Faruk ÇAKIR |
|
Kavga eden kaybeder |
Coğrafî bilgilere göre Türkiye ‘yarım ada’ olarak kabul edilebilir. Nihayetinde ‘Avrupa yakası’ hariç tutulursa üç tarafımız; Akdeniz, Marmara ve Karadeniz’le kaplı. Bu avandajımızı ne ölçüde değerlendirebildiğimiz ayrı bir bahis, ama düne kadar etrafımızın denizlerle değil, ‘düşman ülke’lerle sarıldığını söylendi. Yıllardan beri ilk okul ders kitaplarında anlatılanları bugün bile hatırlıyoruz: Sağımız düşman, solumuz düşman, önümüz düşman, ardımız düşman! Rusya düşman, Ermenistan düşman, İran düşman, Irak düşman, Suriye düşman, Yunanistan düşman, Bulgaristan düşman... Bu anlayışla Türkiye’ye ‘yarım ada’ değil, ‘Dört bir tarafı düşmanlarla çevrili bir ada’ demek daha doğru olurdu! Bazı ayrıntılarda değişiklik olmuş olsa da, bugünkü eğitim sisteminin de “etarfımız düşmanlarla çevrili” anlayışında olduğunu söyleyebiliriz. Peki hakikat bu muydu? Elbette ‘düşman’larımız da vardı, ama şu dünyada hiç ‘dost’umuzu yok muydu? Ya da bunca ‘komşu düşman’ın varlığında kabahat hep başkasında mıydı? Elbette komşu ülkelerin bir kısmıyla geçmiş yıllarda savaşlar yapılmıştır. Ama nihayetinde ‘barış’ sağlanmışsa, iyi niyetli olanlara düşen; bu barışı daha da geliştirmek, kuvvetlendirmek değil miydi? Bir ‘barış havzası’ oluşturmak, her ülkenin menfaatine uygun olan yol değil mi? Bilhassa halkı Müslüman olan ülkelerle olan ‘kavga’mızı anlamak kolay değil. Komşu ülkelerde yaşayan insanların aynı kıbleye yönelmesi, komşu ülkeler arasında kurulması muhtemel barışın daha sağlam temellere oturmasına sebep olmaz mı? Çok değil, 20 yıl önceki gazetelerle bu günkü gazeteler yan yana konulsa yıllardan beri ne tür yanlışlar yapıldığı ap açık bir şekilde görülür. Meselâ bugün ‘vize’siz ziyaretin mümkün olduğu Suriye ile neredeyse savaş hali yaşamışız. Türkiye’yi idare edenler her fırsatta komşularımızla aramızın düzelmesini değil, soğukluğun devamını istemişler. Elbette bunda sadece kabahati Türkiye’yi idare edenlerde aramak doğru olmaz. Bazı komşularımız da Türkiye’nin aleyhinde kurulan tuzaklara maalesef gönüllü ev sahipliği yapmışlar. Komşularımızla irtibatsızlığı o noktaya taşımışız ki, bazılarına ‘turist’ olarak gitmek bile ‘suçlu’ kabul edilmek için yeterli sayılmış. Son aylarda komşularımızla aramızdaki ihtilâfların azaltıldığı malûm. Ama bunu da yeterli görmemek lâzım. Meselâ komşu ülkelerde üniversite okuyanların çoğunu, belki de tamamını hâlâ ‘denk’ kabul etmiyoruz. Bu uygulama aramızdaki işbirliğini dinamitlemez mi? 28 Şubat sürecinin bir uygulaması olan bu kararın hâlâ yürürlükte olması da ayrı bir garabet! Türkiye’nin komşularıyla kavga etmemesinden sadece kendisinin değil, komşularının ve dolayısı ile dünyanın da menfaati var. Geçmış yıllarda çıkartılan “sun’î krizler”i bir yana bırakıp samimî dostluk kurmak ve var olan işbirliğini geliştirmek maddî anlamda da bize fayda sağlar. Türkiye’nin ekonomik krizi ‘daha az zarar’la aşabilmesi biraz da komşularımızla geliştirilen ekonomik işbirliğine bağlıdır. Ülkemizi “çevresi düşmanlarla çevrili kara parçası” değil, “denizlerle kaplı yarım ada” haline getirmek en iyisi... 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |