Basından Seçmeler |
Yargı değişimin neresinde?
BUGÜNLERDE tartışılan konu Danıştay ve Yargıtay’ın, türbanlı bir kız öğrenciyi sınıftan çıkaran öğretim üyesini haklı bulan kararları... Disiplin Kurulu dışında, öğretim üyesi bir öğrenciye yaptırım uygulama yetkisine sahip midir? Yargı bunu tartışmadan basmış kararı. Şaşırmadım. Danıştay, 28 Şubat döneminde, başörtülü bir telefon memuresinin, uyarma ve kınama gibi ara yaptırımlar uygulanmadan birdenbire işten atılmasına karar vermiş, zavallı kadın ekmeğinden olmuştu. (8. Daire, K: 2000/4951) Halbuki önceden uyarı, kınama, geçici işten uzaklaştırma gibi kademeli yaptırımları uygulayarak zavallı kadına bir fırsat vermek hem insani duyguların, hem hukukun gereği idi. Bu karar bugün kamu vicdanında savunulabilir mi? Türbanlı kızın sınıftan atılmasını onaylayan Danıştay ve Yargıtay kararlarının da tarihi eskidir, 1998’dir... 28 Şubat’ın en yakıcı dönemi. On iki yıl geçti. Artık CHP bile Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde daha özgürlükçü davranıyor. Yargı hiç mi değişmez? Ecevit’ten beri... Mesele çağımızın özgürlük anlayışına uyum meselesidir. Onun içindir ki, türban konusu, çağımızdaki özgürlük anlayışının özümsenmesinin bir simgesidir. Yasak, geniş kitlelerin tepkisini çektiği için gündemden düşmeyen, o sayede özgürlükler meselesinin sürekli canlı kalmasını sağlayan bir simge... Bizde yargı çağımızın hürriyet anlayışını benimsemiş olsaydı, Hrant Dink hakkındaki beraat kararını bozup mahkûmiyet kararı verir miydi? Ondan sonra yaşananlar meydana gelir miydi? Çağımızın özgürlük anlayışına uymayan bu tür mahkûmiyet kararlarına nasıl çözüm getirildi? 301. maddeden dava açılması Adalet Bakanı’nın iznine bağlanarak! Yargının özelleştirmeyi engellemesine nasıl çözüm getirildi? Merhum Ecevit’in öncülüğünde özelleştirme maddesi Anayasa’ya konularak!.. Yargı ha bire parti kapatıyordu; çözüm olarak yine Ecevit döneminde, anayasa değişikliği yapılarak parti kapatma zorlaştırıldı... Çözümleri siyaset getirdi yani... Çünkü yargı çağın özgürlük anlayışına aykırı kararlar verdiğinde ortaya çıkan toplumsal, siyasi ve diplomatik sıkıntıları çözmenin sorumluluğu siyasete düşüyor. Onun için öteden beri siyaset çağın standartlarına daha duyarlıdır. Bugün “uzun tutuklamalar” sorunu nereden çıkıyor?.. Çözümü nereden bekliyoruz? Aynı... ‘Tarafsız hakem’ Yargı iki sebepten özgürlükler konusunda tutucu olabiliyor: * Devrim ve müdahale yaşamış bütün ülkelerde olduğu gibi bizde de hukuk eğitimi ve yargı kurumu uzun yıllardır ‘uyanık bekçi’ anlayışıyla yapılandırılmıştır. Halbuki çağımız yargının ‘tarafsız hakem’ olmasını gerektiriyor. * Bir istikrar kurumu olarak yargı daha çok kendi içtihatlarını esas alır, bu sebeple haklı ve rasyonel bir ‘tutucu’ tarafı vardır ama bizde ‘bekçilik’le birleşince ciddi sorunlar yaşanabiliyor. Çağımızda ise hem demokrasinin gereği, hem kitlelerin beklentisi yargının artık ‘özgürlükçü yorum’u benimsemesidir. On yıl önceki yasakçı kararlar bugün toplumsal vicdanda hiçbir dayanak bulamaz. Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP de toplumun adalet beklentisindeki gelişmeleri görüyor, yasakları savunmuyor. Artık yargının da eski yasakçı tavrında diretmeyeceğini umuyorum.
Taha Akyol / Milliyet, 7.10.2010 |
08.10.2010 |
Başörtüsü ve içgörü
BİR zamanlar bana psikiyatr bir arkadaşım anlatmıştı. Gelen hastaya sorarlarmış, “sen buraya niye geldin?” Eğer hasta, “şöyle şöyle dertlerim var, iyileşmek için geldim” derse, bu hastada “içgörü” olduğuna, kendi durumunun farkına varabildiğine ve hastalığının çabuk tedavi edilebileceğine karar verirlermiş. Yok eğer hasta, “benim hiçbir şeyim yok, beni tutup buraya getirdiler” derse, kendi durumunu kavrayamadığını düşünüp hemen hastaneye yatırırlarmış. Hastanın ruhsal vaziyetini en iyi ele veren ölçülerden biri, hastanın kendi durumunu algılama yeteneğiymiş. Şimdi bir düşünün, bize tarih derslerinde en çok anlatılan alaycı hikâyelerden biri, “İstanbul kuşatıldığında Bizanslı papazların bir iğnenin ucunda kaç meleğin bulunduğunu” tartışmalarıydı. Bizanslı papazların “manasız” tartışmalarıyla dalga geçen bu ülke, bugün “kızların saçının kaç teli gözükürse laikliğe zarar gelmez” tartışması yapıyor. Ve, bunun gülünçlüğünün farkında değil. Hastada “içgörü” yok anlayacağınız. Laiklikle, saç teli arasında bir ilişki kurabilen bir ülke. Üniversiteye giden kızlar saçının “telini” gösterirse “laik” olacağız, göstermezse laiklik elden gidecek. Gülmeyin, biz bunu ciddi ciddi tartışıyoruz, bazı siyasi partiler “görünecek tel miktarı” hakkında açıklamalar yapıp, o saç teli sayısından politika üretmeye uğraşıyorlar. Laiklik, kızların başını açmaktır sanıyorlar. Tam tersine. Laiklik, kızların saçına devletin hiç bir amaçla karışmamasıdır. Laik bir devlet, dine müdahale etmez. Bir devletin kızların başını dini amaçlarla “zorla” örtmesiyle, bir başka devletin “din korkusuyla” kızların başını zorla açması aynı şeydir. İkisinde de devlet dine müdahale etmiş olur. Hâlbuki laik devletlerde “din alanı” devlete tümüyle kapalıdır, hiçbir şekilde o alana giremez. Saç teliyle uğraşmak, laiklik değil hastalık. Üstelik bunun bir hastalık olduğunun bile farkında değiliz. Aklımızı “saç teline taktığımız ve bunun en büyük sorunumuz olduğunu sandığımız” için doktora gitsek de, doktor “niye geldin” dese, “bir şeyim yok, güzel güzel saç telini tartışıyorduk, bizi alıp buraya getirdiler” diyeceğiz. Doktor da bizi hastaneye yatıracak. Niye hasta olduğumuzu Freudyen bir metotla araştırıp, çocukluğumuzu kurcalayınca da “ceberut bir devlet baba” figürüyle karşılaşacak. Bizim devlet kurulduğu ilk andan itibaren her şeyi toplumdan daha iyi bildiğine inanarak, kendince “iyi bir toplum yetiştirmek” için baskı yapmaya koyulmuş. Dinine, ırkına, inancına, fikrine karışmış halkın. “Atatürk’ün ilke ve inkılâpları” dedikleri “kutsal” bir ölçü var ellerinde, halk bu ilke ve inkılâplara uygun olacak. Nasıl bir halk olacak o? Atatürk’le çevresindeki İttihatçılara benzeyen bir halk. Kendi “mükemmelliklerinden” o kadar eminler ki bütün halkın da kendileri gibi olmasını istiyorlar. Allah’a inanacaksın ama öyle fazla dindar olmayacaksın, namaza niyaza çok aldırmayacaksın, kadınların başını örtmeyeceksin. Kürt’sen Kürt olduğunu söylemeyeceksin, “sen kimsin” dendiğinde “ben Türk’üm” diyeceksin. Solcuysan, Kemalizm kadar solcu olacaksın, devlete tapacaksın, Marx’a falan hiç bakmayacaksın, değişim peşinde koşmayacaksın, rejimi değiştirmeyi aklından bile geçirmeyeceksin. Aleviysen, Alevi olduğunu saklayacaksın. Bu “ilke ve inkılâplara” aldırmazsan hapsi boylayacaksın. Türkiye’nin “çocukluk hastalıkları” bunlar. Artık büyüdük, halk gelişti, dindar dininin, Kürt Kürtlüğünün, Alevi Aleviliğinin, Marksist Marksistliğinin farkında. Halk büyüdü de devlet bir türlü büyüyemedi, elinde bir tutam saç bir köşede hâlâ onunla oynuyor. Onun için, Atatürk’ün ilke ve inkılâplarını Atatürkçülere bırakıp devleti yeniden kurmak zorundayız. Dindarın dindar, Kürt’ün Kürt, Alevinin Alevi, solcunun solcu olduğu bir toplum başka türlü burada rahatça yaşayamayacak çünkü.
