Ali FERŞADOĞLU |
|
Hudeybiye Muahedesindeki dersler |
Batılı mütefekkir, ilim ve din adamlarının tesbitiyle zaman, moral değerler, yâni mâneviyat, din ve Müslümanların lehine işliyor. 21. yüzyılın, İslâm asrı olacağını aklı başında sosyologlar, sahanın otoriteleri ilân etmişti zaten. Hıristiyan-Müslüman diyaloğunun müsbet gelişmelere gebe olduğunu gösteren birçok gelişme de mevcut. Şartlar aleyhte gibi görünse de, yine Avrupalıların tesbiti ve isteğiyle, Batılıların gönlü “fethedilecektir!” İnşâallah. Bizim hayır gördüğümüz bir iş şer, şer gördüğümüz de hayır olabilir. İşte bu hakikati beyan eden İlâhî öğüt: “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”1 Hicret ve Hudeybiye muâhedesi, mevzûa, müsbet bir bakış açısı verebilir. O günün Müslümanlarının şartlarını, içinde bulundukları psikolojik durumu ve yapılan anlaşmayı düşünelim. Nerede ise bütün maddeler Müslümanların aleyhinde idi. Hudeybiye Muâhedesinin özeti şudur: Hicretin 6. Senesi. Zilkâde, yâni 13 Mart 628. Müslümanlar yıllar yılı Kâ’be’den, yurtlarından, akraba, komşu, ev, bağbahçelerinden uzak kalmışlardı. Hepsi Mekke ziyareti için can atıyordu. Müslümanlar, Peygamber Efendimizin (asm) izniyle hep birlikte, umre için yola çıkarlar. Ancak, müşrikler, onları Mekke’ye sokmamakta kesin kararlıdır. Karşılıklı elçiler gider, gelir. Anlaşmanın kopma noktasında anlaşmaya oturulur. İlk taviz gibi görünen hâdise, antlaşma kâtibi Hz. Ali’nin (ra) “Allah’ın Resûlü” (asm) ibâresini yazması üzerine, müşriklerin yaptığı itirazda görülür: “Vallahi biz senin peygamberliğini kabul etseydik, seni Mekke’ye girmekten, Kâbe’yi ziyaretten alıkoymaz, seninle çarpışmaya kalkmazdık.” Resûli Ekrem Efendimiz (asm), “Allah’ın Resûlü” ibâresini mübârek eliyle siler... Bundan sonraki maddeler de kabul edilebilecek, sindirilebilecek gibi değildir: * Müslümanlarla müşrikler 10 yıl savaşmayacaklar. * Müslümanlar bu yıl Kâbe’yi ziyaret edemeyecek; gelecek yıl, yolcu silâhı kılıçtan başka silâh bulunmayacak, Mekke’de üç gün kalacaklar. Müşrikler ise Mekke’yi boşaltacak. * Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler teslim edilmeyecek, fakat Mekke’den Medine’ye iltica eden velev ki Müslüman da olsa, iâde edilecek. * Arap kabilelerinden isteyen Peygamber Efendimiz (asm), isteyen de Kureyş ile birleşmekte serbest olacak. Görüldüğü gibi, meselenin zâhiri, aleyhtedir. Zaten bu maddeleri müşrikler dikte ettirmişlerdir. Başta Hz. Ömer (ra) olmak üzere pek çok sahâbi, sonra ömürleri boyunca ezikliğini hissedecekleri fevrî ve ağır itirazda bulunur... Zarzor iknâ edildikten sonra “Müşriklere teslim olduk, her dediklerini kabul ettik!” düşüncesi ve üzüntüsü içinde geri dönerler. Ancak, Medine'ye varmadan, Kürâü’lGamîm mevkiinde, “Şer, çirkin, kötü gibi görünen” hâdisenin, hayırlı müjdesi gelir: “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. And olsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescidi Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.”2 Evet, bu siyâsî zafer, sulh ve barıştan kısa bir müddet sonra, rahat bir nefes alan ve hazırlanan Müslümanlar, Mekke ve Arabistan topraklarını, kan dökülmeksizin kısa bir zaman sonra fetheder ve herkes Müslümanlığı kabul eder. İşte şer gibi görünen şeyin arkasındaki büyük hayır ve güzellik! İslâm tarihi, bunun binlerce nümûnesini barındırır.
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Bakara Sûresi, 216. 2- Kur’ân, Fetih Sûresi, 1, 27. 23.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Agop, Hagop ve "zıpçıktılar" |
Soyadı Kànunu çıktıktan sonra, "Atatürk" soyadının M. Kemal'e verilmesi Meclis tarafından kabul edildi. (24 Kasım 1934) Bu yöndeki teklifin sahibi, aynı zamanda Başbakan olan İsmet Paşadır. Çok kısa bir süre sonra da, "Atatürk" soyadının M. Kemal'den başkasına verilemeyeceğine dair (2587 sayılı) özel bir kànun çıkartıldı. İsmet'in jestine iki gün sonra (26 Kasım) benzer bir jestle karşılık veren M. Kemal ise, ona "İnönü" soyadını uygun gördüğünü açıkladı.... Buraya kadar sıraladığımız bilgilere, resmî olsun, gayr–ı resmî olsun, kaynakların hemen tamamında rastlamak mümkün. "Resmî görüş"le uyuşmayan ve gayr–ı resmî kaynaklarda yer alan konuyla ilgili netameli diğer bazı bilgiler ise şöyle: "Atatürk" soyadını ilk keşfeden ve bunu M. Kemal için uygun görüp ilk teklif eden kişi, aynı zamanda Türk Dili Kurumu yöneticisi de olan Agop Martayan (Dilaçar) isimli Ermeni vatandaştır. Bu soy adına uygun bir imza için yapılan kaligrafi çalışmasının sahibi ise, Agop'un yakını da olan "Hagop Vahram" isimli bir başka Ermeni asıllı vatandaşımızdır. Bu konu, lokal seviyede de olsa, zaman zaman gündeme geldi, geliyor. Meselâ, 23 Şubat 2007 tarihli Vatan gazetesinin 17. sayfasında çıkan bir haberde, 1934'te M. Kemal'e özel bir kànunla verilen "Atatürk" soyadı ile aynı soyadına uygun olarak kullanmış olduğu "imza şekli"nin sahibi, Ermeni asıllı iki şahıs olduğu ifade ediliyor. Hale Gönültaş'ın hazırlamış olduğu "Atatürk ismini bir Ermeni vermiş" başlıklı bu haberin özeti şöyledir: "FÜ tarihçilerinden Doç. Cafer Ulu, M. Kemal’e ‘Atatürk’ soyisminin bir Ermeni tarafından verildiğini ortaya koydu. Ulu’nun doktora tezine göre, M. Kemal ile yıllar öncesinden tanışan Ermeni asıllı Agop Martayan, 1934’te Türk Dil Kurumu (TDK) başuzmanlığına getirildi. Yine M. Kemal’in emriyle ona 'Dilaçar' soyadı verildi. Dilaçar, bir TDK toplantısı sırasında M. Kemal için 'Atatürk' soyadını önerdi ve bu önerisi kabul edildi... Ulu’nun tezine göre, Atatürk’ün Latin harflerinden oluşan imzasını da, o dönemde Robert Kolej’de kaligrafi öğretmenliği yapan Hagop Vahram Çerçiyan tasarladı." Bu konuya dair son haber, Cihan Haber Ajansı tarafından servis edildi. Dün birçok medya organında da mâkes olan bu haberde, aynen şu ifadeler yer alıyor: "Atatürk’ün imzasının bir Ermeni vatandaş tarafından tasarlandığı iddia edildi. İzmir’de yerel bir gazetede köşe yazarı olan Tufan Aksoy'un kaleme aldığı iddiaya göre, ABD’de yaşayan Ermeni asıllı Dikran Çerçiyan 90 yaşında. Babası ise, vaktiyle Robert Kolej’de matematik ve kaligrafi dersleri veren Hagop Vahram Çerçiyan. "Dikran Çerçiyan, o günleri şöyle anlatıyor: 'Herhalde Soyadı Kànunu’nun kabul edildiği günün akşamıydı. Kapımızı bir polis, bir sivil memur ve bir Meclis görevlisi çaldı. Kapıyı annem açtı. Polisi görünce, okulda bir şey olduğunu düşünmüştü... Babam o gece 'Atatürk' imzası üzerinde sabaha kadar çalıştı. İki saat onu izledim. Onlarca kâğıda yazdı, durdu. Fakat, attığı imzaların hiçbiri içine sinmiyordu. 