Ali FERŞADOĞLU |
|
Yapımız ve hayat şartları inanmayı gerektirir |
Gözümüz görmeye, kulağımız işitmeye, dilimiz tatmaya göre dizayn edilmiş. Aklımız, zihnimiz anlamaya, idrak etmeye, kalbimiz inanmaya, vicdanımız teşekkür etmeye göre... İnsanın en küçük iyiliğine teşekkürle mukabele eden insan, elbette kendisini hiç yoktan yaratıp muhteşem duygular ve sayısız nimetler verene karşı teşekkür etmelidir. Öte yandan rûhumuza yüksek istidat ve kabiliyetler takılmış. Dolayısıyla mîzaç ve yapı itibariyle sayısız meyil, arzu, istek, beklenti, fikir taşırız. Bundan ötürü de en güzel, en kaliteli, en kıymetli, en süslü şeylere meyledip; yaratılışımıza yakışan bir standart ve üstün bir şerefle hayatımızı sürdürmek isteriz. Başta emniyet içinde “yaşama-korunma-barınma çeşitli yiyecek-içecek-giyecek“ gibi temel ve bunun yanında sayısız şeylere muhtacız. Bunları yalnız başımıza karşılayabilmemiz için ihtiyaçlarımız adedince mesleklere sahip olmamız gerekir. Halbuki, ancak bir iki dalda meslek ve ihtisas sahibi olabiliriz. Diğerlerinde cahil, gabî, habersiziz. Çok şeylere muhtaç, bütün san'atlarda maharet ve beceri sahibi olamayız. Bu, üretimi, paylaşımı, değiş-tokuşu kaçınılmaz kılar. Öyle ise, teşrik-i mesâi ile işleri ortaklaşa tanzim etmeye ve iş bölümü ile çalışmaya mecburuz. Bu ise, adaleti gerektirir. Ancak, yine “insan” vasfımızın ortaya çıkabilmesi için rûhumuza sınırları çizilmemiş “akıl, gadap ve şehvet” gibi üç temel duygu yerleştirilmiştir. Akıl, bir şeyin zararlı ve faydalı olduğunu anlama, ölçme-değerlendirme âletidir. Kuvve-i şeheviye, menfaatli olan şeyi çekerken; gadabiye ise, her türlü zararlı nesneyi itme, def etme gücüdür! Serbest bırakılan bu duyguların, “ifrat-vasat ve tefrit” diye üç mertebesi; onların da pekçok dereceleri vardır. Bize “insan kimliği” kazandıran, bu kuvvetleri “hür irâde“mizle istediğimiz gibi yönlendirmemizdir. Aksi halde, makamı, istidat ve kabiliyetleri sabit; alacağı zevk ve lezzeti sınırlı, yani ya melek veya hayvan seviyesinde kalırdık! Vasat mertebeleriyle gerçek insaniyeti kazanırız. İşte, insanlar, üretimlerini paylaşırken; araya hududu çizilmemiş bu duyguların “aşırı” mertebeleri giriyor. Aldatma, zulüm, haksızlık, işkence, nâmusları paymal, şiddet, terör ve kirlilik, bu duyguların ifrat veya tefrit mertebelerinden kaynaklanmaktadır. Bu temel duyguları “vasat” mertebeye çekecek program lâzımdır. Bunu da kendisinin dışında ve üstünde bir merciin, makamın yapması gerekir. Çünkü, insan, kendisini, duygularını bile tam olarak bilmiyor, tanımıyor. Meselâ akıl, bir anlama âleti olduğu halde; henüz kendi mahiyetini tam kavrayabilmiş değil. Nerede kaldı ki diğer duygularımız dahil, kâinattaki varlıkların sırlarını, mahiyetlerini yalnız başına çözebilsin! Olumlu ve olumsuz duygularla bezenmiş, taraflı davranan ve tabiatı medenî olan insanın, tecavüz, zulüm ve haksızlıkları önlemek için adâlete ihtiyacı vardır. Fakat, aklı kısa, fikri kısa; bencil-egoist olduğundan, meselelere yaklaşımı nefsî, indî, hissîdir. Çünkü, insan yaratılışı itibariyle evvelâ ve bizzat kendisini sever; kendisinden yana yontar. Bu halleri aşıp yüksekten bakıp adâleti temin edemez. Teşebbüs etse de, herkesi tatmin edici, bağlayıcı ve tesirli olamaz. (Ki, yukarıda bahsettiğimiz kuvvetlerin ifrat ve tefriti dengeyi bozmaktadır.) Öyle ise, her şeyi kuşatıp bilen, gören; ölçü ve dengeyi sağlayacak, tarafsız bir “adâlete” ihtiyaç vardır. Gözün güneşe ihtiyacı olduğu gibi, aklın da kendisinden daha üstün ve kuşatıcı bir akıldan istifâde etmesi gerekmez mi? Öyle bir akıl da, “kanun” şeklinde olur. Öyle bir kanun da, herkesi bağlayan, kestiği parmak acımayan şeriat, dediğimiz kanundur. Kanun, kendi başına icra-ı faaliyet edemez. Yâni, bir kanun ne kadar mükemmel olursa olsun, işleri kendi başına tanzim edemez. Yani, mutlaka o kanunun tesir ve uygulamasını temin edecek bir merci, bir sahip lâzımdır. O da ancak peygamberdir. Peygamber olan zât da, halk üzerindeki gizli-açık hâkimiyetini devam ettirebilmesi için, maddî-mânevî açıdan bir ulviyete, imtiyaza, üstünlüğe sahip olmalıdır.1 İşte insanı tanıtacak, mahiyetini bildirecek, duygularını dengeleyip “vasat-orta” yola çekecek öyle bir akıl, sadece peygamberlerde mevcuttur. Çünkü, onların “akıl, ismet/günahsızlık, hatasız, doğru, fetânet/zekâ, keskin kavrayış; emânet/dürüst ve tebliğ/duyurma” gibi üstün sıfatları vardır. Bunun yanında “mu’cize”lerle de donatılmış ve insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kendilerine “vahiy-din” verilmiştir. 17.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |