Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Namaza dört elle sarıl. Çünkü o cihadın üstünüdür. Günahlardan da uzak dur. Çünkü bu en faziletli hicrettir.
Câmiü's-Sağîr, No: 2678 |
17.12.2009 |
Mü’minler arasındaki ayrılık, hayat-ı beşeriye için zehirdir
Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimâiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı vechini beyan ederiz.
Birinci Vecih Hakikat nazarında zulümdür. Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz. Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.
İkinci Vecih Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslâhına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek." (Buhârî, Edeb: 57, 62) Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer. Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın. Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.
Mektûbat, 22. Mektub, 1. Mebhas, s. 253)
LÜGATÇE:
nifak: 1- Görünüşte Müslüman gibi davranıp aslında kâfir olma, iki yüzlülük, münafıklık. 2- Ara bozukluğu. şikak: Uyuşmazlık, anlaşmazlık, bozuşma. adâvet: Düşmanlık. haset: Kıskançlık, çekememezlik. insaniyet-i kübrâ: En büyük insanlık. hayat-ı içtimâiyece: Toplumsal hayat açısından. merdut: Reddedilmiş. vücuh: Vecihler, yönler, yüzler. vec(i)h: Yüz, yön, tarz. gark: Suya batma. ihrak: Yakma. hane-i Rabbâniye: Allah’a ait olan ve O'nun terbiyesindeki ev. sefine-i İlâhiye: İlahî gemi, Allah’ın gemisi. sıfat-ı mâsume: Masum sıfat. hane-i mâneviye-i vücud: Vücudun manevî evi. şenî: Fena, kötü, çirkin. |
17.12.2009 |
Hicret devam ediyor
İslâmdan önce Arabistan’da yaşayan Arapların belli bir takvim ve tarih sistemleri yoktu. Tarih tesbiti bazı büyük ve mühim hadiseler esas alınarak yapılıyordu. Meselâ eski Araplar mühim savaşların yapıldığı zamanları tarih başı kabul ederlerdi. Bunlar arasında Husûs Harbi, Ficar Savaşı ve Zikar Günü gibileri pek meşhurdu. Son olarak da “Fil senesi” ismini verdikleri yılda Yemen Kralı Ebrehe’nin ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yıkmak istediği hadise, takvim başı olarak kabul görüyordu. Bu hadise, Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya teşriflerinden 54 gün önce vuku bulmuştur. Ay hesabına göre Arapların kullandığı on iki ay, sırayla şunlardı: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülâhir, Cumâdelûlâ (Cemâziyelevvel), Cumâdelâhire (Cemâziyelâhir), Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkâde, Zilhicce. Araplar bu on iki ayı sırayla takip etmekle birlikte senelerin sayısında ihtilâf ediyorlardı. Çünkü belirli bir takvim başlangıcı esas alınamıyordu. Umumiyetle o zaman göçebe bir hayat yaşamakta olan Arap kabilelerinin belki de buna pek ihtiyacı yoktu. Fakat ne zaman ki, İslâmiyet geldi, kısa zamanda birçok beldeleri hâkimiyeti altına aldı. Bütün müesseseleriyle bir İslâm devleti teşekkül etti. O zaman bir takvim ihtiyacı da zarurî bir hal aldı. Çünkü idarî işleri tanzimde birçok aksaklıklar sırf bu yüzden meydana gelmekteydi. Rivayete göre, bir defasında Hz. Ömer (ra) halife iken kendisine bir borç senedi getirildi. Alacaklı ile borçlu bu senedin tarihi hakkında ihtilâfa düşmüşlerdi. Alacaklı senedin üzerindeki “Şaban” ayı yazısının bu yıla ait olduğunu söylerken, borçlu da gelecek yıla ait olduğunu iddia ediyordu. Bu ve bunun gibi karışıklıklar üzerine Halife Hz. Ömer, şûrâ meclisini topladı. Meseleyi onlara anlatıp, bir tarih tesbitinin zaruretini ortaya koydu. Bunun üzerine Ashab arasında bu mesele görüşüldü. Çeşitli teklifler ileri sürüldü. Bazıları diğer milletlerin tarih ve takvim başlangıçlarını teklif etti. Sa’d bin Ebî Vakkas, Resûlullahın (asm) vefâtının tarih başlangıcı olmasını, Hz. Talha da (ra) bi’setin, yani Peygamberlik vazifesinin Allah Resûlüne verilmesi hadisesinin esas alınmasını teklif etti. Hz. Ali’nin (ra) teklifi ise, Hicretin tarih başlangıcı olarak alınması idi. Bu arada bazı Sahabîler, Peygamber Efendimizin (asm) doğum tarihinin esas alınmasını ileri sürmüşlerdi. Bütün bu teklifler müzakere edilerek gözden geçirildi. Sonunda Hz. Ali’nin (ra) teklifi olan Hicretin tarih başlangıcı olması ittifakla kabul edildi. Bilindiği gibi, Hicret 12 Rebiülevvel 622’de vuku bulmuştu. Ancak Araplarda öteden beri Muharrem ayı sene başı olarak kabul gördüğünden, aradaki iki aylık bir küsûrat nazara alınmadı. Böylece 1 Muharrem 622, Hicrî birinci yılın başı oldu. Hicrî takvim, kamerî aylara göre yapıldı. Ancak hicrî sene güneş yılından yaklaşık on gün kadar daha az olduğundan güneş senesine göre otuz üç senede bir sene fark yapmaktaydı. Bu sebeple muâmelatta bazı zorluklar oluyordu. Binâenaleyh daha sonraları rumî takvim ismiyle bir güneş takvimi vücuda getirilmiştir. Namaz vakitleri ve arazi mahsullerinin zekâtı güneşe göre, oruç ve hac ibadetleri ise kamerî takvime göre tertip edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân’da ayın insanlara takvimcilik yapma maksadıyla yaratıldığını, haccın vaktini bildirdiğini ifade buyurmaktadır.1 Diğer birçok teklif yanında Hicretin tarih başlangıcı olarak kabul edilmesi üzerinde biraz durmak lâzımdır. Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki, Sahabîlerin Hz. Ömer (ra) devrinde Müslümanlar için bir takvim tesbit ederken, daha birçok ehemmiyetli hadise arasından, Peygamber Efendimizin (ra) Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarihi esas almaları, hadise olarak Hicrete atfettikleri büyük ehemmiyeti gösterir. Diğer taraftan Hicret, İslâm inkilâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicrete kadar geçen dönem mahkûmiyet ve mazlûmiyet altında yaşanan eşi görülmemiş bir sabır ve metanet devresidir. Hicret, bu sabır ve metanetin İslâm mukaddesatına menfî tesirlerden başka bir şey getirmeyeceğinin anlaşılması ve İlâhî müsaade üzerine tahakkuk etmiştir. Böylece Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslâmı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten Hicretle hem Müslümanların şahısları kurtulmuş, hem de şahıslarında İslâmiyet kurtulmuştur. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni taraftarlarla kısa zamanda kuvvetlenme imkânına kavuşmuştur. Hicret eden mü’minlere “Muhacirler” ismi verilmiş ve bunların faziletlerinden pekçok bahsedilmiştir. Bu sebeple hicretin İslâm tarihinde yeri büyüktür. Herkes bu fazilete sahip olma arzusunu içinde taşımıştır. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (asm) hicretin sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere münhasır bir fazilet olarak kalmaması, gelecek asır insanlarının da bundan hisse alması için “hicret”i bir mefhum olarak değerlendirmiştir: “Hakikî muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.” 2 “Hicret, kötülüğü terk etmendir.” 3 “Hakikî muhacir, hata ve günahları terk edendir.” 4 “Gerçek muhacir Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.” 5 Bir defasında hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resûlullâhın (asm) verdiği cevap şu olmuştur: “Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir.” 6 Görüldüğü gibi Hicret, mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarih hadisesi olarak kalmamış, bir irşad mefhumu olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bu gerçeği çok daha açık ifade etmektedir: “Mekke fethinden sonra hicret yok, ancak (aynı derecede sevap olan) cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman (severek) koşun.”7 Bu sebepledir ki, Ashab tarih tesbitinde Hicret üzerinde ittifak ve icmâ etmişlerdir. Müslümanlar o günden bugüne yılbaşını bu eşsiz hadiseye dayandırarak gelmişlerdir. O günden bu güne 1429 yıl geçti. Dalâletten hidayete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kurdetine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir. İslâmın 15. asrında bir buçuk milyar Müslüman, aynı dâvâya gönül vermekte ve hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.
