Vehbi HORASANLI |
|
Müjdeli bir haber |
Eski meslektaşlarımdan ve şimdi de bir yayınevinin müdürü olan bu arkadaşımdan yıllardır uğraşılan, fakat bir türlü kabul edilmeyen tevafuklu Kur’ân’ın, nihayet Diyanet İşleri Başkanlığı’nca onaylandığı haberini aldım. Nasıl ki Bediüzzaman Hizmet Tır’ı Anadolu’yu dolaşarak güzel haberler veriyor, ben de bu güzel haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. Şimdi bilmeyenleriniz olabilir, tevafuklu Kur’ân nedir ve bununla ilgili ne gibi gelişmeler yaşanmıştır? isterseniz biraz bundan bahsedeyim. Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Allah’ın sözü ve kelâmı olduğu için içerisinde mühim sırlar, mu’cizeler bulunmaktadır. Peygamber Efendimizin de (asm) en büyük mu'cizesidir. İşte Kur’ân’ın kırk mu'cizesinden bir tanesi de tevafuktur. Tevafuk kelimesi; uyma, uygun gelme, rastlamak, münasebet, birbirine denk gelme anlamına gelmektedir. İşte Kur’ân’ın en büyük âyeti olan “Müdayene âyeti” sahifeler için, İhlâs ve Kevser Sûreleri de satırlar için bir ölçü olarak kabul edilerek yazıldığında bu tevafuka rastlanmaktadır. Öyle ki Kur’ân’ın bütün sayfalarında âyet bittiğinde sayfa da bitmektedir. Yarım kalmış âyet satırına rastlanmaz. Aynı zamanda güzel bir kafiye ile âyet sona ermektedir. Bu ise onun bir insan işi olamayacağına, hele hele Peygamberimiz (asm) gibi ümmi bir zatın (asm) kendi sözü olmayacağına apaçık bir delildir. Allah lâfzı ve Rabbimizin diğer güzel isimleri Kur’ân’da öyle bir sayı ve düzende dizilmişlerdir ki, hiç mânâsına dikkat etmeyen sadece gözü ile bakan kulaksız, kalpsiz ve ilimsiz insanların dahi bunun bir insan işi olmadığını, Rabbimizin kelâmı olduğunu anlamasına yol açmaktadır. Bediüzzaman, bu güzel tevafuku görmüş, kendi Kur’ân nüshasına işaretler koyarak meşveretle neşredilmesini sağlamıştır. Kur’ân’da Allah’ın güzel isimlerinin sayıları bir intizam içerisindedir. Bu intizam bir kasıt ve Cenâb-ı Allah’ın iradesini göstermektedir. Allah lâfzı Kur’ân’da 2806, Rahman ismi 159, Rahim ismi 220, Gafur 61, Rab ismi 846, Hâkim ismi 86, Âlim ismi 126, Kadir ismi 31 ve Hu yani “O” lâfzı da 26 defa geçmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in 6666 âyeti bulunmaktadır. En çok zikredilen Allah, Rahman, Rahim, Gafur ve Hâkim isimlerinin toplamı 3332 adettir. Yani yarısından bir eksiktir. Keza; Allah, Rahman, Rahim, Âlim ve Hu lâfzının toplamı 3337 adettir. Yarısından 4 fazladır. Yüksek rakamlarda küçük farklılıklar bulunması kelâmın meziyetlerine zarar vermez. Ayrıca buradaki birkaç rakamın başka anlamları, hikmetleri vardır. Kur’ân’daki Allah’ın güzel isimlerinin bir nizam halinde bulunması sûrelerde de göze çarpmaktadır. Allah lâfzı ile âyetlerin sayısı tevafuk etmektedir. Demek ki bu vaziyet gösteriyor ki, Allah isminin adedine tesadüf karışmamıştır. Bir hikmet ve intizam ile adetleri tayin edilmiştir. Evet, Allah’ın güzel isimlerinin Kur'ân’daki yerleri öyle intizamlı olarak yerleştirilmiştir ki, sadece gözü ile olaylara bakan insanlara dahi onun hak kelâm olduğunu göstermektedir. Bunu tevafuklu Kur’ân’ın sayfalarında gayet güzel bir şekilde görebilirsiniz. Bir sayfadaki Allah ismi karşıki sayfada veya arkasında simetrik bir şekilde ve hat çekilse, aynı hat üzerinde olduğu görünmektedir. Bütün bunlar bir hikmeti ve intizamı hissettiren güzel şekildedir. İşte, Bediüzzaman ve Nur Talebeleri, bu tevafuku bütün insanlara duyurabilmek için hattatlara Mushaf yazdırmışlar, tefavukun hakikî intizamını göstermeye muvaffak olmuşlardır. Bunun daha güzel bir şekilde görünmesi için de Kur’ân’da geçen Rabbimizin güzel isimlerini kırmızı renk ile belirtmişlerdir. Fakat gelin görün ki Diyanet İşleri Başkanlığı bu tarz Kur’ân’ı bir türlü kabullenememiş, resmî olarak mühürlemeye yanaşmamıştır. Kırmızı renk kullanılmadan basılan Kur’ân’lar mühürlendiği yani onaylandığı halde hiçbir farkı olmayan sadece Rabbimizin isimlerinin kırmızı renk ile yazıldığı Kur’ân’lar mühürlenmemiştir. Yıllarca verilen emek nihayet sonuçlanmış, 2010 yılında resmî onay verilmiştir. Bu sebeple başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere tevafuklu Kur’ân için emek veren ve ilgilenen bütün kardeşlerimizi kutlamayı bir borç telâkki ediyorum. Allah ebeden razı olsun. İsra Sûresi’nde Rabbimiz “De ki: And olsun eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler” buyurmuştur. Kur’ân, İsm-i Azam’a mazhar olan Peygamberimizin (asm) pek büyük ve parlak olan imanını göstermektedir. Kur’ân, kutsal bir harita gibi dünya ve ahiretin yüksek hakikatlerini beyan eden ve kâinatın yaratıcısı olan Rabbimizin hadsiz izzet ve haşmetiyle hitabını ifade etmektedir. Bütün insanlar bir araya gelseler onun değil sûresinin, bir âyetinin dahi taklidini yapamazlar. Rabbimizden son nefesimize kadar Kur’ân’a ve onun bu asırdaki en güzel tefsiri olan Risâle-i Nur’a hizmet etmeyi nasip etmesini, niyaz ediyorum. 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Gökadaları |
“Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işâret eden pek çok deliller vardır. Onlar ki, ayakta iken de, otururken de, yatarken de, daima Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Bunları boş yere yaratmadın, ey Rabbimiz,’ derler. Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Sen de bizi Cehennem ateşinden koru.”
(Âl-i İmran Sûresi: 190-191)
Bulutsuz bir gecede gökler âlemine baktığımız zaman, ruhumuzun tâ derinliklerine kadar nüfuz eden ve heyecan ve hayranlık duygularına sebep olan güzel levhaları görürüz. Süreyya Takım Yıldızından burçlara, parlak yıldızlardan semânın bir başından diğer başına uzanan bulut şeklindeki, Arapça Kehkeşan, Türkçe Samanyolu denilen galaksiye kadar görünen gök cisimleri, şâirâne bir ruh taşıyan insanlara şarkılar ve şiirler yazdırır. İnanan ya da inanmayan her insan bu muhteşem tablo karşısında âdetâ kendinden geçer. Nihayetsiz ilmiyle uçsuz bucaksız kâinatın plân ve programını çizen ve sonsuz kudretiyle o plânı hayata geçirip âlemi yoktan var eden Cenâb-ı Hak, iktibas ettiğimiz âyetler gibi nice âyetlerle nazarımızı onlara çevirmekte ve ibret nazarıyla bakıp kudret ve azametini anlamaya bizleri dâvet etmektedir. Bir gün Sevgili Peygamberimize (asm) “Allah’ın ilk yarattığı şey nedir?” diye soruldu. Cevabında “Rabbimin ilk yarattığı şey benim nurumdur” dedi. İşte o nurdan, dev bir kozmik çorbayı andıran macun gibi bir maddeyi yaratan Cenâb-ı Hak, Celâl ile tecellî ederek yedi kat gökleri ve yeri yarattı. Önce bitişik halde olan yer ve göğü birbirinden ayırt etti. “Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden ayırdık” (Enbiya Sûresi:30) âyeti bu hakikati beyan eder. 1970 yılının başlarında ortaya atılan ve hâlen geçerliliğini koruyan “Büyük Patlama” teorisi, fenlerin îzahıyla dinimizin açıklamasının birbiriyle örtüştüğünü göstermektedir. O büyük patlamayla birbirinden uzaklaşan kâinatın maddesi, kâinatın da sürekli genişlediğinin ifâdesidir. “Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz Biz onu genişletiriz” (Zâriyât Sûresi: 47) meâlindeki âyet bu hakikate işâret eder. Gökler âleminin en büyük cisimleri, milyarlarca yıldızdan meydana gelen gökadalarıdır. İngilizce’de bunlara galaksi denilmektedir. Kâinatta yaklaşık 125 milyar galaksi olduğu tahmin edilmektedir. Galaksilerin büyüklüğü binlerle ışık yılı olarak hesaplanmaktadır. Meselâ, güneş sisteminin dâhil olduğu bir gökadası olan Samanyolu’nun uzunluğu yüz bin, eni elli bin ışık yılıdır. Spiral bir galaksidir. Genellikle düzenli galaksiler spiral, elips, küre veya mercek şeklindedir. Karmaşık galaksilerin ise, simetrik bir yapısı yoktur. Ancak, her insana özel bir sima veren Yüce Kudret, galaksilere de her birine mahsus bir sûret ve şekil vermiştir. Uydu galaksiler de vardır. Meselâ, Samanyolu galaksisine bağlı olan ve Macellan Bulutları olarak isimlendirilen iki küçük galaksiden birisinin çapı 26 bin, diğerinin çapı 33 bin ışık yılıdır. Samanyolu galaksisinin en yakın komşusu Andromeda gökadasıdır. Mesafesi ise, iki milyon iki yüz bin ışık yılı uzaklıktadır. Ona da bağlı küçük bir uydu galaksi vardır. Atomun etrafında elektronların, güneşin etrafında seyyar yıldızların döndüğü gibi, üç yüz milyar yıldızı olduğu hesap edilen Andromeda gökadası da çekirdeği etrafında süper bir hızla dönmektedir. Akıl ve hayali durduracak büyüklükte olan ve 125 milyar galaksiyi içinde bulundurduğu tahmin edilen kâinatta, galaksiler arası genel bir çekim gücü kanunu olduğu ifâde edilmektedir. Aslında, genel çekim olarak söylenen bu kanun, Allah’ın Kayyum ism-i âzâmının, âzâmî tecellisinden başka bir şey değildir. Allah’ın bu kâinatla münâsebeti kanûniyet şeklindedir. Yani, kanunlar perdesinde icraatını yapar. Allah’ın büyüklüğü ve vücut mertebesi yanında, kâinat bir gölge hükmünde kalır. İşte, “Allahüekber” diyerek, böylesine sonsuz bir kudrete sahip olan Allah’ın huzuruna durulduğunda ve secdeye varıldığında, bedenimizle birlikte ruhumuz da secde etmeli ve bütün dünya işlerinden sıyrılarak, o Yüce Yaratıcının her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olduğu düşünülerek takdis edilmelidir. Zira, hadis-i şerife göre “Kulun, Allah’a en yakın olduğu an, secdede olduğu ânıdır.” Secde, insanı en yüksek arştan daha ziyade Allah’a yakın eder. Uçsuz bucaksız kâinatın içinde bir toz zerresi kadar yer tutmayan insan, Allah için böyle bir namaz kılabilirse, bu durumda o namaz hiçbir şeyle değişilmez. 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Hasan YÜKSELTEN |
|
Siteler ve mesuliyetler |
Günümüzde yaz mevsimi deniz ve havuzsuz anılmaz bir hale geldi. Yaz mevsimi eşittir deniz, eşittir havuz, eşittir yüzmek gibi algılanır oldu, uzun zamandır. Bu anlayışın sonucudur ki, yeni inşâ edilen yerleşim yerlerinin büyük bir çoğunluğu yüzme havuzlu sitelerden oluşuyor bugün. Günümüz dünyasında özellikle büyükşehirler, mahalle kültüründen site kültürüne doğru bir dönüşüm geçiriyor. Bu dönüşüm maalesef dinî değerlerin aleyhine gelişiyor. Zira lüks sitelerin inşâ edildiği yeni yerleşim yerlerine baktığınızda cami ve minare göremiyorsunuz. Bir anlamda ezansız semtler inşâ ediliyor. Nitekim İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı yakın zamanda şöyle feryat etmişti: ‘’Bugün İstanbul’un çevresinde mabetsiz, minaresiz, ezansız semtler, uydu şehirler kuruluyor. İçim kan ağlıyor. Binlerce konutun bulunduğu Acarkent’te, Beykoz Konakları’nda, Ataköy Konakları’nda ve daha başka benzerlerinde bir tek cami yok.” Yakın zamana kadar minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüyen bir toplumun, kısa süredeki bu dönüşümü sizce de feryat edilecek bir durum değil midir? Çocukluğumuzda muhafazakâr kesimden müteahhitler, dindar aileler bir arada bulunsunlar diye mütevazi siteler inşâ ederlerdi. Çocukluğumun geçtiği site de bunlardan biriydi. Her hafta bir evde Risâle sohbetinin yapıldığı, büyüklerin bizler için iyi birer örnek olduğu, halen hayırla yâd ettiğim bir sitede büyüdüğüm için kendimi şanslı hissediyorum. Havuzumuz yoktu evet. Bugünkü şartlara göre çok eksik bir siteydi hatta. Ama manevî olarak bütün sitenin nurlarla dolduğu bir ortamımız vardı ve bu bize fazlasıyla yetiyordu. Dünyevîleşme tâunu üzerimizden silindir gibi geçtiğinden beri, böyle siteler inşâ eden müteahhitler neredeyse kalmadı, maalesef. 15–20 yıl içerisindeki değişimin boyutları çok ürkütücü gerçekten. Bugün dindar bildiğimiz müteahhitler, reklâmlarından gördüğümüz kadarıyla zinayı terviç eden açık yüzme havuzlu siteler inşâ etmekteler. Ödeme kolaylığı için de insanları kendileriyle anlaşmalı bankalara sevk etmekteler. Yani bilerek veya bilmeyerek, hem zinayı, hem faizi teşvik etmekteler. Kendilerini muhafazakâr kabul eden aileler de, hayat alanı olarak dindar muhitlerden çok, maddî imkânları elveriyorsa dünyevî de olsa lüks muhitleri, yüzme havuzlu siteleri tercih etmekteler. Oysa haram işlemek, harama yaklaşmakla başlar. Yüzmenin sünnet olduğu gerçeği, haram vasıtaların üzerini örtemez. Yüzmek sünnettir elbette, ama sünnet işlemek için de olsa harama girmek caiz değildir. Sadece erkeklere veya bayanlara açık olan havuzlarda da, kendi cinsleri arasındaki tesettüre riâyet ediyor olmak farzdır. Bediüzzaman, deccalın fitnelerle nefisleri kendine çekmesine, insanların kendi iradeleriyle o fitnelere atılmalarına örnek olarak, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber girmelerini gösterir. Bunu fitne-i âhirzaman olarak tanımlar. Bugünün açık site havuzlarının, deniz sahillerinin Rusya hamamlarından daha tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Zira o hamamlar en azından kapalı mekânlarken, sadece o mekâna girenleri etkilerken, açık havuzlar ve sahiller, gözü çarpan herkesi etkileyebilmektedir. Zaten eskiden sahillere kurulu deniz hamamları da bulunduğunu hatırlarsak, hamam tabirinin sahilleri de kapsadığını düşünebiliriz. Bir şair: ‘Dâvâ için para kazanmaya giden arkadaşların hiçbiri eve dönmedi’ der. Çok acı bir tesbittir bu. Bir yazarın dediği gibi; ‘Meşrû bir amaç için gayr-i meşrû araçlar kullanılınca, sonuçta araçlar amaç olmaya başlıyor.’ Meselâ, hizmet için sistemle/piyasayla geçici bir birlikteliği mazur gören bir kişi, sonuçta sistemin/piyasanın bir parçası olarak buluyor kendisini. O noktadan sonra piyasada kalmak, sistemde tutunmak amaç haline geliyor. Ve bu amaca dönük haram vasıtalar bile normal görülebiliyor. Bu noktada ‘Ne yapalım para kazanmayalım mı? Piyasa böyle’ savunması bence geçerli bir mazeret olamaz. Mazeret ve ruhsat istedikten sonra her türlüsü bulunabilir, ama hakikatte doğru değişmiyor. Unutmamak gerekir ki, piyasanın kuralları, dinin kurallarından üstün değildir. Ve uhrevî vazifeler piyasa şartlarına terk edilemeyecek derecede önemlidir. Hiç kimsenin de günaha âlet olmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Dindar müteahhit ve ailelerin yapması gereken, piyasaya uymak yerine onlara alternatif çözümler üretmek, hatta sade hayat anlayışıyla, maddede boğulan dünyevî kesime de örnek olacak hayat tarzını ortaya koymak olmalıdır. Muhafazakâr oldukları halde, dinî değerleri göz ardı eden, açık yüzme havuzlu siteler inşâ eden müteahhit ve şirketler, bu noktada mesuldürler. Ve bu mesuliyet, hafife alınabilecek, basit bir mesuliyet değildir. Deccalın fitnesine âlet olmak, hele ki dindar bildiğimiz insanlar tarafından yapılıyorsa, çok tehlikeli ve ürkütücü bir durumdur. Bu yazının maksadı birilerini suçlamak değildir. Yalnızca bir uyarıdır. En önemli vazifelerimizden biri olduğu halde neredeyse unutulan, “iyiliği emretme, kötülükten de sakındırma’’ vazifesinin bir gayreti, önemli bir yanlışı lisanıyla düzeltme çabasıdır sadece. Maddenin mânânın önüne geçmediği huzur kokan ortamlarda, minareler ve ağaçlar arasında ezan sesleriyle yaşayabilmek temennisiyle. 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
İsrail ve İran |
Dünya siyasetinde garip şeyler oluyor. Dost gibi gözükenler arkanızdan kuyunuzu kazarken, düşman gibi gözükenler de bir şekilde sizinle irtibat içinde oluyorlar. Doğrudan olmasa da, dolaylı yollardan işbirliğine girişebiliyorlar. Hatırlarsanız, Ronald Reagan yönetimindeki Amerikan İdaresi (1981-1988), Irak-İran Savaşı (1980-1988) esnasında bir taraftan Humeyni rejimine düşman gibi gözükürken, diğer taraftan da, İsrail aracılığıyla İran’a silâh satmıştı. 1986’da ortaya çıkan bu mesele “İrangate Skandalı” adıyla siyaset tarihine geçmişti. Siyasette düşman gibi gözüküp, dolaylı yollardan ilişkileri sürdürme konusuyla ilgili olarak 21 Eylül 2010 tarihli Haaretz gazetesinde bir makale yayınlandı. Yossi Melman imzalı “How İsrael helps İran” başlığını taşıyan makaleyi ilginç bulduğumdan siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
İsrail İran’a nasıl yardım ediyor? “Haldor Topsoe İran ile geniş ticaret bağları bulunan uluslar arası bir Danimarka şirketi olup İran’ın Fars gaz sahasında iki büyük metheanol rafinerisi yapmakla meşgul. Bu yüzden şirket, İran ekonomisini, özellikle de İran’ın ana gelir kaynağı olan petrol ve gaz endüstrisini kalkındıran Amerikan şirketleri ve yabancı şirketlerin (kara) listesini derleyen Amerikan İdaresinin murakabesi altına girmiş oldu. Açıkçası, bu meselede Danimarka şirketi yalnız değil. Onlarca ülkeden yüzlerce firma İran ile farklı sahalarda ticaret yapıyorlar. Yine de, bu durum mevzunun ciddiyetini azaltmıyor. Bu yüzden, İsrail Elektrik Şirketinin Askelan ve Hedara enerji santralleri için 500 milyon NİS’lik (yaklaşık 137 milyon dolar) hava arıtma tesisi kurma ihalesini Haldor Topsoe—şirket bir Alman firmasının taşeronu olarak tanımlanıyor—vermek istemesi rahatsız edici bir durum. Haldor Topsoe İsrail Elektrik Şirketi’nin ihalesinde önde geliyor; ikinci olarak da Japon firması Hitachi. Danimarka şirketinin sunduğu teklif Hitachi’nin teklifinden az olmasına rağmen, İsrail’in kararında sadece finansal kriter mi göz önüne alındı? Politik ve ahlâkî bedellerden ne haber? Yıllarca, İsrail hükümeti nükleer programından vazgeçirmeye zorlamak için İran’a sıkı yaptırımlar uygulanması hakkında diğer ülkelere vaaz verdi. Dışişleri Bakanlığı, dolaylı yollardan ve de Yahudi Organizasyonunun yardımıyla, İran ile ticaret yapan hükümet ve şirketler aleyhine uluslar arası kampanyalar, gösteriler, imza toplamalar, parlamento ve medya mensuplarının katıldığı yürüyüşler düzenledi. Öyle görünüyor ki, İsrail başkalarından talep ettiklerini kendi yapmıyor. Bu tutum iki yüzlülük ve küstâhlıktır. Bundan bir yıl önce, Haaretz, İsrail Havaalanları yetkilileri ve İran’ın Almanya’daki en büyük ticarî ortağı olan Siemens arasındaki 150 milyon NİS’lik (Yaklaşık 41 milyon dolar) bir anlaşmanın varlığını ortaya çıkardı. İsrail Havaalanları yetkilileri ise, ihalenin firma tarafından kazanılmasının firmanın sunduğu cazip fiyattan kaynaklandığını söyleyerek kararlarını savundular. İsrail’de, İran ile ticarî işbirliğine giren şirketlere 20 milyon dolardan fazla yatırım yapmayı açıkça yasaklayan bir kanun var. Ama bu kanun tatbik edilmiyor. Daha da kötüsü, bu önemli meseleyle ilgilenen merkezî bir otorite yok. Bu konu Başbakanlığa ve Devlet Güvenlik Müsteşarı Uzi Arad’ın dikkatine sunuldu ve her fırsatta İran tehdidinin varlığını hatırlatan Netanyahu ve Arad ikilisi hiçbir şey yapmadılar. Bu mesele ilgilerini çekmezse, peki ne çeker? İsrail Elektrik Şirketi İhale Komisyonu Haldor Topsoe ile sözleşme imzalamaya karar verdi ve bu şirketin bir alt kuruluşunun Amerika’da olduğunu söylediler. Bu doğru; ancak şu sıralar Amerika da, Amerika içinde bulunan Amerikan ve yabancı şirketlerinin İran enerji sektöründe yatırım yapmasını önleyecek bir kanun hazırlanmakta. Rakip Japon firmasının son dakika teklifini müteakiben, İsrail Elektrik Şirketi, karar vermesi için konuyu Millî Alt Yapı Bakanı Uzi Landau’ya sundu. Bakan sözcüsü “Bakanın mesele ile ciddî bir şekilde ilgilendiğini” söyledi. Bu yeterli değil. İsrail açık bir duruş sergilemeli ve bu konuyu baştan savmamalı. Kampanyanın sonunda değil (İran’a karşı yürütülen) başında olmalı. İran ekonomisine katkıda bulunan firmalar İsrail’i yok etmek isteyen Mahmud Ahmadinejad rejimini güçlendirmektedirler. İsrail, İran ile ticaret yapan firmaların İsrail’le ticaret yapmaktan fayda sağlayamayacaklarını açıkca belirtmelidir.” 29.09.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Hey genç! Bi bakar mısın? |
Gri gökyüzünde, bulutların arkasına saklanan güneşten birkaç parça ışık vardı. Hava tahmin raporlarının, yağmur bekleniyor, uyarısını dikkate alarak lacivert yağmurluğumu giydim, hatıralarla dolu heybemi sırtladım ve yola çıktım. Otobüs, beni, bir müphemiyetimi ortadan kaldırmaya götürüyordu. Master tezimin konusunu belirlemek ve gerekli çalışmalara bir an evvel başlamak ümidiyle, yollardaydım. Okuduğum şehre adım atınca, bir anda karınca sürüsü gibi etrafı dolduran yüzlerce öğrenciyle karşılaştım. İstasyonda, şehrin işlek caddelerinde, vitrinlerin önünde, kırtasiye ve kitapçılarda, lokantalarda, banka kuyruklarında kısacası her yerdeydiler. Çoğunun yüzüne bakınca kaçıncı sınıfta okuduklarını anlıyorum. Yeni gelenlerin ürkek adımları, çevrelerini merak ve korkuyla izleyişleri çarçabuk fark ediliyordu; ara sınıflarda okuyanlar şehri avucunun içini bilir gibi rahat bir edayla geziyordu; son sınıf öğrencileri ise sönük bir heyecana sahiptiler, hüzünle, yıllarını geçirdikleri bu şehre bakıyor, şimdiden bir veda busesi vermeye hazırlanıyorlardı. Bir anda yıllar öncesine gittim; üniversiteyi kazanmamla menevişli ışıklar doldurmuştu ailedeki herkesin yüreğini. Ya sonrası… Acaba nasıl insanlar ile karşılaşacaktım? Karşıma iyi ev/okul arkadaşları çıkacak mıydı? Fakültede kafama göre birilerini bulabilecek miydim? Hocalar merhametli ve donanımlı olacak mıydı? Birbirine benzer binlerce soru kafamın içinde dört dönüyor; billur menşurlar ve karanlık dehlizler arasında debelenen geleceğim şekillenmeye çalışıyordu. Arkadaş en önemli meseleydi, derin bir yalnızlığa gömüldüğün vakit, kıyıya çıkabilmen için uzanan el, arkadaşın eli olurdu. Yaşanan talihsizlikler, çekilen dertler, aşk acıları, ev/okul sıkıntıları, anne-baba, kardeş gibi gördüğümüz arkadaşlara anlatılırdı evvelde. İşte o lâhzada, bir ömre yayılacak dostluk yeşerirdi iki arkadaş arasında. Sonra beraber şehri keşif/fetih günleri… Girilmedik delik, gezilmedik sokak bırakmamak çabasıyla harekete geçiş, arada derslerden de kaytarılarak. Ortak zevkin şekillenen halesinde kurslara, seminerlere, konserlere katılmak; stres ve eğlencenin bir arada olduğu en yoğun sınav günlerinde gece yarılarına kadar oturup grup çalışmaları yapmak. Şaşırtıcıdır, en geyik muhabbetler ve unutulmaz hatıralar bu final gecelerinde zuhur eder. Zaman zaman yaşanan dargınlıklara rağmen, dostluğumuzun daha da perçinleşerek kuvvet kazanmasıdır üniversite yılları. İçindeyken bitmez tükenmez yıllar gibi gelir; ne zaman mezun olacağım bu okuldan, ne zaman tam bir yetişkin olup mesleğe başlayacağım? diye tecessüsle sorup durur, bir türlü rahat bırakmayız geleceğimizi. Hep, bir adım ötesini merak eder dururuz da, anı yaşamanın lezzetini kaçırdığımızın farkına varmayız. Şimdi sözüm gençlere… Yaşın başın kaç senin (!) deyip aldırmazlık etmeyin sözlerime. Gençlik yıllarının bir çırpıda biteceğinin bilinciyle, imanına kuvvet katacak şekilde yaşa hayatı. Duânın gücünü hiçbir zaman unutma, rahmet hazineleri sonsuz genişlikte olan Yaratıcın, her zaman senin yanında; ne istiyorsan O’ndan iste. Kendine bir düstur edin; haftada bir, Hz. Peygamberin (asm) bir sözünü pratik hayata geçir ve iyilik yap, önce kendine sonra insanlara. Evlâtlığın, öğrenciliğin, arkadaşlığın, dostluğun hakkını ver; zaman ayır seni sen yapanlara. Çokça kitap oku; sağcı yazarmış, solcu yazarmış, ayırma, kalıplara takılma, yeter ki iyi kitap olsun. Üniversiteyi kazandığın şehri iyi tanı, tarihî mekânlarını, meşhur yiyeceklerini, ara mahallerini, müzelerini, kütüphanelerini, camilerini, kiliselerini bil; ilk başta beğenmezlik edebilirsin, aldırma; keşfettikçe, farkına vardıkça güzelliklerin, seveceksin eminim. Eğer hâlâ sevemediysen, yatay geçiş yapmayı dene. Unutma denemek başarmanın yarısıdır. İyi filmler izle, iyi müzikler dinle, iyi insanlarla arkadaş ol, iyi hocaların peşinden ilim için koştur ve her zaman iyinin yanında ol. Bir dil öğren, Arapça, İngilizce belki de Korece. Seçim senin! Kaliteli bir hayat ve anı dolu dolu yaşamak sadece senin elinde! 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Hız kesmek |
‘Otobanın ortasındayım, ama ne kadar da rahat görünüyorum. Bir bank var yolun ortasında, ben üzerinde oturmuş etrafı seyrediyorum. Niye oradayım ve neden bu kadar rahatım bilmiyorum. İçimde bir korku ve endişe olmadığı da kesin… Panik yapan bir halim de yok.’’ Uyandığımda da aynı duyguları yanımda buluyorum. Kendimi hayretle seyrettiğim bir rüyanın etkisi de uzun sürüyor tabiî ki… Sonra kendimle karşılaşıyorum… Şu hızlı ve kovaladığım hayatın içinde yavaşlamayı istediğim zamanları hatırlıyorum. Yavaşlamayı ve fark etmeyi kendime öğretmeye çalıştığım günleri… Hep koşarken geçiyor hayatım, hep zamanında gidemeyeceğim kaygısıyla yolculuklar yapıyorum, arabayı bile yetişmek için kullanıyorum çoğu zaman… Yanımdaki birçok şey bana kendini gösteremeden, ben onları fark edemeden kaybolup gidiyor. Otobanda belli bir hızda giderken etrafımdaki birçok şeyi göremediğim gibi… Sadece gideceğim yere zamanında yetişme paniğiyle odaklandığım gibi… Ânın kendisini ve güzelliğini fark edemediğim gibi… Yolda olduğumu hissetmeyi ve bunu sevmeyi bilemediğim gibi… Bu rüya, sanki yapamadığım ve her zaman da öğrenmeye çalıştığım şeyleri öğrenmem için, Şu ânı, son ânım kadar değerli ya da sonsuza kadar sürecekmiş kadar hesapsız hissedebilmem için, Koşmak yerine yavaşlamak, yürüyerek gitmenin keyfini çıkarmak için, Kısacası hayatı fark etmek… İçimdeki beni, seni ve O’nu fark etmek… O’nun benim için yazdıklarını doğru okumak için, Sevmem için, Sevdiklerimin yanımda olduklarını görmem için, Ben koşmasam da, hayatın zaten çok hızlı akıp gittiğini fark etmem için, Gösterilmiş gibi… En bildiğini zannettiğin yerlerde kaybolmaman için yavaşlaman gerekir… Ve yavaşladığında şikâyetinde azalır… Yetişmek için değil, yaşamak ve hissetmek için yavaşladığında, elindekileri ve sana verilenleri daha çok fark edersin… Eksik gelmez yanındakiler, tam da olması gerektiği kadar olduklarını fark edersin… Bazen fazla bile gelir… Ne zaman oldu bunca şey, ben bunları ne zaman yaşadım? Ne zaman büyüdü çocuklar? Ya ben ne zaman büyüdüm? Neden aynı yerde kaldı korkularım? Hâlâ kaybetmekten korkuyorum neden? Her şey gitmiş, neden ben aynı yerdeyim? Oysa ki koştuğumu, son sür'at otobanda gittiğimi sanıyordum… Rüyada gördüğüm ben, olmak istediğim bendi sanırım… Hayat son sür'at giderken önümden, ben yavaşlamayı ve hatta bazen durmayı öğrendiğimde kendimi ve hayatı daha iyi fark edebilmenin rahatlığını ve huzurunu yaşayacağım.. ‘Şu an buradayım ve iyiyim, kendimi mutsuz etmek yerine şimdi, burada mutlu olmayı, huzuru hissetmeyi deneyebilirim. Geriye doğru yaslanıp, kendime rüyamdaki gibi dışarıdan bakıp, olayların, geçmişin ve geleceğin içinde kaybolmadan, o zamanlara ait sıkıntıları yaşamadan, sadece şu anı ve hayatı hissederek yaşamayı öğrenebilirim… En azından deneyebilirim… Belki zamanla buna alışabilirim bile... Bu rüya sembolik bir ifadeyle ki rüyalar çoğu zaman sembollerle anlatır mesajlarını, bana yavaşlamam gerektiğini söylüyor… Hız keserek, hayatı ve verilen her güzelliği fark edebildiğimde huzurlu olabileceğimi fısıldıyor gibi… 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
“Helva yapsana!” |
