Mehmet KARA |
|
Tarih yapılırken... |
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ermenistan açılımını “Tarih yazmıyoruz, tarih yapıyoruz” şeklinde özetliyor. Gül, geçen yıl, Ermenistan-Türkiye birinci karşılaşmasına giderek normalleşme sürecini başlatma çabalarının ardından Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın Türkiye ile Ermenistan Dışişleri Bakanlarının iki ülke arasındaki ilişkilerin “normalleştirilmesi”ni hedefleyen protokolleri Cumartesi akşamı imzalamalarının ardından Türkiye-Ermenistan arasındaki dünya kupası elemesi karşılaşmasına gelmesinin aynı iradeyi gösterdiği söyleniyor. Şimdi soru, imzalanan protokolle ve Ermeni Cumhurbaşkanın Türkiye’ye gelmesi iki ülke arasındaki ilişkileri yumuşatıp yumuşatmayacağında düğümleniyor. İki ülke Dışişleri Bakanı tarafından imzalanan protokolde, Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik temas başlatılması ve iki ülke arasında kapalı bulunan sınırların açılması hedefleniyor. Protokollerin imzalandığı törenin son dakikalarında yaşanan anlaşmazlıklar dolayısıyla üç saat gecikmesi “sancılı” imzalandığını gösteriyor ki, bu normalleşme çabaları pek de “kolay” olmayacak. Protokol imzalanmasına imzalandı. Ancak özellikle Türkiye ve Azerbaycan’ın Ermenistan’ın işgal ettiği Dağlık Karabağ’dan çıkması “şartı” ile ilgili bir ilerleme yok. Başbakan Erdoğan, Azerbaycan’a güvence verirken, “Bizim tek millet, iki devlet anlayışımız aynen devam etmektedir. Azerbaycan’ın özellikle Yukarı Karabağ konusundaki hassasiyeti aynen hassasiyetimizdir. Ermenistan işgal altındaki Azerî topraklarından çekilmediği sürece Türkiye bu konuda olumlu bir tavır içerisinde olamaz. Azerbaycan meclisinde söylediğim sözlerimin arkasındayım” derken, TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Murat Mercan, “Yukarı Karabağ ve işgal edilmiş Azerî topraklarıyla ilgili meseleler çözülmeden, TBMM’nin bu protokolleri onaylaması beklenmemeli” diyor. Türkiye tarafı, bu tür beyanlarda bulunurken Ermenistan yetkililerinden bu konuda her- hangi bir “açılım” gelmiyor. Sarkisyan, Erdoğan’ın öncelikle Yukarı Karabağ sorununun çözülmesi gerektiği açıklamasıyla ilgili olarak, bu açıklamaları basının çarpıtmasından çok Erdoğan’ın gerçek sözleri olması durumunda bunu son derece “ilginç” karşıladığını saklamıyor. “Eğer Türkiye gerçekten bu protokolleri onaylamayacaksa, o zaman önceki gün bunları neden imzaladık? Bizim bu konuda gerekli iradeyi gösteremeyip geri adım atmamız mı beklendi?” diye sormaktan geri kalmıyor. Önümüzdeki hafta (21 Ekim) Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bu konuda Meclis’e bilgi verecek. Bu bilgilendirmede konu mutlaka gündeme gelecek ve cevabı beklenecektir. Bunun karşılığında Ermenistan parlamentosunda bu protokolün ne zaman görüşüleceği belli bile değil. TBMM’de bu protokolün geçmesi söz konusu olursa, Ermeni meclisinden protokolün onaylanması beklenmeden sınır kapısı açılacak mı? Sınır kapısı açıldıktan sonra Ermeni Parlamentosu protokolü kabul etmezse durum ne olacak, sınır kapısı tekrar mı kapatılacak? Daha bunun gibi birçok soru kafaları karıştırırken imzalanan protokolün akıbeti de aslında belli değil. Çünkü birçok belirsizlik var.
PEKİ NEDİR DAĞLIK KARABAĞ SORUNU? Dönemin Ermenistan Savunma Bakanı şimdiki Cumhurbaşkanı Sarkisyan, 18 Mayıs 2001 tarihinde “İşgâl ettiğimiz topraklar var. Bunda utanılacak bir şey yok. Güvenliğimiz gereği bu toprakları işgâl ettik. Biz bunu 1992 yılı ve öncesinde de söylüyorduk, şimdi de söylüyoruz. Belki üslûbum diplomatik değil ama gerçek bu” demişti. 1991 yılında Sovyetler Birliğinden bağımsızlığını ilân eden Azerbaycan ve Ermenistan arasında Karabağ sorunu çıkmış. Aralarında çıkan savaş sonrasında onbinlerce kişi öldürülmüş, yüzbinlerce Azerî bu topraklardan sürülmüştü. Ermeniler, Dağlık Karabağ’daki Ermeni nüfusunun Azerî nüfusa oranla daha fazla olduğunu, dolayısıyla Karabağ`ın Ermeni toprağı olarak tanınması gerektiğini iddia ederek Karabağ’ı işgal etmiş, 1992’de Karabağ’da bulunan Hocalı’da 613 sivil Azerî’yi işkenceyle katletmişti. Daha sonra da Karabağ etrafındaki Azerî bölgeleri işgal etmişti. 