Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
AB aynası |
Tek görevi, başmüzakereci sıfatıyla AB sürecinde yapılması gereken çalışmaları takip ve koordine etmek olan bir bakanın yılbaşından itibaren kabinede yer almasına rağmen AB cenahında hâlâ hareketlenme yok. Gerçi Bakan Bağış çok iş yaptıklarını söylerken, yerli içkilerle ithal içkiler arasındaki vergi dengesizliğini giderip Nazım Hikmet’e itibarını iade etmelerini de AB reformları olarak niteliyor. Ama çözüm bekleyen temel konularda kayda değer bir gelişme yok. Dahası, artık ne anayasa reformundan bahsediliyor, ne de diğer yapısal düzenlemelerden. Son günlerde öne çıkan açılım bahsinde bile, gerekli anayasa değişiklikleri “uzun vadede yapılacaklar” arasında zikredilirken, sürpriz bir gelişme olup da erkene alınmazsa 2011'de yapılacak seçim sonrasına erteleniyor. Çünkü 22 Temmuz seçiminin ortaya çıkardığı ve 29 Mart yerel seçimiyle daha da kilitlenen dört partili Meclis tablosuyla, referandumsuz anayasa değişikliğinin yapılması mümkün değil. Her ne kadar Arınç, gerekirse referanduma gitmekten kaçınmayacaklarını söylese de, iktidar partisinin genel havası pek öyle göstermiyor. Haddizatında Türkiye’nin ihtiyacı, yürürlükteki ihtilâl anayasasını tamamen tedavülden kaldırıp, AB normlarına uygun yeni, demokratik ve sivil bir anayasayı ikame etmek iken, hükümet tarafından defalarca, mükerreren değiştirilip ertelenen tarihler de verildiği halde mevcut anayasada iki seneyi aşkın zamandır birkaç maddelik değişikliğin dahi yapılamaması tuhaf değil mi? Oysa herşey bir tarafa, AKP hakkındaki kapatma dâvâsında Anayasa Mahkemesinin verdiği karar açıklanırken, Başkan Haşim Kılıç’ın yaptığı çağrının gereği olarak, hemen akabinde, hiç değilse, anayasanın parti kapatmayı düzenleyen maddesinin değiştirilmesi icab etmiyor muydu? Garip, ama şimdiye kadar o bile yapılamadı. Böylece, aynı karardan çıkan “ağır ihtar” mesajıyla iktidar partisini kıskacına alan yargı vesayetinin, AKP’yi, öncelikle kendisini ilgilendiren en hayatî bir konuda bile adım atamaz hale getirdiği, açık şekilde gözler önüne serilmiş oldu. Eğer AB sürecinin gerekleri, Brüksel’den müzakerelere başlama tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten sonra daha da hızlanan bir ivmeyle yerine getirilseydi, demokratik standartlar açısından bugün çok daha farklı bir noktada olurduk. Ama ne yazık ki, tam tersi oldu. Reformlar için gaza değil, frene basan hükümet, o gün bugündür, ayağını frende tutmaya devam ediyor. Kapsamlı ve yapısal AB reformları çerçevesinde toptan çözülebilecek sorunlardan bazılarını—başörtüsü yasağı gibi—öne çıkararak, yanlış yöntemlerle “çözme” girişimlerinin tıkanıp aksülamel yaparak öngörülemeyen çok daha kritik ve büyük sorun ve badirelere yol açması bundan. Onun içindir ki, AB ile üyelik müzakerelerine başlayalı dört yılı geçtiği halde kayda değer bir mesafe alamadık; iktidar partisine kapatma dâvâsının açılabildiği, asker ve yargının alenen siyaset yapabildiği bir ülke olmaktan kurtulamadık. Ve yine bu sebepledir ki, AB’nin 2009 Türkiye’si için hazırladığı ilerleme raporunda, “Asker siyasete ve yargıya baskı yapıyor; yüksek yargı tarafsızlıkla bağdaşmayan tavırlar sergiliyor; Şemdinli Savcısının ihracı, HSYK’nın bağımsızlığı hakkında şüphe uyandırıyor” gibi tesbitlerle, demokrasi ve hukuk ayıplarımıza ayna tutuluyor. Keza, güya AB’ye uyum çerçevesinde değiştirilen TCK’nın 301 ve 216 başta olmak üzere birçok maddesi, Atatürk’ü koruma ve Türk harfleri kanunları gibi yasal mevzuat ile ifade özgürlüğüne yönelik baskıların sürdüğü; gazeteci, yazar, akademisyen, fikir adamı ve siyasetçilerin soruşturma, yargılanma ve mahkûmiyet riskiyle karşı karşı oldukları gerçeği yine yüzümüze vuruluyor. AB cenahındaki bize yönelik engellemelere kızarak bu gerçekleri örtbas edemeyeceğimiz gibi, onları aşmanın şartının da bu ayıplardan kurtulmak olduğunu daha fazla gözardı edemeyiz. 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |