurmay Başkanı Başbuğ, zorunlu askerliği orduyla millet arasındaki bağ olduğu gerekçesiyle savunmuştu. Bütün erkek vatandaşlara zorunlu olarak askerlik yaptırmak suretiyle kurulan bir bağın ne derece sağlıklı olduğu tartışılır. Nitekim tartışılıyor da. Bu sistemde ısrar edilmesinin arkaplanında yatan saikin ise, herkesi askerlik tezgâhından geçirerek, özellikle bazılarının kafasında “burunları sürtmek” gibi bir niyet olduğu ifade ediliyor. Böylece bu sistemin, en alt rütbedeki subaylara, kaymakam, hakim, savcı, öğretim üyesi gibi statüleri olan kişilere eğitim yaptırmak, koşturmak, yerde süründürmek... suretiyle hükmetme fırsatı verdiği belirtilerek, bu psikoloji belirtiliyor. Eğitim esnasında herkese hep bir ağızdan bağıra bağıra söylettirilen tuhaf sloganlar cabası. Son günlerde Genelkurmay’ın projesi olarak gündeme getirilen “tek tip askerlik,” haddizatında mevcut durumdan daha da geriye gidiş niteliği taşıyan bir girişim. Üniversite mezunlarına verilen yetersiz avantajın geri alınmasını öngörüyor. Temennîmiz, hükümetin buna geçit vermemeyip, askerlik süresini herkes için kısaltarak, fâhiş bir rakam istememek kaydıyla bedelli askerliği de gündeme getirme fikrinde ısrar etmesi. Ama daha önemlisi, askerlik sisteminde yapısal ve köklü bir reform için artık düğmeye basılması. İnsanları vatan için çok daha önemli işler yaptıkları görevlerinden bir süreliğine koparıp zorla askere alma garabetine de artık son verilmesi. 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Töre ölsün mü? |
Kelimelerin müsbetten menfiye, negatiften pozitife mânâ değişimine uğramaları sizin de dikkatinizi çekiyordur. “Töre cinayetleriyle” birlikte, eski güzel ve destanımsı mânâlarını kaybeden töreye” bilhassa “yeni liberallerin” toptan hücumu çoktandır zihinlerde başka başka mânâlar tedaî ettiriyor. Çok değil, bundan yirmi sene önce daha çok Kemalistlerin kullandıkları “töre”ye bedel, sağ kesim “gelenek” ve “an’ane” kelimelerini benimsiyordu. Mânâ olarak küçük farklılıklar olsa da üçü de aynı çerçeveye giriyordu. Solun Kemalistlerle birlikte “hurafe” olarak görüp hücum ettiği an’aneden sonra “gelenek” de tukaka edilmişti. Bilhassa 11 Eylül'ün ülkemizde ve üçüncü dünya ülkelerinde tetiklediği değişim ve dönüşüme yer açılması için “gelenek ve gelenekçilerin” piyasayı terk etmeleri gerekiyordu. . Milletimizin töresi de, gelenek ve an’aneleri de bin seneden beri İslâmiyetle mezcolduğundan, şu kelimelere hücum eden bilhassa “dinsiz sefih Avrupalıların” dolaylı olarak dinimize, mukaddesatımıza, örf ve tarihimize hücum ettiğini anlamamız elbette yanlış olmaz. Neoliberallerin, Türkiye'deki liberalleri terkilerine alarak çıktıkları “töre” avında hangi hedeflere oklarını attıklarını dikkat ederseniz; yenilikçilik, değişim ve dönüşüm sloganlarının arkasına sığınanların “su katılmamış” İslâm düşmanları olduklarını da göreceksiniz. Toplumumuzda, kadının üzerinde farz edilen “dehşetli baskıyı” kaldırmayı dâvâ edinmiş töre düşmanlarının iffete, ahlâka, fazilete, namusa, aile hayatımıza ve daha doğrusu “millî hayatımıza” da karşı olduklarını faaliyet ve icraatlarından anlayacaksınız. Doğrusunu