1994’te Karabağ ve etrafındaki beş bölgenin (Azerbaycan’ın yüzde 20’si) Ermenistan güçleri tarafından işgali ile tamamlamıştı. Azerbaycan ve Ermenistan, Rusya’nın arabuluculuğu ile ateşkes ilân etmişti. Yani 17 senedir ateşkes olmasına rağmen anlaşmazlık devam ediyor. BM Genel Kulunu’nun 14 Mart 2008`de aldığı kararda, Ermenistan’ın Karabağ’dan çekilmesi ve evlerinden sürülen Azerilerin tazminatlarının ödenerek yeniden topraklarına dönmesi maddelerini içermesine rağmen, bu konuda iki ülke arasındaki görüşmeler sonuçsuz kalıyor. Bütün bu sorular ortada dururken, Ermenistan işgal ettiği topraklardan çekilmeyi ima dahi etmezken, imzalanan protokol neyi sağlayacak? Nafile bir imza mıydı? Yoksa “tarihî” olarak söylenen bu protokol bir iyi niyet temennisi olarak mı kalacak? Şüphesiz ki, Türkiye komşularıyla problemsiz olmalı. Bölgede barışın gelmesi için çaba sarf etmeli. Komşular arasındaki husumetler kalkmalı. Ancak biriyle problemi yok edeceğiz diye başka problemler de meydana getirilmemeli. Adımlar dikkatli atılmalı. 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Bir âlimin Hakk’a yürüyüşü |
Hz. Musa (as) kırk sene Tih Çölü’nde ordusuyla bekleyip yeni yetişen nesille Arz-ı Mukaddes’i fethe giriştiğinde Azrail gelip emanetini almak istemesin mi? Ama Allah öyle murat etmişti. Kırk yıllık murâdına nâil olamadan Hz. Musa (as) emanetini Rabbine teslim etti. Demek ecel bir peygamber de olsa daha hedefe ulaşmadan gelebiliyor. İşler bitmez, ama ömür bitebilir. Bu bize umulmadık bir anda ne bir saat ileri, ne bir saat geri alınamayan ecelin gelebileceğinin, her an hazırlıklı olmak gerektiğinin açık bir örneği. Kütüb-ü Sitte’ye yaptığı şerh ve yorumlarla ilim dünyamıza değerli bir hazine kazandıran, ayrıca 40 civarında esere imzasını atan, önceki gece İstanbul Sancaktepe’de geçirdiği trafik kazasında Hakka yürüyen, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, ilim âşığı, muhterem Prof. Dr. İbrahim Canan da kimbilir daha nice hizmet düşünceleri ve kitap çalışmaları hülyaları içindeyken ansızın Hakk’a yürüyüverdi. Onun âlem değiştirişiyle ilim dünyasında önemli bir boşluk doğdu. Onunla birlikte bir de âlem göçtü. Çünkü âlimin ölümü âlemin ölümüydü. Su testisi su yolunda kırılırmış, ömrünü adadığı ilim yolunda Kader Yalova’da verdiği konferanstan dönerken cep telefonunu vesile yapıp hizmetine hatime çekmişti. Şu kısacık hayatta ömrü en verimli şekilde kullanmanın yollarından biri ilim, ilmin de en faziletlisi olan marifetullahın doyumsuz zevk ve şevkiyle geçti Prof. Dr. İbrahim Canan’ın ömrü. Nefis çalışmalara imza attı, İslâmın güzelliklerini milyonlara ulaştırdı. ‘’Resûlullah’a Göre Okul ve Ailede Çocuk Terbiyesi’’ adlı eseriyle 1979’da Türkiye Millî Kültür Vakfı Ödülü’nü aldı. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin de, talebesi Said Özdemir’in şehadetiyle, “Ben onu Zübeyir’in (Gündüzalp) yerine kabul edip duâ ediyorum” iltifatına mazhar oldu. Arkadaşlarından Prof. Dr. Subaşı’nın tesbitiyle anlattıklarını hayata aktaran; kendisiyle, çevresiyle barışık, örnek bir insan; hadis külliyatına, günün problemlerine çözümler bulma penceresinden bakabilen ve Efendimizin (asm) sözlerini günümüze taşıyan değerli bir bilim adamı olarak hizmetten hizmete koştu ve ecel onu hizmet yolunda yakaladı. Fakültesinin Dekan Vekili Prof. Dr. İlyas Çelebi’nin ifadesiyle ‘’Etrafında herkese güler yüzle tanınan, çalışmaktan hiç bıkmayan, çevreye duyarlı çok değerli bir bilim adamı” kişiliğiyle de ilgileri çekti. Birkaç senedir bir-iki ayda bir birlikte olduğumuz Çamlıca Sohbetlerinde bu muhterem büyüğümüz, değerli ağabeyimizle son olarak bir ay kadar önce bir dostumuzun düğününde görüşmüş, çalışmalarından söz etmiştik. Amel defterini kapattırmayan çalışmalarıyla inanıyoruz ki kabirde de hasenât defterini doldurmaya devam edecek, okurken vefat eden medrese talebesinin, kendisine sorgu suâl için gelen meleklerin “Men Rabbüke?” sorusuna “Men mübtedadır. Rabbüke onun haberidir” diye cevap verişi gibi daha güzel bir âlemde hayat sürmenin mutluluğunu yaşayacaktır. İlmin şanına yakışan, ona verilen mükâfat da bu değil midir? Merhuma Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine taziyetlerimi diler, kabrinin Cennet bahçesine dönmesini Rabb-i Rahim’den niyaz ederim. 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Tesettür düşmanlığı ve CDU |
Almanya´da ikinci Merkel döneminin başladığını biliyorsunuz. Biz Merkel'in kazanmamasını istemiştik. Neticeye saygılı olmak da vazifemiz. Dikkat ettiyseniz parti ismi zikretmemiştik, yalnızca Merkel demiştik. Merkel'den maksadımızın Hıristiyan Demokratlar olmadığını biliyordunuz. Amerika'da olduğu gibi Almanya'da da “Yeni Bolşevikler” çeşitli isimlerle farklı kategorilerde siyasî partilere dağılmış durumda. Amerika'daki Cumhuriyetçi Parti’yi işgal eden neokonservatiflere paralel olarak Demokrat Parti’de de maalesef neoliberaller aktif durumda. Clinton’ların bu Freudistlerle köklü mücadele halinde olduğunu da satır arasında bildirmiş olalım. Willy Brand ve Helmut Schmidt´in Sosyal Demokrat Partilerinin rengi zaten kırmızıydı. Yabancılar politikası diğerlerinden daha esnek olunca, diğer yabancılar buraya meylediyorlardı. Ne var ki, bu partinin inançlarla arası çok iyi değildi. Bu hal ise, Türkiye'den gelip Müslümanlığa ve İslâmî değerlere karşı olan Türkiyeli sosyalist ve komünistlerin işine yaramıştı. Parti, bazen Türkiye karşıtı ve genellikle İslâm aleyhtarı olan Türkiyeli kadroları bünyesine taşıdı. Bu hal ise zaman içinde, dinî ve insanî değerlere bağlı Müslüman seçmenleri SPD'den uzaklaştırdı. Çevre konusu başta olmak üzere bazı insanî değerleri de “Yeşiller” uhdesine alınca Hıristiyan Demokratlar iyice zayıfladılar. CDU''yu takiben onlar da merkeze yanaşmak isteyince, Doğu Almanya'dan gelen dinsizlerin de yardımıyla solcu parti doğmuş oldu. Üç parçaya bölünmüş SPD'nin esas işini bozan husus başka bir unsurdu. 11 Eylül’ü tezgâhlayan neocon ve neoliberaller, Amerika'ya paralel olarak Avrupa'da da derin çalışmalara giriştiler. Eski metodlardan farklı olarak gizli, münâfıkâne ve komite halinde hareket ederek Sarkozy'yi Paris'e, Angela Merkel'i de Berlin'e yerleştirdiler. Fransa ve Almanya eski komünistlerin komitecilik tertibiyle karşılaşınca, muhafazakâr partiler din karşıtlarının ellerine geçti. Dikkat ederseniz, kendilerine Amerika'da “Yeni Muhafazakârlar” ismini takanlar, Almanya ve Fransa'da daha münafıkâne davranarak muhafazakâr partileri ele geçiriyorlar. Bizim zaman zaman geri döndüklerini haber verdiğimiz eski bolşevik ve komünistlerin bir kısmını siyasette bunlar temsil ediyorlar. İnanış ve yaşayış olarak Marksizmi benimseyen bu grubun yalnızca isimleri muhafazakâr, ama muhafazakâr partilere musallat olmuşlar. CDU ve tesettür meselesine gelince… Hakim Avrupa kültüründen “dinsiz Avrupa”yı anlayan Merkel'in ilk icraatlarından biri, okullardaki tesettürle mücadele olmuştu. Hatta birkaç eyalette, bayan öğretmenlerin tesettürlü derse girmelerine yasak getirmişti. Bizzat Merkel'in ve çevresindeki bayan milletvekillerinin başörtüsü düşmanlıkları, kamuoyundaki tesettür karşıtlarını cesaretlendirdi. Bu da Müslümanların rahatsız olmalarını netice verdi. Hatta Dresden'de, mahkeme salonunda hunharca öldürülen Mısırlı Merve Şerbinî hadisesini, Merkel´in toplum barışını zedeleyici politikalarına bağlayanlar hayli fazla. Ayrıca, bu tesettürlü Müslüman kadının ölümü üzerine Almanya Müslümanlarından bir “başsağlığını” dahi esirgeyen Merkel'in Müslümanlar nezdindeki imajı iyice bozuldu. 11 Eylül'den cesaret alarak Avrupa'da Kur'ân´a ve İslâmî şeaire sataşan siyasetçi, san'at ehli ve medyayı siz de az çok biliyorsunuz. Bugünlerde buna bir yenisi eklendi. SPD kökenli siyasetçi ve halen Merkez Bankası Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapan Thilo Sarazzin'in herzelerine siyaset, sivil toplum ve dinî cemaat çevrelerinden büyük tepkiler geldi. Arapları ve Türkleri, yalnızca başörtülü küçük kızlar üreten, Almanya ekonomisine katkısı olmayan insanlar olarak suçlayan bu politikacıyı Merkez Bankası Başkanı görevden almak istemesine karşın “neocon ve neoliberal ekipten” oluşan siyasetçiler maalesef arka çıkıyorlar. Toplum barışını bu denli dinamitleyen Sarazzin'i, Bayan Merkel istediği an görevinden alabilir, fakat almıyor. Bayan Merkel'de, yoldaşı Nikolai Sarkozy gibi provokatörleri cidden seviyor ve destekliyor. CDU'nun