Ahmet Altan / Taraf, 7.10.2010 |
08.10.2010 |
Bıktım bu tartışmadan
30 küsur yıl önce direkt içinde bulunduğum tartışmanın aynı kavramlarla sürdürülmesi, taraflarda hiçbir gelişme olmamış olması hem acıklı hem de bıktırıcı. Anlayamadığım çok basit bir şey var. Üniversite gibi bilginin özgür öğretilmesi ve her konunun tartışılması gereken bir kurumda çalışan, adına bilim insanı denilenler, nasıl olup da öğretmekle sorumlu oldukları kişilerin kıyafetlerine karışmayı kendilerine yedirebiliyorlar. Üniversitede hoca olmuş bir insanın, böyle karışma önerisinin gelmesini bile utanç verici bulması gerekmiyor mu, öneriyi getireni tersleyip “Saçmalamayın” demesi gerekmiyor mu? “Başı örtülü öğrencilerin hakkında tutanak tut” diyen otoriteye bu koskoca insanların, “Ne oluyor, kendine gel, sen beni toplama kampı gardiyanı mı zannediyorsun” demesi normal değil mi? Cevabı belli sorular bunlar ama maalesef hâlâ sormak gerekiyor bunları ülkede. Büyük profesörlerin yanında gencecik asistanken bile bu sorulara ben net cevabı çoktan vermiştim, koskoca profesörlerin sorular altında nasıl ezildiklerini, küçüldüklerini görmüştüm. 30 küsur yıl önce durum böyleydi, maalesef hâlâ böyle. O günlerde neredeyse tamamı eli silahlı solcu olan, azınlık öğrencileri de yine eli silahlı sağcı olan üniversitede, sayısı en fazla onu bulan başörtülü kız vardı. Büyüklerimiz bunları esas sorun olarak tanımlamıştı. (Siz bundaki mantıksızlığı kavrayamayan beyinlerin bilim anlayışına güvenebilir miydiniz?) “Almayacaksınız onları okula” dediler, asistanları da kapılara nöbetçi diktiler. Kapıda zaten sıkıyönetim nedeniyle asker de vardı, tam bir şölendi anlayacağınız! Geldiler kızlar, önlerine asker dikildi. Zaten solcuyum, delikanlılık da var serde, haksızlığa adaletsizliğe hiç dayanamazdım. Atıldım öne, asistan kimliğimi kullanarak soktum kızlardan birkaçını içeriye. Amfilerine kadar eşlik ettim onlara. Profesörlerden bazıları beni dekana ihbar etti. Bir yıl sonra ise büyük solcu tasfiyesi esnasında üniversiteden sebep gösterilmeden atıldım. Atıldığımı öğrendiğim gün içimi büyük huzur ve sakinlik kapladı. Haklı olduğumu bilmemin verdiği huzurdu bu. Benim için, kafamda türban meselesi o gün tamamen kapandı. Fakat bugün aradan onca yıl geçtikten sonra, hâlâ aynı kavramlarla tartışmaların olduğunu görmek beni utandırıyor doğrusu. Bıktım bu işten artık. Ne yani, o kadar mı zor “Üniversitede okuyanlar okullarına istedikleri her türlü kıyafeti giyerek gelmekte özgürdür” diyerek bu işi kapatmak. Bazıları absürd laflar edip “Bir kere izin verilirse sayıları artar” diyorlar. “Peki ama ne oldu yani, yasakladılar diye sayıları azaldı mı ki, bunu göremiyor musunuz be kardeşim!” diyeceğim ve işte benden bu kadar... Ayrıca, bütün bu tartışmalar sürerken bakıyorum da “Acaba” diyorum kendi kendime, “Bu insanlar Türk Ceza Kanunu’nda yapılan son değişikliklerin farkındalar mı?” “Acaba bu insanlar, bir kişinin okuma hakkının ne sebeple olursa olsun engellenmesinin yüksek ceza gerektiren bir suç olduğunun da farkında değiller mi ki?” Emin olun bunun bile net cevabı yok.
Serdar Turgut / HaberTürk, 7.10.2010 |
08.10.2010 |