isterseniz milletimizin töresine, gelenek ve an’anelerine en büyük darbeyi Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki Kemalistler indirmişti. Medenîleşmek, muasırlaşmak ve Avrupalılaşmak yaftalarıyla, tam otuz sene milleti hakikî kültür, zevk, estetik ve hayat biçiminden mahrum bırakmışlardı. Hepinizin bildiği bu uzun hikâyeye girmeden şunu arz edelim ki; klâsik Kemalizm, milletin hakikî hayat biçimiyle yaptığı savaşı kaybetmeye başlayınca, devreye global dinsiz, sefahetçi ve insaniyet karşıtları sokuldu. Global sermayedarları da arkasına alan neoliberallerin parasal olarak destekledikleri müstehcen ahlâksız sinemayı, tahribatçı kitapları, faaliyetleri, sosyal projeleri ve sivil kurumların icraatlarını inceden inceye tetkik ettiğimizde; hakikaten Kemalizm, bolşevizm, masonluk ve neoliberalizmden oluşan bir insâniyeti imha projesiyle karşı karşıya kaldığımızı görürüz. Sağ kesimden bazılarımızın töre, gelenek veya an’anemizin bazı cihetlerine itirazı olabilir. Arapların ve dolayısıyla Müslümanların kültürlerine yer yer karışmış “İsrailiyât” nev’înden, bizde de Şamanizmden, Zerdüşlükten ve daha başka bâtıl dinlerden geleneksel unsurlar, Anadolu geleneğimize karışmış olabilir. Yüzde bir veya binde bir nisbetindeki bu yanlış unsurları Sünnet-i Seniyye süzgeciyle temizleme imkânı varken, kalkıp global dinsizlere yardım edercesine bütün töre, gelenek, örf ve an’anelerin aleyhinde bulunmak Müslümanların yapacağı iş olmamalı… Şu meselede Türk milletinin sair millet ve ırklardan daha çok töresine ve an’anesine sahip çıkması lâzımdır. Çünkü bu kavmin global dinsizlikle göğüs göğüse çarpışmak gibi bir misyonu var. “Küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibaha etmesini alet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş, bu millet dayanabilir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 190) Töre adına işlenen cinayetlerin İslâm halklarıyla ilgisini hiç düşündünüz mü? Hind'de, Çin'de, Latin Amerika´da ve gayr-ı müslim Afrika'daki insanların namus meselesindeki refleks ve yaptıklarıyla hiç karşılaştırdınız mı? Neden Türkiye'de bu cinayetleri geleneklere ve dolayısıyla dine mal ediyorlar? Global mânâda doğrudan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sünnetine hücum edemeyen bugünkü dinsiz münafıkların, düne kadar Kur'ân'a ve Peygambere olan adavetlerini “Arap düşmanlığı” ile dışa vuran Kemalistlerden hiç, ama hiç farkları yoktur. İnsanların başka kültür, töre ve gelenekleri keşif merakı bugün çok ileri gitmiş. Hayatlarının önemli bir bölümünü bu uğurda Aborcinler, Kızılderililer, Afrika ve Hind yerlileri arasında geçirenlerin hatırat ve bilgileri, şimdi “best seller” olarak satılıyor. Modern dünyada töreye bu denli ehemmiyet verildiği bir zamanda, töremizin; “yeni muhafazakârların” maddî desteğiyle çevrilen filmlerle Berlin'de, kitaplarla Avrupa ve Türkiye'de ve maalesef dizilerle Türkiye TV'lerinde “cezalandırılması,” bizde bu millete karşı zerre kadar hamiyet hissi varsa, bizi mutlaka, ama mutlaka harekete getirmeli ve İslâmî an’anelerimize sahip çıkmalıyız. 08.10.2010 E-Posta: [email protected] |