Merkel'li dönemini daha da zor ve zahmetli günlerin beklediği bir vakıa. Düne kadar SPD'nin içini boşaltan “çekirge sürüsünün” şimdilik CDU'ya dadandığından, belki de hakikî Hıristiyan Demokratların haberi yoktur. Sosyal Demokratları ülkeyi idare edemez hale getiren “yeni bolşevikler”le partinin nasıl bir mücadeleye girişeceğini önümüzdeki zamanlar gösterecektir. Neoconların rüzgârına kapılarak Hindukuş Dağlarına savurulan Alman askerlerinin durumu, Merkel ve ekibinin İslâm düşmanlığı, Hıristiyan değer ve ahlâkının yavaş yavaş okullardan silinişi elbette ki Almanya'nın tarihî misyonuna ve bugünkü menfaatine büyük zararlar veriyor. İster SPD'de olsun, ister CDU'da, her iki partiye dadanmış insaniyet düşmanı, kaos taraftarı ve temel haklara saygısız politikacıları Alman partileri temizleyemezlerse, ülke, tarihinin bir başka boyuttaki felâketiyle karşılaşabilir… 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Bediüzzaman’ın istediği ve geç kalışımız |
Şarktaki aşiretler “Dersaadet’ten (İstanbul’dan) geliyorsun, bize ne getirdin?” diyorlar. Hz. Bediüzzaman da: “Size müjde getirdim.” “Nedir o müjde?” diyorlar, o da “Meşrûtiyettir, gelin hep beraber sahip çıkalım diyor.” 1 Ve yine diyor ki: “Asya’nın bahtını, İslâmiyet’in talihini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat Şeriat-ı Garrâ’nın terbiyesinde kalmak şartıyla.” 2 Şuâlar eserinde Bediüzzaman diyor ki: “O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivâda idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: ‘Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.’ Sonra dediler: ‘Sen Selef-i Salihine muhalefet ediyorsun.’ Cevaben diyordum: ‘Hulefa-i Râşidîn, her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.’” Hz. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye eserinde “Asyanın bahtının miftahı, meşveret ve şûrâdır” diyor. Münâzarât eserinde ise; Âl-i İmran Sûresi 159. ve Şûrâ Sûresi 38. âyeti tefsir ederken, bu âyetlerin meşrûtiyetin özü olduğuna dikkat çekiyor. Aynı sahifede meâlen “Meşrûtiyette şahıs yok, sistem vardır” diyor. Soruyorum, âlem-i İslâm ve bizler bunun neresindeyiz? Neresinde olmalıydık? Manzaralar ortada ve yorumunu zaman tefsir ediyor. Bediüzzaman diyor ki: “Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir” (Münâzarât) Yani birinci ve ikinci sınıf vatandaşlık yoktur, herkes hukuk karşısında eşittir ve hürdür. Nitekim 49. sûrenin 13. âyetinde “Ey insanlar, biz sizleri bir dişi bir erkekten yarattık, birbirinize yardım edesiniz diye..” buyuruluyor. Veda Hutbesi’nde Fahr-ı Cihan Efendimiz (asm) demiyor mu: “Siyah ırkın beyaz ırka üstünlüğü yoktur, mü’minler kardeştir.” Ve bu hutbesinde “Ey insanlar!” diye hitap ediyor. İnsanlık buna yetişti mi, meşrûtiyet cumhuriyet veya demokrasiler bunun neresinde? Dünya bunun neresinde? Âlem-i İslâm olarak da soruyorum, acaba âyetler mi bize küstü? Yoksa biz mi âyetlerden uzaklaştık? Bediüzzaman Hazretleri 1950’de dindar demokratların başa geçmesinden sonra, merhum Menderes hükûmetine İslâmiyetin kanun-u esâsiyesini hatırlatmış ve demiş ki: “İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte ‘Seyyidül kavmi hadimuhum’, yani: ‘Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.’ Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.”3 Çünkü mevcut hükümetler ağlama yeri değil, çare üretmek meydanıdır. Millet “Çare bulun, icraat yapın” diye görev vermiştir ve veriyor. Ağlama duvarı ayrı, bahçede fidan yetiştirmek ayrıdır. Nitekim bu mânâda Hz. Bediüzzaman gündemde olan “açılım paketi” ve benzeri paketler yokken, takrîben 105 sene önce diyor ki: “Meşrûtiyet hakimiyet-i millettir… Hükümet hâdim ve hizmetkârdır..” 4 Bunun en harika misâli, Yavuz Sultan Selim Hanın 1517 ilâ 1518’de Halep’teki Cuma namazında cami imamına verdiği cevap ve âlem-i İslâmı Osmanlı haritasına dahil ettikten sonra, dönüşünde dört arkadaşıyla tantanasız bir şekilde gece vakti saraya kayıkla girmesidir. Şimdi bu sözlerin söylendiği diyardayım, aziz Van’dayım, bazıları bana “kimlik”ten bahsediyor. Dedim ki: İşte sizin ve bizim kimliğimiz bunlardır. Gelin geç kalmadan, dağılmadan, yılmadan ve kavga yapmadan gerçek kimliğe sahip çıkalım.