13 yaşında bir çocuktum, bir süre sonra sıkıldım, kalktım ve babamı yalnız bıraktım. Sabah kalktığımda görevliler gelip imza örneklerini almışlardı... Atatürk yıllarca, babamın tasarladığı imzayı kullandı ve bununla onur duyduk. Babam, Atatürk’ten teşekkür mektubu bile aldı.' "Gazeteci–yazar Aksoy, bu konuyla ilgili olarak ayrıca şöyle konuştu: 'Bugünün zıpçıktı tasarımcılarını düşünüyorum da, ne kadar sığ düzeyde olduklarını görüyorum. Acaba hangisi Atatürk’ün imzasını tasarlayabilirdi? Hiçbiri. Ermeni öğretmen Hagop Vahram’ın hayatı boyunca yaşadığı gururu düşününce, tüylerim diken diken oluyor. Bu onur kimseye nasip olmaz.” M. Kemal ile ilgili her türlü bilgi, belgeyi, hatta en ince kırıntısına varıncaya kadar her türlü hatırayı itina ile toplayan, bunları muhafaza ile yayımlayan gerek resmî kurumlar, gerekse "Atatürkçü" diye geçinen şahıs ve gruplar, bu tarihî konuya acaba niçin duyarsız kalmaktalar? Soyisminin ve imza şeklinin "halis Türkler" tarafından değil de, Ermeni şahıslar tarafından belirlenmiş olması, onların nazarında yoksa utanılacak bir durum mudur? Hani, M. Kemal ile ilgili herşey onlar açısından önemliydi, hatta kutsallık derecesinde–hâşâ—değerliydi? O halde, meselenin bu tarafını neden hep gizli–kapaklı tutmayı tercih ettiler? Sahi, Selanik'teki matematik öğretmeninin ona "Mustafa Kemal" ismini verdiğini tâ ilköğretimin ilk günlerinden itibaren ders verenler, o isimden çok daha iddialı bir noktada bulunan "Atatürk" soy isminin ilk olarak kim tarafından teklif edildiği ve aynı paraleldeki imza şeklinin hangi uzman kalemden çıktığı hakkında niçin sus–pus olmaktalar?
Esrarengiz gelişmeler (2)
* Uşak'ta yaşanan ve Terörle Mücadele Ekiplerini harekete geçiren esrarengiz trafik kazası, * Lice'deki mayın patlaması, * "Özal sûikastı"nın Eşref Bitlis cinayetiyle bağlantılı şekilde, üstelik savcılık soruşturması boyutunda gündeme gelmesi, * Saadet Partisinin kayyuma devredilmesi, * Ve, Mardin'deki bir tarihî medresede inadına defile düzenleme çabası gibi çarpıcı hadiseler de, dünkü "Esrarengiz gelişmeler" listesine dahil edilebilir. 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Affetmek, büyük erdem |
Affetmek Allah’ın (cc) acıyan, merhamet eden, affeden mânâsına gelen “Afüv” sıfatının tecellîsidir. İnsanın affediciliği ise, Kur’ân’da âfîn yani, affediciler şeklinde ifade edilmektedir. Affetmek İlâhî bir sıfat ve yüksek bir ahlâkî meziyettir. Kul, kusursuz olur mu? Elbette ki, olmaz; kusurlarla âlûdeyiz hepimiz. Kusur yüklü sinemiz. Önemli olan, hâlimizi fark edip, yanlıştan inhiraf etmek; pişman olup yüz çevirmek. Her insanın kendince bir hâli var. Bahçe müştemilâtı gibi; dikeni var, gülü var. Maharet, onu ıslâh etmekte. Her beşerde doğru, yanlış, kusur var. Peki, nasıl etmeli onu? Evvelâ nefsimizden başlayıp ıslâh yolu bulmalı. Çünkü, “Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez” 1 hakikati elimizde pusula… Önce kendimiz hakkında bir özeleştiri, ya da bir durum değerlendirmesi yapmalıyız. Acaba hangi davranışımız uygun, yerli yerinde ve karşıdaki insana güven veriyor; rahatlatıyor onu? Hangi şeyler kusur yüklü, rahat vermiyor ona? Önce buradan başlamalı! Bize ait kusurları asla affetmemeli, burnunu yere sürtmeli! Ama bu hâl karşıdaysa, onu da incitmemeli; kerim olmalı, müsamahakâr olmalı. Bir dostun kusurunu “gece” gibi örtmeli. Mümkündür ki, toplum hayatında, insânî münasebetler içinde, iş ortamında, dostlar arasında bir kusur zuhur etti! Bunlarla meşgul olmak, bunlara takılıp kalmak huzuru yok ediyor. İşte o an, affetmenin zamanı. Aynı şeyi gençlerden, arkadaşlarından ve de evdeki bekleyenlerden esirgemek olur mu? Yanlışa yanlışla, kötülüğe kötülükle karşılık vermek zayıfların, acizlerin işidir ve cahiliye devrine mahsus bir davranıştır. Affetmek, bize karşı işlenen kabahati bağışlamak İslâm’da bütün faziletlerin temelini teşkil eden takvâya en yakın meziyettir. Cenâbı Hak: “Affetmeniz, takvaya daha uygundur” 2 buyuruyor. Efendimiz (asm) hadisi şeriflerinde: “Kim bağışlarsa, Allah da onu bağışlar; kim affederse, Allah da onu affeder” 3 diyor. Affedeceksin! Tâ ki, tatlansın hayat. Yoksa kısır döngüler, kısır çekişmeler; dar görüşler, dar düşünceler saadeti zedeler. Peygamberimizin (asm) bir başka hadislerinde ise, şöyle bir müjde var: “Allah, muhakkak sûrette kötülüğü affeden kişiyi aziz kılar.” 4 Affetmek ne büyük erdem; Rabbimizin Rahmeti. Hayatın da, lezzeti… Öyle olunca, herkesi affet; ama kendini asla! Çünkü nefsin, tutunacak dal bulur…
Dipnotlar: 1- Said Nursî, Sözler, 243. 2- Bakara Sûresi, 237. 3- Câmiü’sSağîr, 1: 436 (İbni Asakir ve Beyhaki’nin Delâil’inden). 4- TDV İslâm Ansiklopedisi, 1: 394 (Müsned, 2: 238). 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bediüzzaman’ın hakkı için |
Abdullah Bey: “Kastamonu Lâhika’sında seksen sekizinci sayfada, ‘Sakın, sakın; dünyâ cereyanları, husûsan siyâset cereyânları ve bilhassa hârice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın’ cümlesinde geçen ‘dünya cereyanları’ ve ‘harice bakan cereyanlar’ kimlerdir? Hangi cereyanlar kast ediliyor?”
Bahsettiğiniz mektuba Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’un kazandırdığı çok büyük kâr, kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil, istediği bir fiyattan bahsederek başlar. Risâle-i Nur’un, gerek uhrevî amellerde ortaklık düsturuyla binler duâyı kazanmaya vesile oluşu, gerek iman hizmetini esas aldığından binler sâlih ameli ihtivâ eden bir hizmeti ikame edişi, hem ebedî Cennet’i ispat edişi, hem de ebedî Cennet saadetini müjdeleyen sırlarla dolu oluşu, gerek fikre ve amele istikamet verişi, gerekse birlik, beraberlik ve muhabbeti ön plana alarak enâniyeti mutlak surette kırması hiç şüphesiz büyük kazançlar ve kârlar kazandırmaya yönelik hareketinin kıymettar neticelerindendir. Bu neticelerin bir fiyat istediğini belirtir Üstad Saîd Nursî Hazretleri. Bunların fiyatı Üstad Hazretlerine göre: Tam ve halis bir sadakat ile daimî ve sarsılmaz bir sebattır.1 Aksi takdirde yukarıdaki büyük neticeleri elde etmek mümkün olmadığı gibi, büyük kazanç ve kârları da-–maazallah—elimizden kaçırma tehlikesi kaçınılmaz olacaktır. İhlâsı, sebatı ve sadakati kırabilecek en tehlikeli fiil ve davranış ise tefrikadır, ayrılıktır, gayrılıktır, ayrı baş çekmektir, ayrı çığır açmaktır, havuzda erimeye direnmektir, enaniyetini ön plânda tutmaktır, cemaatle kaynaşmamaktır, kendi benliğini ve ihtiraslarını ayrılık sebebi saymaktır. Bunun da temelinde, bir buz parçası olan enâniyetini tam bir havuzu kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmemek yatar. Üstad Hazretleri, “dünya cereyanları”, “siyaset cereyanları” ve “harice bakan cereyanlar” nâmında birbirini açıklayan ve birbirini tefsir eden üç mefhuma dikkat çekerek, bunların hiçbir biçimde tefrika sebebi yapılmaması konusunda talebelerini önemle uyarır. Bu cereyanlar, hedefleri bakımından Risâle-i Nur’un hedefleri ile örtüşmeyen ve uyuşmayan cereyanların tamamıdır. Meselâ, günü birlik siyasî veya dünyevî yapılanmalardır, ideolojik görüşlerdir, seküler ve dünyevî düşüncelerdir, menfaat gruplarıdır. Risâle-i Nur’un hedefi ve maksadı bunlardan çok farklı ve çok nezihtir. Risâle-i Nur fertlerin “ruh” yapılarına yönelmiş; ruhların iman esasları ile imâr ve ihyasına ağırlık vermiş, bütün mesaisini bunun üzerine yoğunlaştırmış, kalplere “Allah sevgisi ve Allah korkusu” yerleştirmeyi hedef bilmiştir. Böyle nezih ve pak bir vazifeyi icra esnasında, dünyevî, siyasî veya ideolojik cereyanların ve görüşlerin hiçbirisi dâhilde, yani camia içinde tefrika ve ayrılık sebebi olmamalıdır. Çünkü yolları ayrı, hedefleri ayrı, tarzları ayrı, usûlleri ayrı, mesajları ayrı, cepheleri ayrıdır, kaygıları ayrı, amaçları ayrıdır. Risâle-i Nur Talebelerinin Risâle-i Nur adına aktif siyasete girmeyişlerinin ve dünyevî cereyanlarda aktif olarak yer almayışlarının bir sebebi de budur. Aksi takdirde, çabuk cazibe merkezi olabilen dünyevî veya siyasî cereyanlar tefrikaya sebebiyet verecek, ihlâs ve uhuvvet esasını zedeleyecekti. Oysa ihlâs ve uhuvvet her şeyden önemlidir. Bunun hiçbir biçimde sarsılmaması gerekir ve hizmetlerin devam ve bekası için şarttır. Değil haricî cereyanlar; kendisine herhangi bir haksızlık yapılmış olsa dahi, hiç kimse Risâle-i Nur dairesi içinde: “Bu kardeşim bana haksızlık etti; ben buna küstüm!” dememelidir. Böyle bir lüksümüz yoktur! Bu büyük hatâdır. Çünkü Üstad Hazretlerine göre, o arkadaşın sana bir gram zarar verdiyse, sen ona küsmekle, bunun kırk katı olarak hizmete zarar vermiş oluyorsun.2 Bedîüzzaman bu makamda ısrarla şöyle uyarır: “Kardeşlerimden rica ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan; arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki (arasındaki) muhabbete ve samimiyete feda ederim.”3 Üstad Hazretlerinin “Ben o fena sözleri kendime alıyorum” beyanını alalım; fena sözlere muhatap olan ve çok çabuk alınan ve gücenen nefsimizin damarını parçalayalım, kanatalım. Bu sözün darbesiyle, iç dairede hiçbir esası ve hakikatı olmayan gurur putumuzu yıkalım. Risâle-i Nur dairesi içinde hususî haysiyetimizin ve kişisel onurumuzun olmadığına, muhakkak ve muhakkak, nefsimizi ikna edelim. Bunu Allah’ın izzeti ve celâli için yapalım! Bunu Resûlullah’ın sevgisi için yapalım! Bunu Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin üzerimizdeki hakkı için yapalım! İstersek yaparız! Öyleyse, buyurun! Allah yardımcımız olsun! 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Demokrasimizin geleceği ve Bediüzzaman geleneği |
Türkiye’de dindar kesimin demokrasiye bakışı Meşrûtiyet’ten bu yana problemlidir. Ülkemiz demokrasisi; İslâm’ı demokrasiye lâyık görmeyen taklitçi Batıcılar ile Batı kaynaklı olması hasebiyle demokrasinin İslâm dışı olduğu teziyle hareket eden İslâmcıların kurbanı olmuştur. Bu iki kesimin çatışma sahasından kurtulamayan demokrasinin günlük politikalarla yıpratılması, ülkemizde demokrasi kültürünün yerleşmesini de geciktirmiştir. Geçtiğimiz gün, referandum analizinin yapıldığı Tarafsız Bölge adlı televizyon programındaki konuşmacılardan biri olan Hüseyin Gülerce’nin itiraf niteliğindeki sözleri, güdük demokrasimizin sebeplerini ortaya koyar nitelikteydi. Hüseyin Gülerce’nin dindar kesimlerin son yıllarda oldukça değiştiğini kendi hayatından örnekler vererek aktarması bir çok yönüyle değerlendirilmelidir. Programda konuşan Gülerce, 1970’li yıllarda, Yeniden Millî Mücadele dergisinde Avrupa Birliği, o zamanki adıyla AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) aleyhinde yazılar yazdığını söyledi. İslâmî kesimin AB, laiklik ve demokrasi gibi kavramlarla o yıllarda barışık olmadığını ifade eden Gülerce’nin söyledikleri, siyasal İslâm geleneğini yakından takip edenler için hiç de şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan, bugün bazılarınca Nurculukla özdeşleştirilen büyük bir cemaatin önde gelen isimlerinden birinin Avrupa Birliği ve demokrasi gibi kavramlarla çok geç barışabilmesidir. Oysa Bediüzzaman geleneği en az yüz yıldır, demok-rasiyi İslâm dışı görerek küfür rejimi ilân edenlerle ve demokrasiyi İslâm’a lâyık görmeyenlerle mücadele eden hürriyetçi bir zihniyeti temsil etmektedir. Bediüzzaman geleneği, meşrûtiyet-cumhuriyet-demokrasi gibi kavramların esasen İslâm’ın özünde var olduğunu savunarak hakim anlayışı sarsmış ve temel bir zihniyet değişikliğinin temellerini de atmıştır. Bu geleneğin içinde olanların değişmesi söz konusu değildir. Sevindirici değişim, temel hak ve hürriyetlerin nereden geçtiğini anlamaya başlayarak Bediüzzaman çizgisine yaklaşanların tutumlarıdır. Gelinen nokta sevindirici olmakla birlikte, jakoben laiklik anlayışından Bediüzzaman’ın tanımında kendini bulan hürriyetçi laiklik anlayışa ve totaliter anlayışların zihinler ve kurumlardan uzaklaştırılarak çağdaş bir demokrasiye geçilmesi yolunda yapılacak çok şey vardır. Meselenin düğüm noktalarından biri bunun nasıl yapılacağı ile ilgilidir. Dikkat çekici hususlardan biri; dünün Batıcıları bugün AB’ye karşı çıkabilmekte, tarafgirlik, partizanlık, pragmatistlik, ideolojik kaygılar gibi farklı faktörlerle demokrasi dışı hareketlerin yanında yer alabilmektedirler. AKP’nin de bu noktada faydacı bir refleksle takiyye yaparak demokrasiyi sahiplendiğini ifade edenler az değildir. Her iki durumda zararlı çıkan Türk demokrasisi olacaktır. Türk demokrasisinin kalıcı olabilmesi kalıcı temellere dayanması ile ilgilidir. Meşrûtiyette, hakkına sahip çıkamayan millet, hak ve hürriyetlerle ilgili kuralları meşrûtiyeti ilân eden elitlerin koymasına yol açmıştır. Bu da küçük bir zümrenin istediği tarzda, onların hürriyet anlayışı çerçevesinde olmuştur. Cumhuriyet sonrası da böyle olmuş, cumhuriyeti kuranlar kendi istedikleri kadar cumhura söz ve hak vermişlerdir. Bugün yapılan kısmî iyileştirmelerde demokrasi ile ilgili kuralların sağlam temellere oturtulması da milletin bunlara sahip çıkmasıyla ilgilidir. Temel bir zihniyet değişikliğini gerektiren bu durumun yolu da Bediüzzaman geleneğini anlamaktan ve bu geleneğe gocunmadan sahip çıkmaktan geçmektedir. 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Siyah-beyaz yorumlar |
Bebeklerin sevimli jest ve mimikleriyle ciddî mesajlar veren bir ileti, internet ağıyla bize de ulaştı. Mesajlardan biri, “Eğer hayallerinin gerçekleşmesini istiyorsan fazla uyuma“ şeklindeydi. Münih’ten bir kardeşimizin dikkatini, bu mesajların ötesinde ve gölgesinde kalan bir şey çekmiş ve sormuş: “Bu kadar beyaz ve sarışın bebeğin arasında neden siyah bir bebeğe yer verilmemiş?“ Biz de ona siyah bir çocuğun şiirini köşemizden ulaştıralım ki, gönlü hoş olsun.. Bakınız minik siyahînin yorumu hakikaten düşündürücü:
“Doğduğumda siyahtım. Büyürken siyahtım. Güneşe çıktığımda siyahtım. Korkunca siyahtım. Hastayken siyahtım.. Öldüğümde hâlâ siyahım...“
“Ve sen beyaz çocuk... Doğduğunda pembesin. Büyürken beyazsın. Güneşe çıktığında kırmızı. Üşüdüğünde mor. Korktuğunda sarı. Hastayken yeşil. Öldüğünde de grisin.“ “Sen şimdi bana renkli mi diyorsun?“
Ömür boyu renk cümbüşüne maruz kalmamak, hep aynı renkte kalabilmek ne güzel.. Varsın bu renk siyah olsun. Şaire, “Bana siyah diyen dilber, Kâbemiz siyah değil mi" dedirten de bu duygu olsa gerek.. Fikir bazında da aynı renkte kalmayı buna adapte edebilirseniz, ediniz. Bilhassa renkten renge giren büyüklerimiz, yeni nesillere hiç de iyi örnek teşkil etmiyorlar.. *** Bazı zamanlar olur ki, bazı renkleri dillendirmek bile farklı yorumlara sebep olur. 1982’de darbe anayasası oylamaya sunulurken, "evet“in rengi beyaz, "hayır“ın rengi mavi idi. Deniz ve gök maviliğini methetmek bile başına iş açabiliyordu. Otuz yıl sonra ne hikmetse, 12 Eylül’e denk getirilen bir referandum da geride kaldı, ama sonuçlarının yorumları bütün hızıyla devam ediyor. Bilhassa muhalefet cephesinde müthiş bir hesaplaşma ve iç muhasebe var. Çok şükür, bütün bu çekişmelerin dışındayız ve işimize bakmaya devam ediyoruz. Referandum öncesi, son yazımın son cümlesi aynen şöyleydi: “Neticenin cennet vatanımız ve necip milletimiz için faydalı ve güzel olması, en içten dileğimizdir.” Hassasiyetimize bakınız ki, yanlış yorumlanmasın diye, "hayırlı olsun“ ifadesinden bile içtinab etmişiz. Ama şimdi rahatlıkla konuşabiliriz: Bu "evet“li tecellînin hayırlı olmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ediyoruz. *** Bazı tecellîlerin tesellîye ihtiyacı var. Zahiren şer görünen tecellîlerde bile küllî hayırlar olduğunu bilen bilir. Bilmeyenler ise tesellî edilmeli. Herkesin, ama bilhassa gençlerimizin teselliye çok ihtiyacı var. Kamu Personeli Seçme Sınavlarının (KPSS) iptaline, kazanmış olanlar üzülürken; kazanamamış olanlar, kendilerine yeniden imtihan hakkı sunan bu tecellîye sevinmişlerdir. Her meseleye tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde yönelenleri, en başta Rabb-ı Rahim’leri tesellî eder. Kur’ân tesellî eder. İşte misali: “Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.“ (Bakara, 216.) *** İnsan, maruz kaldığı sıkıntılı tecellîlere nefsinin isyan etmeyip itaat etmesi için duâ etmeli, hakkında hayırlısını dilemelidir. Peygamberimiz (asm) böyle sıkıntı içinde kalan kimseye duâ tavsiye buyurmuştur. Onu okumalı, Allah’a teslim olmalıyız. Duâ şöyledir: “Allah’ım, Senin ismine, malımı, dinimi ve nefsimi emanet ediyorum. Allah’ım, hükmüne beni razı kıl, kaderimde olanı bana mübarek kıl ki, te’hir ettiğinin acelesini, acele ettiğinin de te’hirini istemeyeyim. Nefsimin isyanını önle, teslimini sağla.” Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî, bir mektubunda şöyle diyor: “Evet kardeşlerim, Hz. İsa (as) İncil-i Şerifte demiş ki; ‘Ben gidiyorum, tâ size tesellîci gelsin.’ —Yani, Ahmed (a.s.m.) gelsin—demesiyle, Kur’ân’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi; tesellidir. Evet; bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zevâl tahribatları içinde ve bu—boşluk—nihayetsiz fezâda, her şey ile alâkadar olan insan için hakikî tesellîyi ve istinad noktalarını, yalnız Kur’ân veriyor. En ziyade o tesellîye muhtaç bu zamandır. Bu asırda, en ziyade kuvvetli bir surette o tesellîyi isbat eden ve gösteren Risâle-i Nur’dur, Çünkü; zulümât ve evhamın menbaı olan tabiatı, o delmiş, geçmiş, hakikat nuruna girmiş.“ 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Yine hazan mevsimi geldi... |
“Yine yapraklar rüzgârların peşi sıra gidecek. Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde, hicranını yalnız başına çekecek, hüsranını yalnız çekecek. Geleceksin belki de o zaman, ne o yapraklar, ne o rüzgâr ve ne ben olacağım. Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde, hicranını yalnız başına çekecek, hüsranını yalnız çekecek.” İşte bu bestenin sözleri gibi, yine hüzünlü şarkılar mevsimi geldi. Yitip giden sevdaların ardından yakılacak ağıtların, akıtılacak yaşların habercisi Eylül geldi. Üniversite sınavlarına hazırlanırken edebiyat öğretmenimiz dikkatimizi çekmişti dersanede. ‘Çocuklar bu soru sınavda çıkabilir’ demişti: Edebiyatımızda ilk psikolojik romanın adıydı Eylül. Mehmet Rauf Bey yazmıştı. ‘Aman ha unutmayın.’ 23 yıl geçmiş üzerinden. Sınavda çıkmadı belki bu soru, ama aklımızdan da çıkmadı şimdiye kadar. İşte bakın psikolojik romana isim oldu Eylül. Yazın rehavetinden sonbaharın melankolik dünyasına geçişin diğer adıdır aynı zamanda. Yeşile karşı acımasızdır bir de. Dalından sıyırırken yapraklarını vurdumduymaz davranır ağaca. Soldururken çiçeklerin rengini kokusunu da alır götürür sonraki bahara kadar. Gönül buna dayanır mı hiç? Sussa gönül razı gelir mi? Sonra demez mi? "Hazan ile geçti gülşen-i bostan, / Eylen dertli gönlüm var garip garip. / Harabe yüz tuttu bizim gülistan. / Ağla şimden geru zar garip garip…" Eylül, sen kıştan da acımasızsın. Hiç olmazsa kıştan sonra bahar var. Senden sonra kış...
Biliyor muydunuz?
Musıkîmizde tarih boyunca icad edilmiş 600’e yakın makam ve bu makamlarda da 40 bin civarında parça bestelenmiştir. En az bir beste örneği ile günümüze ulaşabilen makamlar 300 civarında. Bugün kullandıklarımız ise 70-80 kadardır. Bugün radyo ve televizyonlarda kullanılan toplam beste sayısı ise 4 bin civarındadır. İşte bazı makam adları: Nihavend, Uşşak, Hüseyni, Saba, Muhayyer Kürdi, Rast, Hicaz, Rahatülervah, Ferahfeza, Ferahnak…
Eylüle şiir
Her Eylül şiirle gelirdi bana Kaleme hasreti yazdıkça artan Takardın gül gibi onu yakana Kendinden önceki şiiri tartan Her eylül şiirle gelirdi bana.
Ölümün kucağı huzur verirdi Sararan yaprağa yattıkça gülüm Eylülde geceler hep nur verirdi Kalbim Allah diye attıkça gülüm Ölümün kucağı huzur verirdi.
Hüzünle yoğurur aşkla tutardık Ağaran saçını yorgun Eylülün Kızaran güneşe sevda katardık Rengini alarak solgun bir gülün Hüzünle yoğurur aşkla tutardık.
Ekrem Kaftan
Gazel Okumaları
Manisa Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği’nden (MEDAR) gönderilen bilgi notunda Ankara’da “Hz. Mevlânâ’dan bir gazel” konulu program düzenlendiği belirtilmiş. Duyuru şu şekilde :
Tarih: 24 Eylül 2010 Cuma, Saat: 18.30 Konu: Hz. Mevlânâ’dan Bir Gazel Konuşmacı: Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu
Tarih: 1 Ekim 2010 Cuma, Saat: 18.30 Konu: Hz. Mevlânâ’dan Bir Gazel Konuşmacı: Yrd. Doç. Dr. Fahrettin Coşguner
Mevlânâ Araştırmaları Derneği Menekşe 2 sokak, 18/9 Kızılay ANKARA
NURDAN DAMLALAR
“HATTA kulaktaki zar nur-u iman ile ışıklandığı zaman kâinattan gelen manevî sadâları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgârların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgaların nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nevîden Rabbani kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat ilâhi bir mûsıkî dairesidir.” İşârâtü’l-İ’caz 23.09.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Abdil YILDIRIM |
|
Nizasız mübâhese |
Atalarımız, “İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır” demişler. Gerçekten de insanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli araç, “lisan” dediğimiz dildir. İki insan bir araya geldiğinde, hiç tanışmıyor olsalar bile, konuşma ihtiyacı hissederler. Kalabalık bir ortamda bir çok kişi birden konuştuğundan, uğultu halinde bir ses duyulur. Herkes düşüncelerini karşısındakine anlatmak, fikirlerini ifade etmek için konuşmak ister. Konuşmak, insanlar için en önemli ihtiyaçlardan birisidir. İnsanlar bu kadar çok konuştukları halde, çok defa anlaşamazlar. Aralarındaki anlaşmazlıklar ve münakaşalar hiç bitmez. İnsanlar her zaman konuşa konuşa anlaşabilselerdi, dünyada hiçbir savaş yaşanmaz, anarşi ve terör ortaya çıkmazdı. Halbuki yeryüzünde savaşlar, kan dökmeler, can almalar hiç eksik olmuyor. Devletler arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için devlet adamları bir araya geliyorlar, büyük çaplı konferanslar tertipleniyor, uzun uzun görüşmeler yapılıyor, günlerce konuşuluyor, ama yine de çok defa anlaşmak mümkün olmuyor. Son söz, silâhlara bırakılıyor. Artık sorunlar lisanla değil, kaba kuvvetle ve şiddetle çözülmeye çalışılıyor. Onun için yeryüzünde kavgasız ve kansız bir gün geçmiyor. Konuşma yeteneğinden mahrum olan hayvanlar da bir arada ve beraber yaşıyorlar, fakat hayvanlar arasında bu şekilde kanlı savaşlar görülmüyor. Denizlerde milyonlarca balık sürü hâlinde dolaşıyor, ormanlarda yine milyonlarca hayvan beraber yaşıyor, fakat insanlar gibi anlaşmazlıklara düşüp savaşlara tutuşmuyorlar. Dağlarda, denizlerde, ormanlarda, hayvanlar arasında anarşi ve terör yaşanmıyor. Her hayvan kendi mekânında, kendisine tahsis edilen rızka rıza gösteriyor, koklaşa koklaşa anlaşarak hayatına devam ediyor. Ama düşünen ve konuşan mahlûklar olan insanlar, bir türlü anlaşamıyorlar. Demek ki insanlar, konuşma nimetinin kıymetini bilmiyorlar. Usûl ve adabına uygun konuşmadıkları için anlaşamıyorlar. Konuşa konuşa anlaşabilmek için evvelâ konuşma âdabını bilmek ve âdabı dairesinde konuşmak gerekir. Herkes hakkını ve haddini bilerek, nezaketle konuşursa, anlaşamayacak konu kalmaz. İnsanlar arasındaki ilişkiler her zaman düzgün olur. Toplumda huzur ve asayiş bozulmaz. Bireyler mutlu, toplumlar huzurlu olur. Konuşma âdabını öğrenmek için önce Mütekellim-i Ezelî olan, Kelâm sıfatının sahibi bulunan Cenâb-ı Hakk’ın kelâmına kulak vermek gerekir: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (İsra-53) Demek ki, sözün en güzeli ile konuşmaya başlamak gerekiyor. Sözün en güzeli ise, Rabbimizin sözüdür. O halde konuşmalarımıza Allah’ın adı ile başlamak, güzel söz söylemenin olmazsa olmaz şartlarındandır. Allah Resulü de (asm) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Allâh’ı zikretmeksizin çok konuşmayın! Allâh’ın zikri dışında çok söz söylemek kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanların ise Allah’tan en uzak kimseler olduğunda şüphe yoktur.” (Tirmizî, Zühd, 62) Bugün aramızda konuştuklarımıza bir bakalım. Hergün konuştuğumuz binlerce kelimeden kaç tanesinde Allah adını zikrediyoruz? Sohbetlerimizde, şakalarımızda, nüktelerimizde, Allah ve Resûlü’nün (asm) hoşuna giden neler konuşuyoruz? Konuşurken, boş sözlerden ve gıybetten kaçınmaya, dedikodudan uzak durmaya, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışıyor muyuz? Bunları yapmıyorsak, söylediğimiz her söz, ahirette aleyhimize delil olarak kullanılacaktır. Yine bir atasözümüzde, “Söz var kese savaşı, söz var kestire başı” deniliyor. Bu şekilde, insanlar arası ilişkilerde sözlerin, yani konuşmaların ne kadar önemli olduğu ifade ediliyor. İftira ve yalancı şahitlik, masum bir insanın idamına sebebiyet verebilir. Yine yalan ve yanlış bir söz, iki orduyu savaşa tutuşturabilir. Ama yatıştırıcı bir konuşma, iyiliği emredici bir söz, savaşları sona erdirebilir ve barışa yol açabilir. Zaten bugünkü anlaşmazlıkların, nizaların ve münakaşaların en büyük sebebi, yalan sözler ve kışkırtıcı beyanlar değil midir? Doğru söz, güzel konuşma ve düzgün ifade, cemiyet hayatında çok önemli olduğu gibi, cemaat hayatında da büyük önem taşımaktadır. Aynı dâvâya hizmet eden, aynı gaye için gayret gösteren insanların birbirlerini anlamada ve kendilerini ifade etmede, güzel konuşmalarının önemli bir yeri vardır. Herkesin fıtratı, mizacı ve istidadı farklı olduğundan, her söz herkes için aynı mânâyı ifade etmeyebilir. Onun için hizmet dairesinde konuşurken, yanlış anlaşılacak ifadelerden kaçınmak gerekmektedir. Özellikle, iman hizmeti gibi büyük bir dâvânın mensupları, sözlerine ve konuşmalarına çok dikkat etmeleri gerekir. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda talebelerini şöyle ikaz ediyor: “Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki, inşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr sûretinde, nizasız mübaheseye alışsınlar.” Demek ki kardeşler arasında münakaşa etmek, bölünmeye ve parçalanmaya sebebiyet veriyor. Onun için, münakaşa yerine, fikir alış verişi şeklinde, münakaşasız sohbet etmeye alışmak gerekmektedir. Özellikle doğrudan hizmetimizi ilgilendirmeyen, dünyevî ve siyasî konuları konuşmalarımızın konusu yapmak, münakaşalara sebebiyet vereceğinden, bölünme ve parçalanma için bir kapı açmak olacaktır. Halbuki bu zamanda inşikak rüzgârlarının girmemesi için mevcut delikleri tıkamak, en küçük gözenekleri kapatmak gerekmektedir. Üstâdın “nizasız mübahese” dediği tartışmasız, münakaşasız sohbet, dar çevrede, yani aile içindeki huzur ve mutluluğun tesisi ve devamı için de çok önemlidir. Aile içi tartışmaların ve kavgaların pek çoğu, bu nizasız mübahese usûlünü bilmemekten ve uygulamamaktan meydana gelmektedir. Eşlerin birbirleri ile konuşmaya ve sohbet etmeye ihtiyaçları vardır. Fakat konuşmaların konusu, lüzumsuz ve boş lâflar, dedikodu ve gıybetten ibaret sözler olursa, orada niza eksik olmaz. O zaman konuşmalar sohbet olmaktan çıkar, münakaşaya dönüşür. Halbuki eşler arasında muhabbete vesile olacak o kadar güzel mevzular vardır ki, onlardan bahsettikçe huzur ve mutluluk artar. O hanede saadet ve bereket hiç eksik olmaz. Özellikle Nur Talebeleri için hizmetlerden bahsetmek, iman hakikatlerini münâzara etmek, bu konuda fikir alış verişinde bulunmak, iki cihan saadetine vesile olacaktır. Nur Talebelerinin ellerinde böyle yüksek ve değerli hakikatler varken, dillerinde lüzumsuz ve zararlı sözlerin dolaşması, elmasları kömür ile değiştirmek kadar ahmakane bir davranış olacaktır. 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Jüri ve adalet |
Adalete inananlar ve bilhassa adları Abdurrahman ve Abdülhak olanlar, eğer “ismiyle müsemma” kişiler iseler, bilirler ki; her hak sahibi hakkını er ya da geç alacaktır, mükâfatını da cezasını da. Ama zaman ve mekânla mukayyet olan sınırlı bir alan durumundaki bu dünyada adaletin tam tecelli etmeyeceği de açıktır. Öte dünya, en azından adaletin ve merhametin tecellisi için lâzımdır. Dünyaya ait haklar mânâsındaki dünyevî hukuku dünyada tecelli ettirmek yani dünyevî adaleti sağlamak adalet mekanizmasının görevidir. Adalet mekanizması neye istinat eder, gücünü kimden ya da nereden alır? Hükmeden, bir peygamber ise, gücünü vahiyden alır. Vahye ve nübüvvete inanan, bu yolla gelen adalete de güvenir. Hükmeden, insan denilen ve günah işleme ihtimali de olan bir varlık ise, neye dayanacaktır? Vahiyle gelen adalet prensiplerine ve vicdana. Hakim kimin vicdanına dayanmalıdır? Kendi vicdanına mı yoksa kamu vicdanı mânâsındaki “maşerî vicdan”a mı? İşte hakimlerin millet adına karar vermesi, maşerî vicdana dayanmasından kaynaklanmaktadır. Kamu vicdanını tartıp tanıyacak ve olaya uygulayıp adaletle hükmetmeye çalışacak olan “tek bir” hakim mi iyidir, yoksa birbirinin hatasının görüp gösterecek ve birbiriyle müzakere edecek olan çok sayıda hakimden oluşan bir mahkeme heyeti mi iyidir? Zaman şahıs zamanı değil, cemaat zamanıdır, cemaatin şahsı manevisi daha sağlamdır. Hiç şüphesiz, “heyet mahkeme” daha doğru yöntemlerle sonuca ulaşır, daha adil karar verir ve böylece kamu vicdanını da daha iyi tatmin eder. O halde, uygun dâvâlarda, imkân oldukça, yargılamayı heyet halinde teşkil edilen mahkemeler yapmalıdır. Böylece insanî adalette maşerî vicdana daha fazla yaklaşılacaktır. Bir soru daha: Hukuk kuralları denilen labirentlerden nasıl kurtulunacağını bilmeyen kişilerden hâkim olur mu? Hukukçuluğu ve hâkimliği “meslek” haline getiren şey şudur: Kurallar ve ayrıntılar çoğalmış ve aslında bir otoban gibi olması gereken hukuk yolu, hak denilen çıkışı arayan acemiler için, bir tür labirente dönüşmüştür. Gerçekten, hâkim olmak için aslında tarafsız ve âdil olmak yeter, uzman olmak gerekmez. Uzman olan, hukukun ayrıntılarında boğulmaz, daha hızlı ve daha kolay sonuca ulaşır, o kadar. Bir sorum daha var: Kendisini toplumdan soyutlamış olarak yaşayan uzmanların mahkemesi mi daha kuvvetle ve adaletle hükmeder, yoksa yine bir uzmanın reisliğinde çalışan ama halkın içinden gelen ve masum ve tarafsız olduğu yine halkın denetimi ile teyit edilen kişilerden oluşan heyet mi daha kuvvetle ve hükmeder? Yetişkin, sabıkasız ve dâvânın tarafları karşısında yeterince tarafsız olan citizen (şehirli, o yerin yerlisi) vatandaşlar arasından tesadüfî usulle seçilen on-onbeş kişilik heyet, hem olaya hem delillere, hem de karara, her mânâda “hâkim” olsa ne olur? Böyle bir jüri kamusal vicdanı temsil eder ve kamu güvenini ve adaleti göz önüne alarak suçluya suçsuza, haklıya haksıza karar verir. Hâkim de bu jürinin kararına dayanarak, suçun cezasına ve hakkın türüne ve miktarına karar verir. Böylece, yargılamada taraf olan herkes, karşısında tek bir hâkimi değil, kamu vicdanını bulur. Kararın hazmı da infazı da daha kolay olur. Elbette jüri sisteminin eksikleri ve olumsuz yönleri de vardır. Ama yukarıdaki soru ve cevaplardan da anlaşılacağı üzere, grupların kişilere nazaran daha güçlü olduğu gerçeği karşısında, adaletin kamu vicdanı ile ilgisinin kurulması gereken dâvâlarda, jüri sistemi daha uygundur. Bu arada bir hatıra: Florida’da bir ağır ceza dâvâsı duruşması izlemiştim. Hâkim salona girince herkes ayağa kalktı. Ardından hâkim jüriyi dâvet etti, onlar içeri girince bu kere hâkim de dahil bütün salondakiler yeniden ayağa kalkıp jüriyi selâmladılar. 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Statüko nasıl aşılacak? |