Yeni ve sivil bir anayasa yapılması ile ilgili tartışmalar, merhum Nasreddin Hoca’nın fıkrasını hatırlatıyor. Malûm olduğu üzere hoca bir gün bakkala gitmiş ve ‘bakkal amca’ya; “Un var mı? Yağ var mı? Şeker var mı?” diye soruları sıralamış. Bu soruların tamamına da “Evet, var” cevabını alan hocamız, “O zaman ne duruyorsun, helva yapsana!” diye çıkışmış... Siyasetçilerin ve ‘uzman’ların tartışmalarına bakınca, “Destek var, talep var, şartlar müsait. O halde ne duruyorsunuz, yeni ve sivil bir anayasa yapsanıza!” demekten kendinizi alamazsınız. Uzun süre yeni ve sivil bir anayasa yapılmasına karşı çıkan CHP, son mesajlarında ‘yeni bir anayasa yapılabileceğini’ ifade etmeye başladı. Sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere kamuoyu da zaten bunu talep ediyor. İş adamları ve akademisyenler de neredeyse günaşırı yaptıkları açıklamalarda 12 Eylül darbesinin ürünü olan mevcut anayasanın tamamen değişmesi gerektiğini ilân ediyorlar. Anamuhalefet partisi de itirazını geri çekip, yeni anayasa yapılması gerektiğini ifade etmeye başladığına göre bu çalışmaların daha fazla ertelenmemesi şart. TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya, “‘Ben seninle anayasa yapmam’ diyen CHP’nin aynı yıl içerisinde görüşünü değiştirmesini, demokrasi adına önemli bir dönüşüm olarak görüyorum” demiş. İyimaya’nın dikkat çektiği başka bir husus da şu: “Bundan sonra Anayasa konusunda paçal değişikliğe gidilmemelidir. ‘20 madde yapalım’ değil, paçal dönem artık tarihe karıştı. Anayasa’yı, 16 defa paçal olarak değiştirdik, siyaset kurumunun ayıbıdır. Oturalım, yapalım, dünyaya örnek olsun.” Bu tesbit, 12 Eylül’ün bir ‘başarı’sını daha ortaya koyuyor. Öyle bir ‘darbe anayasası’ yapmışlar ki, 30 yılda 16 defa ‘paçal/parça parça’ değişiklik yapıldığı halde (ortalama her 2 yılda bir değişiklik) yine de bu yükten kurtulamamışız... Umalım ve duâ edelim de, yeni ve sivil bir anayasa ile bu yükten, bu ‘ayak bağı’ndan kurtulabilelim. Bunca tartışmadan sonra yeni anayasa yapma işini ertelemek ve ötelemek pek de mümkün görülmüyor. Yeni anayasa çalışmaları 2011’deki genel seçim sonrasına ertelenmiş olsa bile Türkiye’nin gündeminden çıkması mümkün değil. O halde gerek siyasî partiler ve gerekse sivil toplum kuruluşları bu konudaki çalışmalara katkı ve destek vermek için kendi tekliflerini ortaya koymalıdırlar. “Akıl akıldan üstündür” prensibi gereği ortaya konulan bütün teklifler taraflarca tartışılmalı, değerlendirilmeli ve Türkiye’yi ‘hürriyet asrı’na taşıyabilen bir anayasa yapılmalı. Her defasında konu gündeme geldiğinde hatırlattığımız bir endişeyi yine hatırlatalım: Dikkat edelim de gelen anayasa, giden anayasayı aratmasın! 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Başörtüsü yasağı ve siyaset… |
Başörtüsü yasağı yine siyasetin konusu. Ne var ki baştan beri siyasî iktidarın meseleyi yasa ekseninde “yasal yasak” olarak görmesi, tamamen bir inanç hakkı olan ve insan haklarının başında gelen bu hak ve hürriyeti çıkmaza sokmakta. Bilindiği gibi “yasa” tartışması, ilk defa Özal döneminde, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında hakkında hiçbir yasaklama hükmü bulunmayan kadınların kılık kıyafeti ve başörtüsü için “yasa maddesi” çıkarılmasıyla başlamış. Evvela, 2547 sayılı ve 10.12.1988 tarihli Yükseköğretim Kanunu Ek 16. maddedeki “Yükseköğretim Kurumlarında, dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur” cümlesine, “Dinî inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir” ibâresi ilâve edilmiş. (Resmî Gazete, 27.12.1988) Hüküm aleyhine dönemin Cumhurbaşkanı tarafından “iptal istemi”yle açılan davâda Anayasa Mahkemesi, yapılan değişikliği; “din kurallarına göre düzenlendiği ve dinî kaynak aldığı” gerekçesiyle iptal etmiş. Bunun üzerine kanuna eklenen Ek 17. madde ile, “Yürürlükteki Kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir” hükmü getirilmiş. (Resmî Gazete, 5.7.1989; 28.10.1990) Bu hüküm aleyhine Anamuhalefet Partisi’nce (SODEP) açılan dâvâda; Anayasa Mahkemesi, yapılan değişikliği “önemli olan bir düzenlemenin dine göre yapılıp yapılamayacağıdır” gerekçesini kullanarak iptal etmemiş. Lâkin bir “görüş” olarak uzun yazılan “gerekçesi”nde “çağdaş kıyafet”e vurgu yapmış…
“YASAL YASAK” YANLIŞI… Bunun içindir ki yasakçılar, her defasında yine Anayasa’ya aykırı olarak bu “gerekçe”ye atıfta bulunup dayanak yapmaktalar… Zira Anayasa’nın 153. maddesinde, “Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnâmenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm ihdas edemez” kaydı getirilmekte. Ayrıca Anayasa’nın 7. maddesinde, “yasama yetkisinin Türk milleti adına TBMM’nin olduğu” ve “bu yetkinin devredilemeyeceği” açıkça belirtilmekte…Böylece, mahkemenin yasa yapma yetkisinin olmadığı ortada iken, üstelik iptal edemediği bir kanunun gerekçesi bahane edilerek “yasak hüküm” ihdas edildiği ortaya çıkmakta. Ne var ki bütün bunlara rağmen, iktidar partisi yönetimi, tıpkı 12 Eylül darbesi ürünü YÖK ve “yasakçı rektörleri” gibi, Mahkemenin bu “gerekçesi”ni “yasal yasak” uydurmasında istimal etti. Ateşteki kestaneleri başkalarına toplatmak ve kendilerince “mayınlı arazi”den uzak durmak, hatta kapatma sürecinde bazı mahfillere “şirin gözükmek” hesabına, AKP sözcüleri, “yasal yasak var” dediler. Esasen daha işin başında “yenilikçiler” olarak gömlek değiştirip Millî Görüş’ten kopan AKP, ütopik “yasal yasak” bahanesiyle başörtülü adayları kabul etmedi. İktidar partisine mensup belediye başkanları, seçilmiş başörtülü belediye meclisi üyelerini toplantılara almadı. Bazı belediye başkanlarının başörtülü eşleri, 23 Nisan gibi törenlere yine “yasal yasak” diye başlarını açtılar. Keza AKP hükümeti, AİHM’e gönderdiği savunmada “başörtüsü yasağı”na arka çıktı. Kur’ân’da ve hadislerde “Allah’ın emri” olduğu açıkça bildirilen ve “dinî bir vecîbe” olduğu devletin Anayasal kurumu Diyanet’in kararlarıyla te’yid edilen tesettürün tamamlayıcısı başörtüsünü “siyasî simge”, “laikliğe aykırı” ve “gerginlik sebebi” saydı. “Yasak yasal” uydurmasına göre davrandı…
YAPILMASI GEREKEN… AKP Grup Başkanvekili, yüz binlerce vatandaşı eğitim hakkından, inancının gereğini yaşama özgürlüğünden mahrum eden başörtüsü yasağının öncelikli bir konu olmadığını “Türkiye’de toplumun ancak yüzde 1.5’uğunun meselesi” olduğunu iddia etti.Bundandır ki Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç’ın mevzuatta hakkında hiçbir yasaklama hükmü bulunmadığını ve rektörlere bırakılmasını tavsiye ettiği başörtüsüne dair çalışma başlatan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, “başörtüsünün Anayasa ya da yasa meselesi değil, yasağın anayasal ve yasal düzenlemelerle kaldırma girişimi yanlış; asıl yapılması gereken kamuoyunda başörtüsünü sorun veya tehlike olarak görmeyen bir anlayışın hakim kılmaktır” tesbiti fevkalâde önemli. Anamuhalefet Partisi’nin “çarşaf açılımı”yla başlayan referandum sürecinde ilân ettiği başörtüsü yasağını kaldırma teşebbüsü irâdesi, bu açıdan dikkate değer. Siyasî iktidar, bu irâdeyi dikkate almalı. Milleti kamplaştıran ve ayrıştıran “anûdâne (inadına) particilik” ve “siyasî tarafgirlik” çıkmazından çıkmalı. Samimiyet sorgulamasıyla niyet okumaktan, “umumun mukaddes malı” ve “kutsal ortak değeri” olan dinî değerler üzerinden siyaset yapmaktan vazgeçmeli.“Yasal yasak” ve “yasa çıkarma” yanlışını bırakmalı. Siyasî muhataplarına “Samimiyseniz yasa teklifi verin” tepkisiyle, yasağı daha da azdıran ve yasallaştıran eksik ve yanlış formüller yerine, nereden gelirse gelsin, hangi sâikle olursa olsun, dinî hak ve hürriyetleri temine yönelik çabalara sahip çıkmalı… Çözüm böyle bulunur… 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Filistin-İsrail görüşmeleri çıkmazda mı? |
İsrail-Filistin doğrudan görüşmeleri yine tehlikeye girdi. İsrail’in yeni yerleşimleri askıya alma kararını sona erdireceğini açıklaması, başından beri sallantıda olan görüşmeleri durdurdu. Şimdi Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, İngiltere Eski Başbakanı Tony Blair devreye girdiler. Filistin Devlet Başkanı Abbas, hemen görüşmelerden çekilmek yerine, bir haftalık süre vermeyi tercih etti. Peki, ne olacak? İsrail bu uluslar arası baskılara boyun eğip, askı süresini uzatacak mı? Bu sorunun cevabını daha müzakereler başlarken vermiştik: “Hayır!” Nitekim Netanyahu’nun yakın çevresi, onun bunun bir defaya mahsus bir jest olduğu yönündeki sözünü mutlaka tutacağını, bu yüzden yeni yerleşim inşasının askı süresini uzatmayacağını söylüyor. Tek yapacaklarını ise İsrail’in BM daimî temsilcisi Michael Oren’e göre; yeni inşaatların kontrollü, sorumlu ve sınırlı olacağı sözünü vermek. Öbür yandan Netanyahu, Filistin’i bu şartlarda müzakerelere devama zorluyor. Peki ya Obama yönetimi? Onlar ise her zamanki gibi davranıyor. “Çok üzgünüz İsrail’in bu davranışından. Ama elimizden ne gelir ki?” diyorlar. Ancak ne Filistinliler ne de diğer Müslüman ülkelerin halkları, Amerika’nın İsrail karşısında bu kadar acz içinde olabileceğine inanmıyor. Filistin müzakere heyetinde yer alan Şaath “Amerika’nın bu yerleşimleri durduramaması karşısında şaşkınım” diyor. Halbuki, şaşıracak bir durum yok ortada. Amerikan derin devleti, Obama yönetimi üzerindeki nüfuzunu kullanıyor. Böyle bir durumda İsrail ne yaparsa yapsın, Amerika’nın onun karşısında yer alması imkânsız. Göstermelik olarak zeytin dalı uzattığı İslâm dünyasını küstürme pahasına da olsa, Obama Netanyahu’ya ‘dur’ diyemez. Netanyahu ise hükümetlerde yer almaya başladığından bu yana aynı noktada duruyor. Önce iki devletli Oslo Planını işlemez hale getirdi ve hiçbir zaman başşehri Kudüs olan bir Filistin devletini kabul edeceğini açıklamadı. Böyle bir durumda bu müzakerelere başlamış olmasının tek sebebi; Obama’yı memnun etmek. Yoksa müzakerelerin sonucunu önceden belirlemiş kafasında. Peki Mahmud Abbas gerçekten bu şartlarda müzakerelere devam edebilir mi? Ya da başından itibaren Netanyahu’nun bu yapısını bilmesine rağmen müzakerelere neden başladı? Bunun da cevabı; iç politikada gizli. El Fetihli politikacılar ve seçmenleri bir barış için bastırıyor. O da bu müzakerelerde samimî olduğu görüntüsü vererek vaziyeti kurtarmaya çalışıyor. Halbuki İsrail’in istediği yerleşim yerleri dışındaki tavizleri de vermeyeceğini daha önceden açıklamıştı. Ne bir Yahudi devleti olarak İsrail’i tanımaya ne de Batı Şeria’da İsrail askerlerinin kalmasını kabul etmeye hazır değil. Hatta bu konuda baskı yapılırsa “Çantamı alır (müzakerelerden) ayrılırım” demişti görüşmeler başlarken. Öyleyse ortada bir tür oyun sergileniyor. Ancak Netanyahu’nun inadı, bu oyunun uzun süreli olmasını engelleyecek gibi görünüyor. Zaten yeni yerleşimlerin inşasının yeniden başlaması halinde, bu müzakerelerin sürmesinin hiçbir anlamı yok. Türkiye’nin bu konuda yapabileceği husus; uluslar arası kamuoyunu İsrail’e baskı yapmaya teşvik etmek. Aynı zamanda Gazze Konvoyu soruşturmasında olduğu gibi, İsrail’in tutumunun dünyanın gözü önüne serilmeye devam edilmesini sağlamak. Umarız Ortadoğu’ya barış gelir. Ancak iplerin Netanyahu’nun elinde olduğu bir ortamda, böyle bir barışın gelmesi bir hayalden ibaret. 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Başlangıç” ve Erdoğan |
Başbakana, anayasanın başlangıç kısmıyla ilgili görüşünü sorduğumuzu ve “Şu aşamada anayasanın içeriğiyle ilgili konuşmak istemiyorum” cevabı aldığımızı yazmıştık. Gerekçesini, “Anayasa gündeme geldiğinde ilgili bütün taraflar kendi görüş ve yaklaşımlarını ortaya koyacak ve sonuçta bir mutabakat arayacaklar. Henüz o aşamaya gelmeden, bağlayıcı bir beyanda bulunmayı uygun bulmuyorum” şeklinde özetlenebilecek ifadelerle ortaya koydu Erdoğan. Prensip olarak ve anayasanın bütünü açısından geçerli sayılabilecek bir gerekçe olabilir bu. Ama şimdiye kadar iki kez değiştirildiğini sorumuzda da vurguladığımız başlangıç kısmı için, genel demokrasi anlayışı ve prensipleri çerçevesinde bir değerlendirme yapılabilmeliydi. “Tamamen demokratik bir içeriğe sahip olması gereken yeni anayasada, demokrasiyle çelişen ifadelerin yeri olmamalı” denilebilmeliydi. Ve gerçek şu ki, söz konusu metinde, 12 Eylül ihtilâlini yapan iradenin antidemokratik karakterini yansıtan ideolojik ifadeler hâlâ duruyor. 1995 değişikliğinde, metnin 12 Eylül’ü öven ibareleri çıkarılmış; 2001’de de “hiçbir düşünce ve mülâhaza”nın Türklük ve Atatürkçülük v.s. gibi kavramlar karşısında korunma göremeyeceği ifadesindeki “hiçbir düşünce ve mülâhaza” kelimeleri “hiçbir faaliyet” olarak değiştirilmişti. Metnin mevcut halinden bazı bölümler: “Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve Onun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda; (...) “Hiçbir faaliyetin, Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında korunma göremeyeceği (...)” Metnin bir başka pasajında “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” ibareleri de yer alıyor. Ve bunların alt alta sıralanmasıyla ortaya çıkan tablo, şöyle bir neticeyi önümüze koyuyor: Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, ama bunu millet adına kullanmaya (darbeciler tarafından) yetkili kılınmış kişi ve kuruluşlar vardır. Bunlar hürriyetçi demokrasinin dışına çıkamazlar, ama bu demokrasi bu anayasada gösterilen “demokrasi”dir. Yani “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı, onun inkılâp ve ilkeleri ile” şekillendirilip sınırları belirlenen bir “demokrasi.” Ve Türk millî menfaatleri, Türk varlığı, Türklüğün tarihî ve manevî değerleri, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında hiçbir faaliyete izin vermeyen bir “demokrasi.” Metnin bu kısımlarının, Başbakan açısından dikenli, mayınlı ve tehlikeli bir alan oluşturduğu söylenebilir. Hele “Bunların asıl ve gizli niyeti, değişmez maddeleri kaldırıp devleti bir İslâm cumhuriyetine dönüştürmek” diyenler pusudayken... Ama cumhuriyete, demokrasiye, hukuka, laikliğe sahip çıkarken, darbeciler tarafından bunların arasına sokuşturulan ideolojik ve hiçbir hukukî-bilimsel geçerliliği olmayan kavramları cesaretle eleştirip reddedecek cesur bir duruşa ihtiyaç var. AKP ve hükümet sözcülerinin şimdiye kadarki söylemleri hep “Değişmez maddelere asla dokunmayız, ama diğer maddelerin hepsi değişebilir” şeklinde olageldi. Ama değişmez maddelerdeki ideolojik kriterler, diğer değişikliklerin de iptaline gerekçe oldu. Onun için, bu antidemokratik ifadelerin ayıklanıp durumun netleştirilmesi gerekiyor. Başlangıç metnini eleştirmekten kaçınan çekingen tavırlar veya Atatürkçülüğü sahiplenme çabaları bir an önce terk edilmeli ki, gerçek anlamda demokratik bir anayasa reformunun önü açılsın. 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Din karşıtı jakoben laiklik |
Biz, Avrupa’da doğan ve dine, dindara veya ateistlere nötr kalan laikliğe değil; ismi laiklik olan, ama ‘jakobence’ uygulanan, özellikle İslâmiyeti ve Müslümanların dinî hayatını ortadan kaldıran bir unsur olarak kullanılan1 laikliğe karşıyız ve mücadele ede geldik. Halen AB’yi savunmamızın sebeplerinden birisi de budur. Hak ve hürriyetleri yerleştirmek ve gerçek laikliği uygulamaktır. Yani, devletin, rejimin din ve dindarlar arasında tarafsız kalmasıdır. Laiklik, aynı zamanda inanç hürriyetidir ve inançların şemsiyedir. Jakoben laik ve seküler bir anlayışın İslâm toplumlarında yeri olamaz. Üstelik, Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuranlar, ilk başlarda Anayasa’da bile “laik” kelimesine yer vermemişlerdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşta laik olmadığını söylemek, bir fikir beyan etmekten ibaret değildir. Eğer bunu bilmeyen varsa veya tereddüt varsa, 1924 Anayasası’nı açar, ikinci maddesine bakar. Eğer laiklik dinle devletin ayrılmış olması ise, orada laiklik tâbiri olmadığı gibi, devletin dini söz konusudur, o da İslâmdır.2 Fransız Büyük İhtilâli’nin tesirinde kalan bir kısım ‘aydın’ımız, yanlış bir kıyas ile, “Batı laik oldu, dini terk etti, ilerledi; biz de dini terk edelim ve terakkî edelim” mantığıyla hareket ederek, İslâm dinine karşı savaş açtı. Çünkü, Osmanlı’yı İslâmiyetin geri bıraktığına inanıyorlardı. Hattâ bunun için, Protestanlığı bile millete kabul ettirmek için bir hey’et teşkil edildi.3 Milletin sosyal yapısı, inancı, kültürü, gelenekleri, tarihî gelişimi ve dünyanın akmakta olduğu “serbestiyet ve mâlikiyet” devrine de taban tabana zıt olan “devrimler”, 1925-1932 yılları arasında tamamlanır. İpleri ele geçiren iktidarın, ilke ve inkılâpları yerleştirmek için hangi yollara başvurduğunu kendi ifâdelerinden takip edelim: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mânâ ve eşkaliyle, medenî bir topluluk haline getirmektir. İnkılâplarımızın esas gayesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri tar ü mâr etmek zarûrîdir.” 4 Yapılmak istenen şey, eskiyi kaldırıp, yeni bir insan modeli ortaya çıkarmaktı. Uygulanan laiklik de tamamen, “dinsizlik” mânâsında, “Militan laiklik” 5 idi. Aslında hedeflenen veya en azından millete karşı söylenen şey, “Din karşısında tarafsız, modern bir millî devlet kurmaya yardım etmek, yeni ve hür bir fert tipi” 6 yetiştirmekti. Gözardı edilen önemli bir püf noktası vardı: İslâm milliyeti, 1000 yıldan beri, milletin genlerine işlemiş, âdeta kotlanmıştı. Buna rağmen, böyle bir laiklik anlayışı ve tatbikatı çarpıktı, yanlıştı, kasıt değillse, büyük bir ihmaldi... Gerçi, İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, Ocak 1938 yılında, hükûmet başkanına sunduğu raporda, “ihmal” olmadığını açıkça belirtmişti: “Savaş bize gösterdi ki, İslâm Birliği, imparatorluğun sakınması ve mücadele etmesi gereken en büyük tehlikedir. Ne mutlu bize ki, Kemal Atatürk, Türkiye’yi kavmiyetçi ve laik bir çizgiye yerleştirmekle kalmadı, aksine tesirleri çok derin olan reformlar yaptı. Bu reformlar, Türkiye’nin İslâmî tesirini kırdı.” 7 Gladstone, daha önce de, İngiliz Avam Kamarasında Kur’ân’ı kaldırmış, “Ya bu Kur’ân’ı kaldırmalıyız veya Müslümanları ona düşman etmeliyiz veya soğutmalıyız” demişti. Nitekim, emeline ulaştığını da çok geçmeden, yukarıdaki raporuyla açıklamıştı.
Dipnotlar: 1- Ali Ferşadoğlu, Gönüllü Kültür Kuruluşları, Yeni Asya Neşriyat, İst., 1995, s. 21. 2- Süleyman Demirel, (Kâzım Güleçyüz), İslâm, Demokrasi, Laiklik, Yeni Asya Neşriyat, s. 79. 3- Prof. Dr. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 97. 4- Cumhuriyet’in 10. Yıl Nutku, 30 Ağustos 1925. 5- C. Eroğlu, Demokrat Parti Tarihi, s. 91. 6- Prof. Dr. K. H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 232. 7- Prof. Zekzuk, s. 94. 29.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yerinde sağlam duran kazanır |
Bazı zamanlarda sosyal çalkantılar dahi bir şiddetlenir. Siyasî sarsıntılar daha bir ivme kazanır. Tıpkı, bugünlerde olduğu gibi... Şok istifalar, çekişmeli kongreler, sürpriz görüşmeler, yeni parti arayışları, gizli–açık seçim ittifakı manevraları, adlî sahadaki flaş gelişmeler, adeta baş döndürücü bir hızla devam edip gidiyor. Bütün bu sarsıntılar ve şiddetli çalkantılar karşısında, sarsılmamak, kendine güvenmek, kendinden emin olmak iktiza eder. Bunun için de, bilhassa sahip olduğu fikre, dâvâya ve mensubu olduğu camianın sağlamlığına güvenmek icap eder. Dalgalanmanın şiddetlendiği zamanlarda, münferit kalınmaz, yalnız başına hareket edilmez. Fikre ve camiaya mensubiyet, böylesi zamanlarda insana büyük bir güven ve mukavemet hissi verdiği gibi, kişiyi muhtemel tehlikelerden de mahfuz tutar. Camia ile birlikte hareket edilince, korkular, kuşkular, endişeler azalır, zail olur. Tek başına kalındığında ise, tedirginlikler gitgide çoğalır, kişiyi mutsuz, huzursuz eder. Zira, bir adım sonrası için ne olacağını, dahası başına neler geleceğini bilememenin, hadiseler selinin kendisine de zarar verebileceği ihtimalinin tedirginliğini yaşamaktan kurtulamaz. Bu da onun uykusunu kaçırtır. Bu korkunun çaresi, evvelâ dirayetli olmaktır. Dirayetli olabilmek için de, sağlam bir noktaya istinat etmektir. Sağlam noktalar ise, başta ifade ettiğimiz gibi, güvenilir bir fikir ve dâvâya sahibiyet ile gayet metin bir camiaya mensup olmaktır. İşte, bu noktalara istinat ile yerinde sağlam duran kimseler, zelzele gibi en şiddetli sarsıntılarda dahi, zarar görmez, ya da en az hasarla kurtulma şansına sahip olurlar. Biliyorsunuz, zelzele, sağlam zeminde inşa edilmiş sağlam yapılara fazla zarar vermez. Eski zamanlarda, şöhretli şahıslara güvenmenin bir anlamı vardı. Ancak, sosyal ve siyasî dalgalanmaların alabildiğine sür'at peydâ ettiği günümüzde, şahıslara değil, belki ondan çok daha metin olan "şahs–ı mânevi"ye dayanmak ve güvenmek lâzım. Aksi halde, kuşkuların, korkuların, sinir bozucu acabaların, "Yaa, bir de şöyle olursa?" türünden çengelli oltaların sonu gelmez olur. O halde, yaşanan siyasî çalkantılar sebebiyle evhama kapılmamalı, tedirgin olunmamalı. Yerinde sağlam durmalı. Bunun için de, hülâsaten: Sahip olduğu dâvânın sağlamlığından emin olmalı. Mensubu olduğu camianın metanetine güvenmeli. Harici cereyanlara kapılmamalı. Siyasî ve dünyevi cereyanlar ne kadar şiddetlenirse şiddetlensin, dahilde şüpheye, tereddüte ve bilhassa ihtilâfa düşmemeli. Zira, hariçteki hiçbir hadise, dahildeki kuvvet ve kudsiyetin, ittifak ve ittihadın yerini tutamaz, onun değerinde ve ayarında olamaz. O halde, yerinde sağlam durmalı ve gittiği istikamette esaslı bir duruş sergilemeli ki, hem muhtemel tehlikeler en az hasarla atlatılsın, hem de aynı istikamette ilerleme şansı devam etsin.
Tarihin yorumu 29 Eylül 1928
Yeni Türk (Latin) Harfleri Marşı
Latin harflerinin resmî olarak kabul ediliş tarihi, 1928 yılı Kasım ayının ilk günlerine rastlar. Ancak, halktan habersiz alt yapı çalışmalarına daha evvelki aylarda başlanır. Öyle ki, yeni harfler için yapılan beste çalışmaları bile, 29 Eylül'de tamamlanarak neşredilir. Adına Yeni Türk Harfleri Marşı denilen bu bestenin beş mısra halindeki yazılım tarzı şöyledir: a, o, u, ö, e, ü, i b, c, ç, d, f g, f, j, k, l m, n, p, r, s ş, t, v, y, z Bu ucube "Harfler Marşı"nın bestecisi, aynı zamanda İstiklâl Marşının da bestecisi olan Osman Zeki Üngör'dür. Üngör'ün resmî görevi ise, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefliğidir. Burada dikkat çekici bir başka nokta şudur: Yapılan inkılâbın adı gibi, bestelenen marşın adı da "Yeni Türk Harfleri"dir. Oysa, bu meselenin içinde "Türklük"ten hiç eser yok. Kabul edilen yeni harfler, düpedüz Latin harfleridir. Esasında, o dönemde yapıldığı iddia edilen "Türk inkılâbı"nın da Türklükle ve Türk unsuruyla, yani Türk'ün örf, an'ane, gelenek, görenek ve medeniyetiyle uzaktan yakından bir alâkası bulunmamaktadır. Dolayısıyla, 1923'ten sonrası için isimlendirilen "Büyük Türk İnkılâbı"nın, bir "büyük yalan"dan ibaret olduğunu söylemek mümkün. Bunun aksini iddia eden varsa, yapılan o Avrupaî devrimlerin Müslüman Türk milleti ve medeniyetiyle doğrudan bir bağlantısını göstermesi icap eder. Aksi halde, yalancı duruma düşmekten kurtulamazlar. 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bediüzzaman’ın musîbetlere bakışı |
Murat bey: “Yeryüzünde neden bu kadar çok acı ve kötülük var? Nur Risâlelerinde bu soruma tatmin edici bir cevap var mı?”
Nur Risâlelerine göre kâinatta gerçek mânâda çirkinlik ve kötülük yoktur. “O her şeyi en güzel şekilde yarattı”1 âyeti her bir çirkin görünen şeyde de bir çok güzelliğin gizli olduğunu haykırır. En çirkin görünen şeylerde, en kötü bilinen olaylarda bile hakikî bir güzellik ciheti vardır. Kâinatta her şey ya hüsn-ü bizzattır, yani ya bizzat güzeldir. Ya da hüsn-ü bilgayrdır, yani ya da neticeleri itibariyle güzeldir. Çirkinlik ve kötülük gibi gözüken ve insanların hoşuna gitmeyen eşya ve olaylar, perde arkasında parlak güzellikler ve büyük intizamlarla sarılmış vaziyettedirler. Meselâ bahar mevsiminde korku veren fırtınalı yağmur ve sevilmeyen çamurlu toprak perdesi altında sonsuz derece güzel çiçek ve muntazam bitkilerin tebessümleri saklanmıştır. Meselâ güz mevsiminin haşin ve korku verici tahribâtı, yıkımı ve hazin ayrılık perdeleri arkasında, mevsimlik hayat vazifesi biten nazlı çiçeklerin dostları olan hayvancıkları Allah’ın Celâl tecellîlerinden olan kış hadiselerinin tazyikinden ve zararından korumak için saklamak; soğuk kış perdesi altında da tâze ve güzel bir bahara zemin hazırlamak gibi güzellikler vardır. Meselâ, fırtına, vebâ, deprem gibi ürperti verici ve çâresizlik getiren olayların perdeleri altında pek çok mânevî çiçekler açmaktadır. Söz gelişi bir çok yer altı kaynağı, depremlerin hareketiyle yer üstüne çıkmakta, insanoğlunu mutlu etmektedir. Yerin içi depremlerle ve volkanik fışkırmalarla nefes almakta, sakinleşmekte, böylece daha korkunç fâcialar önlenmektedir. Üstündekilerle birlikte saatte yüz sekiz bin kilometre hızla dönen yerkürenin içi ve merkezi de her an kaynayan ve kükreyen iki yüz bin derecelik bir ateşle fokur fokur hareketli olmasına rağmen; biz yer kabuğunda, koca ömrümüzde, ancak toplam seksen-yüz saniye bile sürmeyen küçük sarsıntılardan veya bazen korku da verebilen birkaç depremden başka sarsıntı hissetmiyoruz. Oysa dünyanın sahip olduğu baş döndürücü dönüş hızına ve karnında taşıdığı göz karartıcı alev yumaklarına ve volkanik patlamalara rağmen yüz senede duyduğumuz yüz saniyelik sarsıntı, sâkinliğine oranla elbette milyonda bir bile değildir. Yani evimizi kurduğumuz, hayatımızı yaşadığımız dünyada gece gözümüze uyku giriyorsa, gündüz işimize rahat gidebiliyorsak, çok büyük bir sükûnet hâkim olduğunu görmek zorundayız. Yoksa bu hıza ve bu dev patlamalara göre her gün kıyâmetin kopması gerekecekti! Kaldı ki, bu sarsıntıların yer altı zenginliklerini yer üstüne çıkarma gibi, arsız, hırsız, soysuz ve zâlim insanları uyarma gibi çok hayatî fonksiyonlar icrâ ettiğini de gözden kaçırmamalıyız. Öyleyse, dünyayı birer kemer gibi dağlar ile kuşatan ve dağları birer sakinleştirici hazineli direkler kılan Allah’a bu sonsuz iyilikleri için ne kadar şükretsek azdır! Kezâ, meselâ tohumlar görünüşte çirkin görünen bir takım hareketlerin tahrikiyle sünbüllenip güzelleşirler. Bütün inkılâplar, değişimler ve dönüşümler birer mânevî yağmurdur. Sancılıdır, acılıdır, ağrılıdır. Fakat perde arkası güzeldir. Kezâ meselâ otların ve bitkilerin dikenleri görünüşte zarar vericidir. Fakat o dikenler onların savunma silâhlarıdırlar. Kezâ meselâ, atmaca kuşunun masum serçelere saldırmaları görünüşte rahmete ve şefkate uygun düşmez. Fakat bu saldırı serçe kuşunun uçma tekniğini ve kendini savunma yeteneğini geliştirir. Kezâ meselâ, kış mevsiminde kar ve fırtına çok soğuk ve tatsız görülür. Fakat o soğukluk ve tatsızlık perdesi altında toprağın beslenmesi gibi, tohumların çimlenmesi gibi, yeryüzünün mikroplarının kırılması gibi çok sıcak ve şeker gibi neticeler vardır. 2 Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, ne kadar iyilik, güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya Cenâb-ı Allah’ın rahmet hazinesinden geliyor ve husûsî ihsan ve ikrâmının meyveleridir. Musîbetler, şerler, çirkinlikler ve kötülükler ise, âdetullah denilen, Allah’ın tabiatta hâkim kıldığı kânunların uygulanışının çok neticelerinden tek tük küçük ve çapsız çıktılarından ibarettir. Kânunların uygulanışı büyük iyilikler ve hadsiz hayırlar gereğidir. Fakat böyle umumî kanunlar, küçük çapta da olsa zararlı bazı neticeleri de beraberinde getirebilmektedir. Bu, eşyanın tabiatı gereğidir. Fakat Cenâb-ı Allah zâlim değildir. Elem ve acı verici küçük oranlı neticelerden zarar görenlere Cenâb-ı Allah husûsî merhametiyle ve şefkatiyle imdat etmekte, kayıplarını gerek âcil bir nimet, kerem ve ihsan ile, gerekse hadsiz ve ebedî âhiret servetiyle telâfî etmektedir. Netice olarak her zaman ve her yerde, musîbete düşen, belâya uğrayan, acı ve ıztıraplara gark olan, zarar gören ve ağlayıp inleyen her canlının ve inancı olsun-olmasın her insanın imdat çağrılarına, feryatlarına ve ağlamalarına herkesten önce yetişen, imdat eden, acısını hafifleten, derdine derman yetiştiren, hastalığına ilaç yaratan ve acısına karşılık mânevî lütuflar yağdıran Cenab-ı Allah’tan başkası değildir. 3 Konu hakkında şüphesiz çok sayıda âyet ve hadis vardır. Biz bir hadis-i kudsî ile teyid edelim: Allah Teâlâ buyurdu ki: “Mü’min kullarımdan birine bir belâ ve hastalık verdiğimde Bana hamd eder ve verdiğim belâ ve hastalığa isyan etmeyip sabır gösterirse, yatağından kalktığında annesinden doğduğu günkü gibi günahlardan temizlenmiş olarak kalkar. Allah hafaza meleklerine şöyle buyurur: “Ben bu kulumu yatağa esir ettim. Ve ona belâ verdim. O halde ondan önce sıhhatteyken kendisine yazmış olduğunuz sevapları yazmaya devam edin.” 4
Dipnotlar: 1- Secde Sûresi: 7. 2- Sözler, Y. A. Neşr., Germany, 1993, s. 210, 211. 3- Şuâlar, s. 33, 34. 4- Câmiü’s-Sağîr, 3/1274. 29.09.2010 E-Posta: [email protected] |