Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Bir Müslümanın, yanında yokken din kardeşi için yapmış olduğu duâ kabul olunur. Bu iş için görevli bir melek bulunur. Din kardeşi için hayırla duâ ettiğinde, melek: “Âmin. Kardeşin için istediğinin bir misli de sana verilsin” der. Câmiü's-Sağîr, No: 2167 |
29.09.2010 |
Erzurum’un dağ ve tepelerinde yazılanlar Birinci Harb-i Umûminin patlamasıyla, Erzurum’un, Pasinler’in dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. İFADE-İ MERAM
Kur’ân-ı Azîmüşşan, bütün zamanlarda gelip geçen nev-î beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı A’lâ’dan îrad edilen İlâhî ve şümüllü bir nutuk ve umûmî ve Rabbânî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan, bilhassa bu zamanda, dünya maddiyâtına ait pekçok fenleri ve ilimleri camîdir. Bu îtibarla; zamanca, mekânca, ihtisasca daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karîhasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’ân-ı Azîmüşşan’a tefsir olamaz. Çünkü, Kur’ân’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahvâl-i rûhiyelerine, maddiyâtına ve camî bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir fert vakıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Maahaza, bir ferdin mesleği, meşrebi taassuptan hâlî olamaz ki, hakaik-ı Kur’âniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin. Maahaza, ferdin fehminden çıkan bir dâvâ, kendisine has olup, başkası o dâvânın kabulüne dâvet edilemez; meğer ki, bir nevî icmâın tasdîkına mazhar ola. Binaenaleyh, Kur’ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir sûrette bûlunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecellî eden hakîkatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkîkatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim, kanûnî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tetkikatından geçmesi lâzımdır ki, umûmi bir emniyeti ve cumhûr-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefâlet-i zımniye husûle gelsin; ve icmâ-ı millet, hücceti elde edebilsin. Evet, Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmekten ve hürriyet-i fikirle taassuptan azade olmakla tam ihlâslarından doğan dahî bir şahs-ı manevîde bulunur; ve o şahs-ı mânevî, Kur’ân’ı tefsir edebilir. Çünkü, “Cüzde bulunmayan, külde bulunur” kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar heyette bulunur. Böyle bir heyetin zuhurunu çoktan beri bekliyorken, hiss-i kable’l-vuku kabîlinden, memleketi yıkıp yakacak büyük bir zelzelenin arefesinde bulunduğumuz zihne geldi.HAŞİYE “Birşey tamamıyla elde edilemediği takdirde, tamamıyla terk etmek caiz değildir” kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur’ân’ın bazı hakikatleriyle, nazmındaki i’câzına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-i Umûmi’nin patlamasıyla, Erzurum’un, Pasinler’in dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım yalnız sünûhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünûhatım, eğer tefsirlere muvafık ise, nûrun alâ nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır, fakat hatt-ı harbde, büyük bir ihlâs ile, şehitler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline—şehitlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi—cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı; şimdi de razı değildir. Çünkü, hakîkat-i ihlâs ile baktım, tashih yerini bulamadım. Demek, sünûhat-i Kur’âniye olduğundan, i’caz-ı Kur’âniye onu yanlışlardan himaye etmiş. Maahaza, kaleme aldığım şu İşârâtü’l-İ’caz adlı eserimi, hakîki bir tefsir niyetiyle yapmadım; ancak ulema-i İslâmdan ehl-i tahkîkin takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me’haz olmak üzere, o zamanların insanlarına bir yadigâr maksadıyla yaptım. Hâşiye: Evet, Van’da, Horhor Medresemizin damında esnâ-yi derste büyük bir zelzelenin gelmekte olduğunu söyledi. Hakikaten söylediği gibi, az bir zaman sonra Harb-i Umumî başladı. (Hamza, Mehmed, Şefik, Mehmed, Mihri.)
Tarihçe-i Hayat, s. 97, (yeni tanzim, s. 174) |
29.09.2010 |