Anayasal değişikliklerle ilgili kanunların çıkarılması ve bazı kanunlarda değişikliklerin yapılması, artık anayasal bir zarûret… Her ne kadar Ekim’de açılacak Meclis’in gündeminde öncelikli olarak değişikliğe paralel yasaların çıkarılacağı söylense de, hükûmetin önceliğinin 2011 bütçesi olduğu görülüyor. AKP Grup Başkanvekili Canikli’nin, “Ocak ayına kadarki süreç, yeni bütçe çalışmalarıyla geçer. Haziran veya Temmuzda seçim yapılacağı dikkate alınırsa, önümüzde 4-5 aylık bir süre var” deyip, değişikliklere bağlı “uyum yasaları”nın aylar sonrasına bırakılacağı sinyalini veriyor. Ve iktidar cânibinden tıpkı referandum gibi bu kez uyum yasalarının seçim sürecinde siyasî propaganda da kullanılacağı intibâ-ı veriliyor. Oysa başta ombudsmanlık kurumumun kurulması, kadınlara pozitif ayırımcılık getirilmesi, mahkeme kararı olmaksızın yurtdışına çıkış yasağının kaldırılması, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının getirilmesi olmak üzere değişikliklerin çerçevesinin çizilmesi gerekiyor…
“YAŞ MAĞDURLARI”NIN DURUMU Bu konuda tartışılan en iddialı konuların başında, Yüksek Askerî Şûrâ kararlarının yargı denetimine tabi tutulması ve YAŞ mağdurlarının nereye dâvâ açacağı geliyor. Bilindiği gibi, bu hususta Anayasanın 125. maddesindeki “YAŞ kararları yargı denetimi dışındadır” hükmü aynen korunarak, “Ancak, Yüksek Askerî Şûrâ'nın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hâriç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır” ibâresi eklendi. “Terfi işlemleri” ve “kadrosuzluk nedeni” yargı denetimi dışında tutuldu. Ne var ki demokratik ülkelerde benzerine rastlanmayan bir biçimde sivil yargının yanı sıra “askerî yargı” duruyor ve yargıda “çift başlılık” devam ediyor. Buna göre YAŞ’ın ihraçlara karşı ancak Askerî Yüksek İdâre Mahkemesine (AYİM) başvurulacak. Subay Sicil Yönetmeliği’nin “Disiplinsizlik veya Ahlâkî Durum Nedeniyle Ayırma”ya dair bölümde bu vaziyetin açıkça belirlendiği, buna göre Anayasada YAŞ kararlarına karşı yargı yolunun açık olmasının bir anlam ifade etmeyeceği hukukçularca belirtiliyor. Bu açıdan sözkonusu mevzuat değiştirilmedikçe bu kez arkadan dolanarak askerî yargı yoluyla “disiplinsizlik”ten ya da “terfi” ve “kadrosuzluk” gerekçesiyle ihraçların örtülü bir biçimde devam edeceği endişesi haklılık kazanıyor. Konunun uzmanları, kuvvet komutanlıklarınca “disiplinsizlik” ve “ahlâkî nedenlerle” uygulanan ilişik kesme işlemlerine karşı dâvânın ancak AYİM’de açılabileceğini ifâde ediyorlar. Keza aynı maddeye konulan “yargı denetimi” hükmünün “geçmiş Şûrâ kararları için geçerliliği”nin yer almaması, tıpkı darbecilerin yargılanması için “zamanaşımı” kaydı gibi “geriye işleyeceğine” dair bir cümlenin eklenmemesi, daha baştan YAŞ kararlarından dolayı haksızlığa ve mağduriyete uğrayanların başvuru hakkını gasbediyor. Bu bakımdan “paket”in en hararetli savunucuları bile, YAŞ kararlarıyla ordudan atılan emekli edilen mağdurların nerede ve ne zaman dâvâ açacaklarının net olmadığından yakınıyorlar. Bundandır ki YAŞ kararlarına karşı başlatılacak hukuk mücadelesinin ilk adımının “dâvâ açmak” olduğunu bildiren hukukçular, uyum yasalarında mutlaka YAŞ kararlarına bakmakla görevli mahkemenin belirlenmesinin “dâvâ açma”nın önünün açılmasının önemini nazara veriyorlar.
“YÜCE DİVAN” YANILGISI… Diğer yandan, referandumda oylanan yeni değişiklikte, Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarının “Yüce Divan’da yargılanabilecekleri” kaydı getiriliyor. Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu aynen duruyor. Maddeye ilâve edilen “Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan’da yargılanırlar” şeklindeki fıkrayla, demokratik sivil idâre ve hukukun üstünlüğünde geriye gidiliyor. Böylece, Genelkurmay’ın bütün demokratik ülkelerdeki gibi Millî Savunma Bakanlığına bağlanması bir yana, Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, “üst bürokratlığın” üstüne geçirilip, “bakan statüsü” veriliyor. Cumhurbaşkanı, Meclis başkanı, başbakan ve bakanlar gibi, “Başsavcının izni”yle ancak Yüce Divan’da yargılanabilecekleri imtiyazı kazandırılarak; ileriye değil, burada da geriye gidilmiş olunuyor. Dahası Anayasada muhâfaza edilen “Yüce Divan’da savcılık görevini Cumhuriyet Başsavcısı veya Cumhuriyet Başsavcıvekili yapar” esasıyla, sözkonusu yargılanmalar için dâvâ açma yetkisi Başsavcılığa veriliyor. Peki bu haliyle, ileri sürüldüğü gibi statüko ve yargının resmî ideoloji güdümündeki jakoben rejim muhâfızlığı nasıl aşılacak? Âlâyı vâlâ ile ortaya atılan demokratikleşme, adalet ve hukukun üstünlüğü nasıl sağlanacak? Bu durumda, anayasal değişikliklere paralel olarak âcilen çıkarılması icâb eden yasalar büyük önem kazanıyor… Ve köklü yapısal değişikliklerin yer aldığı yeni sivil anayasanın yerini, bu tür yamaların tutmadığı, anayasanın düzelmediği, hak ve hürriyetlerin hayata geçirilmediği bir defa daha görülüyor… 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Medreseleri rahat bırakın |
Bile bile yanlış yapılmasını ve yapılan yanlışta ısrar edilmesini anlamak mümkün değil. Mardin’deki tarihî Kasımiye Medresesi’nde ‘defile’ yapılmak istenmesine haklı olarak karşı çıkılıyor. Fakat idarecilerimiz tepkileri dikkate almak yerine, “Mardin’in tanıtılmasına hizmet eder” diye medresede yapılmak istenen defileye destek olduklarını açıklıyorlar. Kasımiye Medresesi, Mardin’in gözbebeği mesabesinde tarihî eserlerinden biridir. Üstelik adı üstünde olduğu üzere orası sadece ‘tarihî bir yer’ olduğu için değil, bir ‘medrese’ olması bakımından da önemlidir. Nasip oldu, Mardin’e bir iki defa gittik ve Kasımiye Medresesi’ni ziyaret ettik. Allah kabul etsin, medresenin içindeki ‘mescid’de namaz kılmak da nasip oldu. Yetkililerin de açıkladığı üzere, o mescidde hâlen namaz kılınmasına da devam ediliyor. Peki, böyle bir mekânda ‘defile’ yapılması uygun mudur? Maksat Mardin’i tanıtmak ise, çok daha uygun yer ve mekânlar bulunabilir. Yıllarca eğitim yuvası olmuş tarihî bir mekânda ‘defile’ yapılmak istenmesi kim ne derse desin vicdanları yaralar. Hatırlamak lâzım ki, geçen Haziran ayında da yine o mekâna uymayan bir ‘bienal’ yapılmış ve yine tepki görmüştü. Üstelik o bienaldeki ‘sanat gösterisi’nden valinin de canının sıkıldığı ifade edilmiş ve konu ile ilgili haberler gazetelerde (Milliyet, 6 Haziran 2010) yer almıştı. 25 Eylül Cumartesi günü yapılması planlanan ‘defile’ye Mardinliler de tepki göstermiş. Medresede defile yapılmasına tepki gösterenlerden biri de Mardin-Diyarbakır Metropoliti (Süryanilerin temsilcisi) Saliba Özmen olmuş ki onun tepkisi çok anlamlı. Metropolit Özmen şöyle demiş: “Manastırlarımızda bu gibi gösterilere izin vermem. Allah’ın anıldığı mekânlarda bunlar uygun değildir.” (Hürriyet, 22 Eylül 2010) Bu beyandan çok daha önce Kasımiye Medresesini savunmak acaba Diyanet camiasına düşmez miydi? Bu saat itibarıyla o camiadan bir açıklama duymadık. Bundan sonra yapılmış olsa bile bir mânâ ifade eder mi? Kasımiye Medresesi bir ‘medrese’ ise ki öyledir ve içinde hâlâ namaz kılınmaktadır. O halde o mekânda bir ‘defile’ yapılmasına gerek yoktur. Mardin’in tanıtılması isteniyorsa daha uygun yer ve mekânlar bulunabilir. Türkiye’yi idare edenler yanlışta ısrar etmesin ve bu defileyi başka bir yerde yapsın. Aksi tavır hem Mardinlileri, hem de bütün Türkiye’yi üzer. İlahiyat ve Diyanet camiasının böyle gelişmeler sırasında susması hayra alâmet değil. Bugün konuşmayacaklarsa, hangi gün konuşmayı düşünüyorlar? Medreseleri rahat bırakın... 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Başörtüsü ve asker |
Başörtüsü yasağının özellikle asker kaynaklı—veya başka merkezlerce tezgâhlanıp ona mal edilerek ve o öne çıkarılarak uygulamaya konulan—bir garabet olarak gündeme gelip hâlâ aynı şekilde devam ediyor olması, milletin gözündeki asker imajını yaralayıp zedeleyen ve sarsan en önemli sebeplerden biri. Bunu şimdiye kadar defalarca yazdık. Ama ne yazık ki, bu uyarılara kulak verilmedi. İrtica gerekçeli YAŞ ihraçlarında eşlerin başörtülü olması, öncelikli sebeplerden biri olarak gösterildi. Ve birçok TSK personeline, “Ya eşine başını açtıracaksın ya da atılacaksın” denildi. Başörtülü eşlerden, ölümcül hastalıklarla mâlûl olduğu halde askerî hastanelere alınmayıp tedavi edilmeyerek ölüme terk edilenler oldu. Başörtülüler askerî sosyal tesislere alınmadı. Başörtülü asker anneleri ve yakınları, temel eğitimi tamamlayan evlâtlarının yemin törenini telörgüler arkasında izlemek zorunda bırakıldı. Şehit cenazeleri dışında, askerlerin katıldığı hiçbir organizasyona başörtüsüyle girilemedi. Org. Karadayı devrinde verilen “yaşlı anneye eşarp izni” dahi, örtüler çözdürülüp uçları “tavşan kulağı” şeklinde sarkıttırılarak uygulandı. Resmî bayramlarda tertiplenen resepsiyonlara eskaza bir-iki başörtülünün de katıldığı görüldüğünde, askerler toplu halde o mekânı terk ederek “boykot ve protesto” gösterileri yaptılar. Yasak, imam hatip liselerine Millî Güvenlik dersleriyle taşınırken, uygulama bu dersleri veren subaylar aracılığıyla takip ve kontrol edildi. Aynı yasak ilâhiyat fakültelerinde uygulamaya konulup “son kale” olan Marmara İlâhiyat'a da intikal ettirildiğinde, sırf bunu sağlamak için oraya getirilen dekan, 1. Ordu Komutanı tarafından ziyaret edilerek, açık destek mesajı verildi. Örnekleri ilânihaye sıralamak mümkün. Ama bu kadarı, hafıza tazelemek için yeterli. Özellikle 1994’ten itibaren yoğunlaşıp 28 Şubat’la birlikte had safhaya ulaşan ve maalesef halen devam eden çok sıkıntılı bir durum bu. Lâfa gelince, “Efendim, bizim başörtüsüyle hiçbir sorunumuz yok, biz siyasal İslâm ideolojisinin simgesi olan türbana karşıyız” denilegeldi. Ama bu saptırma ve demagojiyi hiçbir zaman benimsemeyen millet, yasağı da tasvip etmedi. Buna rağmen, asker, yüksek yargıdan ve bir kısım akademisyenlerden aldığı “laik fetva”lara dayanarak, yasaktaki ısrar ve inadını sürdürdü. Böylece, kendi bindiği dalı kesen Nasreddin Hocanın durumuna düştü. Milleti gücendirdi. Aslında kurmay zekâsının bu durumu görmemesi mümkün değildi. Ama “siyasal İslâm” korkutmacasından mı, yoksa laikçilik saplantısından mı bilinmez, izahı çok zor, hattâ imkânsız bir “akıl tutulması” sonucu bu hale düşüldü. “İrtica duyarlılığı” yüksek bir emekli komutanın, hem de Cumhuriyet gazetesine söyledikleri, bu noktada çok gecikmiş bir itiraf niteliğinde. “Bana sahip çıkılmadı” diye istifa eden Deniz Harp Komutanı Tuğa. Türker Ertürk diyor ki: “Yıllarca büyük hatalar yaptık. Yıllarca bu başörtüsü meselesine taktık. Başörtüsü meselesi yasakladıkça, engelledikçe demokrasi mücadelesine dönüştü. Hata yaptık...” (21 Eylül 2010) Emekli komutana “Günaydın” da diyebiliriz, “Hatayı itiraf da fazilettir, zararın neresinden dönülürse kârdır” diyerek tebrik de edebiliriz. Ancak önemli olan, bir emekli komutandan sâdır olan bu itirafın, kurumsal olarak Genelkurmay tarafından da benimsenip paylaşılması. Aslında Genelkurmay, bir ara, açıktan olmasa da başörtüsü yasağının asker dayatmasıyla devam ettiği imajından rahatsızlık duyduğunun işaretlerini verir gibi olmuş, ama arkasını getirememişti. Ama artık bu yükü daha fazla taşıyamaz, taşımamalı. Zira yıpranan kendisi oluyor. Anlamsız, mantıksız, hukuksuz ve vicdansız bir yasakta ısrar etmek, ordumuza yakışmıyor. Vazgeçsin; o da rahatlar, bütün Türkiye de. Ve bir utanç sayfası daha kapanmış olur. 23.09.2010 E-Posta: [email protected] |