Dipnotlar: 1- Bakınız: B. S. Nursî, Münâzarât, Y.A.Neşriyat 2- B. S. Nursî, Muhakemat, Hâtimenin Hâtimesi 3- Emirdağ Lâhikası, B. S. Nursî, s. 163. 4- Münâzarât, s. 42. 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Gündemdeki adam! Bediüzzaman Said Nursî |
A slında gündemden hiç düşmedi Bediüzzaman! Çünkü dâvâsı büyüktü. Maksadı ulvî idi. Hedefi büyüktü, devasaydı ve İlâhî idi. Yolu, düsturu, prensibi, metodu, tarzı; Rabbanî idi. Muhabbetti, sulhtu, sükûndu, müsbet hareketti, istikametti, meşrûiyetti, demokratlıktı, hürriyetti, adaletti. Maksadı netti, berraktı, semâvî idi. Yaratanını gerçek ve tam olarak tanımaktı. “İnsana” insanca muâmele etmekti. Karanlıkta kalan hiçbir hâli ve düşüncesi yoktu. “En büyük hile, hilesizliktir” onun hayat felsefesiydi, çizgisinde hiç kırılmayan bir pusula ve haritasıydı. Onun içindir ki “zındıka komiteleri” bütün tuzak ve oyunlarına rağmen ne sağlığında, ne de vefatından sonra bu çelik iradeyi aşamadılar. Çünkü: “Allah’tır onun yârı, mürebbîsi, velisi; Andıkça, bütün nur oluyor duygusu, hissi. Yükselmededir marifet iklimine her an, Bambaşka ufuklar açıyor rûhuna Kur’ân. Vazife başında ve cihad meydanında iken, şu mısralar lisan-ı hâlidir: Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi; Sinsi düşmanlara, hâşâ, satamam benliğimi. Benliğimden uzak olmaktır esaret, bence; Böyle bir zillete düşmek, ne hazîn işkence! Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım, Dest-i kudretle yapılmış kaledir îmanım. Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım; Görmek ister beni Cennette şehîd ecdâdım Rûhum oldukça müebbet, ebedîdir ömrüm; En büyük vuslata, Allah’a çıkan yoldur ölüm.” (Tarihçe-i Hayat, s. 18) Gelin birlikte “düşmanlığın” ve “dostluğun” çok net tarifini yapma mukayesesi olabilecek iki farklı zihniyeti ortaya koyan bir tesbit yapalım. Hayata, olaylara, millete, devlete ve insanlığa bakış açılarının çok net ifadelerine nazar edelim. Bir asrı aşan bir zaman diliminde vatan, millet ve insanlık için hayatını ve bütün mukaddesâtını ortaya koyan bir mübarek bedenden ve kabrinden bile “intikam” almayı mârifet sanan o zihniyetin dünya ve medenî milletler nezdindeki yeriyle o mübarek zatın dâvâ ve fikirlerinin, değil sadece Türkiye ve İslâm âlemine, bütün dünyaya ışık saçması ve kabul görmesi hadisesinin hakkını teslim edelim. İşte bu müthiş hakikatin sırrı, şu satırlar ve fikirlerde yatıyor. “Fâni dünyamızın ağlamasına mukabil, bâkî hayatımızı güldürerek bu musîbetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishaneyi terbiyehâne gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishane memurları ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, câni ve eşkiyâ ve serseri ve katil ve sefahetçi ve vatana muzır zannettikleri adamları, bir mübarek dershanede çalışan talebeler görsünler ve müftehirâne Allah’a şükretsinler.” (Asa-yı Musa, s. 16) Şu zamanda fazla bir değişikliğe uğramayan, değişikliğe uğramadığı için de vicdanlarda ve dünyada bizi sıkıntıya sokup çoğu zaman rezil eden o meş’um ruh hâli ve “derin zihniyete” karşı başta talebelerine ve insanlığa verdiği ders ve mesajın dünya durdukça yaşayacak orijinal ifadeleri hâlâ dalgalanarak devam ediyor ve asırlarca devam edecek İnşaallah! “Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’ân’dan bildiğimiz sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a’mâl-i salihâ ile, hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin başlarında zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede Cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.” (Asa-yı Mûsâ, s. 19) Vatan, millet, insanlık adına verilen bu mesajlar ve bir asra yaklaşan tertemiz, berrak bir ömür ve hayat... Milleti ve devleti bu kadar sıkıntıya sokup, badireye atan bu malûm zihniyetin, bu büyük dâvâ adamına karşı tarziye vermesi, özür dilemesi gerekir. Bunun da bir tek yolu, onun Kur’ân ve sünnete uygun olarak koyduğu prensiplere sahip çıkmak, uygulamak ve insanlık yarışında medenî milletlere rehberlik edip yardım etmekle mümkün. Çünkü “akıl, ilim ve fennin hükmettiği istikbalde Kur’ân’ın ulvî kanunlarına uymakla” insanlığın gerçek kurtuluşa erebileceğini söylüyor ve bunu da çok net olarak, arkada bıraktığı ilim hazinesi bir külliyat ve yetiştirdiği tertemiz bir nesille bütün dünyaya ispat ediyor. Her ne kademede olursa olsun, idareci konumunda olan sorumlu kişilerin, cesaretle bu dâvâ adamına ve altı kıt'ada dünyaya yayılıp yön veren, insanlığın kurtuluşu için canhırâşâne çaba gösteren muhteşem dâvâsına sahip çıkmasıyla bu karanlık, kaos, kargaşa, tahribat, puslu ve sisli hava ve ilişkilerden kurtulma yolları kısa ve çabuk bulunabilir. Değilse, öncekiler gibi mevcutların da bütün çaba ve gayretleri: “şer ve tahrip hesabına geçer.” Sözün özü, asrın büyük müçtehidi, imamı, her konuda fetvâ emini olan “Üstad Bediüzzaman Said Nursî” Hazretlerini çeşitli kategorilerde isim yapmış bir sürü insanın sonuncusu olarak, makamına da hiç uygun olmayan bir vasıfla zikrederek, ne karşı tarafta gedik açabilirsiniz, ne ona, ne onu sevenlere, ne de o kudsî ve ulvî dâvâsına hizmet etmiş olursunuz vesselâm. İşin sırrı, hakkın hatırını âlî tutmak ve hakkı teslim etmekte yatıyor. 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
AB aynası |
Tek görevi, başmüzakereci sıfatıyla AB sürecinde yapılması gereken çalışmaları takip ve koordine etmek olan bir bakanın yılbaşından itibaren kabinede yer almasına rağmen AB cenahında hâlâ hareketlenme yok. Gerçi Bakan Bağış çok iş yaptıklarını söylerken, yerli içkilerle ithal içkiler arasındaki vergi dengesizliğini giderip Nazım Hikmet’e itibarını iade etmelerini de AB reformları olarak niteliyor. Ama çözüm bekleyen temel konularda kayda değer bir gelişme yok. Dahası, artık ne anayasa reformundan bahsediliyor, ne de diğer yapısal düzenlemelerden. Son günlerde öne çıkan açılım bahsinde bile, gerekli anayasa değişiklikleri “uzun vadede yapılacaklar” arasında zikredilirken, sürpriz bir gelişme olup da erkene alınmazsa 2011'de yapılacak seçim sonrasına erteleniyor. Çünkü 22 Temmuz seçiminin ortaya çıkardığı ve 29 Mart yerel seçimiyle daha da kilitlenen dört partili Meclis tablosuyla, referandumsuz anayasa değişikliğinin yapılması mümkün değil. Her ne kadar Arınç, gerekirse referanduma gitmekten kaçınmayacaklarını söylese de, iktidar partisinin genel havası pek öyle göstermiyor. Haddizatında Türkiye’nin ihtiyacı, yürürlükteki ihtilâl anayasasını tamamen tedavülden kaldırıp, AB normlarına uygun yeni, demokratik ve sivil bir anayasayı ikame etmek iken, hükümet tarafından defalarca, mükerreren değiştirilip ertelenen tarihler de verildiği halde mevcut anayasada iki seneyi aşkın zamandır birkaç maddelik değişikliğin dahi yapılamaması tuhaf değil mi? Oysa herşey bir tarafa, AKP hakkındaki kapatma dâvâsında Anayasa Mahkemesinin verdiği karar açıklanırken, Başkan Haşim Kılıç’ın yaptığı çağrının gereği olarak, hemen akabinde, hiç değilse, anayasanın parti kapatmayı düzenleyen maddesinin değiştirilmesi icab etmiyor muydu? Garip, ama şimdiye kadar o bile yapılamadı. Böylece, aynı karardan çıkan “ağır ihtar” mesajıyla iktidar partisini kıskacına alan yargı vesayetinin, AKP’yi, öncelikle kendisini ilgilendiren en hayatî bir konuda bile adım atamaz hale getirdiği, açık şekilde gözler önüne serilmiş oldu. Eğer AB sürecinin gerekleri, Brüksel’den müzakerelere başlama tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten sonra daha da hızlanan bir ivmeyle yerine getirilseydi, demokratik standartlar açısından bugün çok daha farklı bir noktada olurduk. Ama ne yazık ki, tam tersi oldu. Reformlar için gaza değil, frene basan hükümet, o gün bugündür, ayağını frende tutmaya devam ediyor. Kapsamlı ve yapısal AB reformları çerçevesinde toptan çözülebilecek sorunlardan bazılarını—başörtüsü yasağı gibi—öne çıkararak, yanlış yöntemlerle “çözme” girişimlerinin tıkanıp aksülamel yaparak öngörülemeyen çok daha kritik ve büyük sorun ve badirelere yol açması bundan. Onun içindir ki, AB ile üyelik müzakerelerine başlayalı dört yılı geçtiği halde kayda değer bir mesafe alamadık; iktidar partisine kapatma dâvâsının açılabildiği, asker ve yargının alenen siyaset yapabildiği bir ülke olmaktan kurtulamadık. Ve yine bu sebepledir ki, AB’nin 2009 Türkiye’si için hazırladığı ilerleme raporunda, “Asker siyasete ve yargıya baskı yapıyor; yüksek yargı tarafsızlıkla bağdaşmayan tavırlar sergiliyor; Şemdinli Savcısının ihracı, HSYK’nın bağımsızlığı hakkında şüphe uyandırıyor” gibi tesbitlerle, demokrasi ve hukuk ayıplarımıza ayna tutuluyor. Keza, güya AB’ye uyum çerçevesinde değiştirilen TCK’nın 301 ve 216 başta olmak üzere birçok maddesi, Atatürk’ü koruma ve Türk harfleri kanunları gibi yasal mevzuat ile ifade özgürlüğüne yönelik baskıların sürdüğü; gazeteci, yazar, akademisyen, fikir adamı ve siyasetçilerin soruşturma, yargılanma ve mahkûmiyet riskiyle karşı karşı oldukları gerçeği yine yüzümüze vuruluyor. AB cenahındaki bize yönelik engellemelere kızarak bu gerçekleri örtbas edemeyeceğimiz gibi, onları aşmanın şartının da bu ayıplardan kurtulmak olduğunu daha fazla gözardı edemeyiz. 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Kavga eden kaybeder |
Coğrafî bilgilere göre Türkiye ‘yarım ada’ olarak kabul edilebilir. Nihayetinde ‘Avrupa yakası’ hariç tutulursa üç tarafımız; Akdeniz, Marmara ve Karadeniz’le kaplı. Bu avandajımızı ne ölçüde değerlendirebildiğimiz ayrı bir bahis, ama düne kadar etrafımızın denizlerle değil, ‘düşman ülke’lerle sarıldığını söylendi. Yıllardan beri ilk okul ders kitaplarında anlatılanları bugün bile hatırlıyoruz: Sağımız düşman, solumuz düşman, önümüz düşman, ardımız düşman! Rusya düşman, Ermenistan düşman, İran düşman, Irak düşman, Suriye düşman, Yunanistan düşman, Bulgaristan düşman... Bu anlayışla Türkiye’ye ‘yarım ada’ değil, ‘Dört bir tarafı düşmanlarla çevrili bir ada’ demek daha doğru olurdu! Bazı ayrıntılarda değişiklik olmuş olsa da, bugünkü eğitim sisteminin de “etarfımız düşmanlarla çevrili” anlayışında olduğunu söyleyebiliriz. Peki hakikat bu muydu? Elbette ‘düşman’larımız da vardı, ama şu dünyada hiç ‘dost’umuzu yok muydu? Ya da bunca ‘komşu düşman’ın varlığında kabahat hep başkasında mıydı? Elbette komşu ülkelerin bir kısmıyla geçmiş yıllarda savaşlar yapılmıştır. Ama nihayetinde ‘barış’ sağlanmışsa, iyi niyetli olanlara düşen; bu barışı daha da geliştirmek, kuvvetlendirmek değil miydi? Bir ‘barış havzası’ oluşturmak, her ülkenin menfaatine uygun olan yol değil mi? Bilhassa halkı Müslüman olan ülkelerle olan ‘kavga’mızı anlamak kolay değil. Komşu ülkelerde yaşayan insanların aynı kıbleye yönelmesi, komşu ülkeler arasında kurulması muhtemel barışın daha sağlam temellere oturmasına sebep olmaz mı? Çok değil, 20 yıl önceki gazetelerle bu günkü gazeteler yan yana konulsa yıllardan beri ne tür yanlışlar yapıldığı ap açık bir şekilde görülür. Meselâ bugün ‘vize’siz ziyaretin mümkün olduğu Suriye ile neredeyse savaş hali yaşamışız. Türkiye’yi idare edenler her fırsatta komşularımızla aramızın düzelmesini değil, soğukluğun devamını istemişler. Elbette bunda sadece kabahati Türkiye’yi idare edenlerde aramak doğru olmaz. Bazı komşularımız da Türkiye’nin aleyhinde kurulan tuzaklara maalesef gönüllü ev sahipliği yapmışlar. Komşularımızla irtibatsızlığı o noktaya taşımışız ki, bazılarına ‘turist’ olarak gitmek bile ‘suçlu’ kabul edilmek için yeterli sayılmış. Son aylarda komşularımızla aramızdaki ihtilâfların azaltıldığı malûm. Ama bunu da yeterli görmemek lâzım. Meselâ komşu ülkelerde üniversite okuyanların çoğunu, belki de tamamını hâlâ ‘denk’ kabul etmiyoruz. Bu uygulama aramızdaki işbirliğini dinamitlemez mi? 28 Şubat sürecinin bir uygulaması olan bu kararın hâlâ yürürlükte olması da ayrı bir garabet! Türkiye’nin komşularıyla kavga etmemesinden sadece kendisinin değil, komşularının ve dolayısı ile dünyanın da menfaati var. Geçmış yıllarda çıkartılan “sun’î krizler”i bir yana bırakıp samimî dostluk kurmak ve var olan işbirliğini geliştirmek maddî anlamda da bize fayda sağlar. Türkiye’nin ekonomik krizi ‘daha az zarar’la aşabilmesi biraz da komşularımızla geliştirilen ekonomik işbirliğine bağlıdır. Ülkemizi “çevresi düşmanlarla çevrili kara parçası” değil, “denizlerle kaplı yarım ada” haline getirmek en iyisi... 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
İbrahim Canan |
İlkbaharda bir Ankara seyahatim olmuştu. Yolda gelirken, Üstad Hazretlerinin son şahidlerinden, Ali İhsan Tola Ağabeyin vefat ettiğini haber almıştım. Bu hazan mevsimi sonbaharda, yine Ankara’ya gelmiştim. Sabah, TRT radyosu açıktı, hem oradaki haberlere kulak veriyor, hem de gazetemi okuyordum. Bir ara, haberin başını anlayamadım ama”...cep telefonunu almak için koşarken otobüsün altında kalan İbrahim Canan öldü” deyince, içimden “Yahu bizim İbrahim Canan Ağabey olmasın?” dedim. Ama onun cep telefonu kullanmadığını da tahmin ettiğimden, şüphede kaldım. Tabiî, bu arada Ankara’daki işlerimizin de peşinde koşuyorduk. Sonradan gelen telefonlarla gerçekten de bizim İbrahim Canan Ağabeyin vefat ettiğini öğrendik. Demek ki, cep telefonu kullanmaya başlamıştı. Hazan mevsiminde, yine Ankara’da iken bizi hüzne gark eden ve yine Üstad Hz. lerinin son şahidlerinden, Prof. Dr. İbrahim Canan Ağabey vefat etmişti. Yıllar önce, gençliğimizde tanıyorduk onu. Erzurum Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesinde doçentti o zaman. Daha sonraları Yeni Asya’daki yazılarından ve “İslâmda Çocuk Terbiyesi” adlı kitabından tanımıştık. Ermenek’li ve babamın da akrabası olan Ahmed Gümüş (o da son şahidlerden) ağabey, onun da Ermenek’li olduğunu söylemişti. Tabiî bizim Ermenek’lilere karşı teveccühümüz, baba memleketinin yanı sıra, daha ziyade rahmetli Zübeyir Gündüzalp Ağabeyden geliyordu. Ondan dolayı kendisiyle tanışmayı arzu etmiştim, fakat bir türlü kısmet olmadı. 1980 sonrası iftirak da, bunu uzatmıştı. Kendisi, Bediüzzaman’ ziyaret eden son şahidlerden biriydi. Hatta Üstadın son Ankara ziyaretinde kaldığı, Denizciler Caddesindeki Beyrut Otelin merdivenlerinde çekilmiş ve ‘Tarihçe-i Hayat’ta yayınlanan fotoğrafı da o çekmişti. (O resimde, hemen Üstadın arkasındaki pardösülü zatın da, 1965-66 yıllarında benim ortaokuldaki din dersi hocam, rahmetli Günay Tümer‘in olduğunu öğrenmiştim.) Bundan iki sene evvel İstanbul’daki Üstadı anma programlarından birine Bursa’lı arkadaşlarımızla birlikte gitmiştik. Program sonunda, bize, akşam verilecek yemeğe dâvetli olduğumuzu söylediler. Akşam dâvete icabet etmiştik. Benim bulunduğum masaya; Kırkıncı Hoca, bir-iki milletvekili, birkaç tanınmış iş adamı ile İbrahim Canan da tevafuk etmişti. İbrahim Ağabeyle yan yana düşmüştük, yemek boyunca sohbet ettik. Baba tarafımdan hemşehri olduğumuzu söyledim, memnun olmuştu. Babam ve rahmetli Mustafa Özsoy Ağabeyle akrabalıklarının olup olmadığını sordum, tahmin etmediğini söyledi. Çeşitli meselelerden epey konuştuk. Bir ara telefonlarımızı alma durumu oldu. O, bana cep telefonu kullanmadığını söyleyip evinin telefonunu vermişti. (Bundan dolayı, kaza haberini duyunca ona yaklaştıramadım, ama daha sonra demek ki cep telefonu kullanmaya başlamış. Hikmet-i ilâhî, işte…) Zaman, zaman telefon görüşmesi yapıyorduk. En son bir cenaze namazında görüşmüştük. Cenaze namazını kıldığımız o camiinden (M.Ü. İlahiyat Fakültesi Camii) onun da cenazesinin kalkacağı kısmetinde varmış. Ne diyelim, Cenâb-ı Hak rahmet eylesin. Bir çok kimsenin okuyup öğrenmesine sebep olduğu hadis-i şerifin menbaı Peygamberimizin (asm) şefaatine nail eylesin İnşaallah. Makamı cennet olsun. Amin. 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Tarih yapıyor muyuz? |
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önceki gün Bursa’da Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan ile görüşmeleriyle ilgili olarak söylediği şu sözler ilgi çekiciydi: “Biz burada tarih yazmıyoruz. Tarih yapıyoruz”. Ermenistan ile ilişkilerde önce futbol diplomasisi ile başlayıp, ardından protokollerle devam eden sürecin önemli bir adım olduğu bir gerçek. Nitekim Sarkisyan’ın diasporayı ikna turuna çıkması, gördüğü tepkiler ve Bursa’da bundan dert yanması da yaşananların Ermeniler tarafından da beklenmedik gelişmeler olduğunu gösteriyor. Günümüzün önde gelen tarihçilerinden İlber Ortaylı, “Türkler gerçekten tarih yapımında müessirdirler; şuradan belli ki, bu bölgedeki hiçbir kavmin tarihini Türklersiz incelemek mümkün değil” diyor. Bu tesbit geçmiş için önemli bir hakikatin ifadesidir. Ancak ülkemiz 1800’lü yıllarla birlikte tarihi yapan konumundan yapanlardan etkilenen konumuna gelmeye başladı. İstiklâl Savaşımız aslında dünya tarihi açısından son büyük izimiz oldu. Türkiye’nin bölgesinde yeniden proaktif hale gelmesi, komşularıyla sıfır sorun politikası çerçevesinde ikili diyalogları arttırması hem ülkemiz hem de komşularımız için önemli sonuçlar doğuruyor. Suriyeli ve Türk bakanların sınırda bariyerleri kaldırıp atması görüntüleri bir çok insanın gözlerini yaşarttı. Şimdi ise Ermenistan sorunu konusunda önemli gelişmeler kaydediliyor. Ancak bu konuda tarih yapılması iki tarafın karşılıklı gayreti ile olabilir. Protokoller ancak noter satış vaadi gibidir. İyiniyet beyanıdır. Gerçek adımlar ise iki ülkenin parlamentolarında onaylanması olacaktır. Ermenistan’ın protokolleri öncelikle Anayasa Mahkemesinde inceleteceği açıklandı. Aslında burada bir ikilem var. Eğer anayasa mahkemesi protokolü anayasaya uygun bulursa; protokollerin Türk tezlerine tamamen aykırı olduğunu gösterecektir. Zira protokoller ulusal sınırların tanınmasını öngörürken, Ermenistan Anayasasının 13. maddesinin 2. fıkrasında Ağrı Dağı devlet arması olarak kabul ediliyor. Bundan daha önemlisi Anayasanın giriş bölümünde “Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesinde yer alan ulusal arzuların… devletin temel prensibi olduğu” belirtilmektedir. Bu ulusal arzuların ülkemizin bir bölümünün de Ermenistan’a katılması olduğu bilinmektedir. Ayrıca Sarkisyan’ın Yukarı Karabağ ile ilgili soruları “daha önemli konularımız var” diyerek geçiştirmesi de bu konudaki isteksizliklerini ortaya koymaktadır. Protokollerin iyiniyetten ileri geçip geçmeyeceğini kısa süre içinde göreceğiz. Tarihi yalnızca iki ülkenin değil, bu yapımdan etkilenen bütün tarafların yapacağı açıktır. Bu açıdan Azerbaycan’ın bekleme halinde olduğunu, Yukarı Karabağ sorunu çözülmeden sınırların açılması halinde, bir yandan yaparken diğer yandan yıkacağımızı unutmamamız gerekir. Ermenistan’ın haksız işgalci konumunda olduğu Yukarı Karabağ’la ilgili olarak müzakereleri süren çözümü bir an önce kabul etmesi, Kars Antlaşmasının tanınması, Ağrı Dağı’nın devlet armasından çıkarılması, tarihî iddiaların incelenmesi için bir an önce komisyonun kurulup arşivlerin açılması Ermenistan’ın bu tarih yapma sürecinde atması gereken acil adımlardır. Bunları yapmadan ‘protokolleri önce siz meclisten geçirin’ gibi ucuz oyalama taktiklerini sürdürmeleri, samimiyetsizliklerini ortaya koymaktan başka işe yaramayacaktır. Umarız bu sorun ve Türkiye’nin bütün komşularıyla olan sorunları çözülür ve yirmibirinci yüzyıl gerçekten de Türkiye’nin yeniden tarih yazmaya başladığı bir yüzyıl olur. 16.10.2009 E-Posta: [email protected] |