(Kâzım Güleçyüz, Üç Aylar ve Kandillerimiz)
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 189. 2- Buhârî, Rikak, 26. 3- Müsned, 4, 114. 4- İbni Mace, Fiten, 2. 5- Ebû Davud, Vitr, 12. 6- Müsned, 2. 160, 191. 7- Müslim, İmâret; 85. |
17.12.2009 |
Edep yâhû!
Edep, güzel terbiye, iyi anlayış, güzel ahlâk, nezafet, zarafet gibi mânâlara gelmekle beraber; dinî kurallar, âdâb-ı muâşeret ve gelenek görenek gibi mânâlar da taşımaktadır. Bunun yanında, edep, elde edilen ilim irfan ve genel kültürün, mânâsı ve makamı dairesinde hayata yansıması, topluma katkı sağlamasıdır. İslâm âlimlerinden Muhammed b. Tayyip el-Fâsî, edebi, “ona sahip olan kişiyi küçük düşürücü durumlardan koruyan meleke” şeklinde tarif etmiş; Ahmed b. Muhammed el-Mukrî ise, “nefsin eğitimi ve huy güzelliği” olarak yorumlamıştır. Dinimiz, baştan başa edeptir. Bu yönüyle edep, kulun kendisini Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine tabi kılması, O’nun razı olacağı güzel ahlâka sahip olmasıdır. Bir hadis-i şerifte, “Sizin en iyi olanınız, ahlâkı en güzel olandır” buyruluyor. Birçok meziyeti içinde barındıran Kur’ânî ahlâk, edebin tâ kendisidir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî, “Gözünü aç, Kur’ân’ı edepten ibaret göreceksin” cümlesiyle edebin Kur’ân ahlâkı olduğuna işaret ediyor. Hz. Ömer (ra), “Edep ilimden önce gelir” buyuruyor. Kendisi çok heybetli olduğu halde, edebinden dolayı, Resûlullah’ın (asm) huzurunda çok yavaş konuşuyordu. Peygamber Efendimiz (asm) ise bir kimsenin yanında iki diz üzerine oturur, ona saygılı olmak için bacağını dikip oturmazdı. Said Nursî, insanlığa rehber Peygamberimizin (asm) ahvalini tarif sadedinde: “Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın” diyor. Toplum hayatının her şubesinde, her hâletinde, her hareketinde edebe ihtiyacımız var. Oturmada kalkmada, yemede içmede, konuşmada susmada edebi hayatlandırmak; nezaketi, nezafeti hayat tarzımız yapmak topluma katkı sağlar, hayat kalite bulur; Mevlâ da memnun olur. Güzel tutum ve davranışlar manzumesi olan edep, dinin de istedikleri. İnsanlara insanca ve lâyık oldukları davranışta bulunmak bir cihette sadaka, bir bakıma sevaptır. Peygamberimizin (asm) “Her maruf şey sadakadır” hadisi, güzel davranışlardan hiçbirinin zâyi olmadığını, mutlaka bir ecrinin bulunduğunu ifade ediyor. Hz. Mevlânâ: “Fark der cism-i benî âdem ü hayvan edep” yani: “İnsanla hayvanı birbirinden ayıran fark, edeptir” diyor. Hazret-i Lokman’a, “Edep, asalet, mal ve ilim hangisi daha üstündür?” diye sorulduğunda, Hz. Lokman: “Edep asaletten, ilim maldan hayırlıdır” buyurur. Allah, vahiy ve ilham ile Peygamberini, Peygamber de ümmetini edeple terbiye etmiş. Allah’ın Peygamberine öğrettiğine “İlâhî edep”, Peygamberinin ümmetine öğrettiğine “Muhammedî edep” denir. Risâle-i Nur Külliyatında, “Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm ferman etmiş” ibaresiyle nakledilen bir hadis-i şerifte Nebî-i Zîşan: “Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş, edeplendirmiş” buyuruyor. Birçok hayır ve faziletin kaynağı olan edepli davranışa tasavvufî hayatta çok önem verilmektedir. Bunun içindir ki sûfîler, zarafet ve nezaket kaynağı olan bu anlayışı çok sık kullandıkları “Edep yâhû!” sözüyle taçlandırmışlar. Edep yâhû, birçok “hattat”a konu, pek çok “duvar”a levha olmuştur. Arzulanan: Edep denen inceliğin başlara sertâc olması. Hayatta uygulanması… Edep bir tâç imiş nûr-i Hüdâdan Giy ol tâcı emin ol her belâdan.
ALİ RIZA AYDIN - [email protected] |
17.12.2009 |