Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Asırlık gecikme |
Bediüzzaman Said Nursî’nin 1910’lu yıllarda başlangıç olarak Bitlis, Van ve Diyarbakır’da kurulmasını istediği, hattâ Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce Van gölü kıyısında temelini attığı Medresetüz-Zehra projesi, yine onun düşündüğü temel ilkeler çerçevesinde hayata geçirilebilmiş olsaydı neler olurdu veya tersinden sorarsak neler olmazdı? Bir defa, Medresetüz-Zehra Üniversitesi bu topraklardaki bütün unsurlar gibi, bölgede çoğunlukta olan Kürtleri de kucaklayacağı için, özellikle Türk-Kürt kaynaşması sağlanır ve sonraki yıllarda gerek Türkçü, gerekse buna tepki olarak gelişen Kürtçü siyasetlerle, bunlara istinaden üretilen fitnelerin zemini oluşmazdı. Terör kamplarının ve bunlarla mücadele için kurulan karakolların, garnizonların, kontrol noktalarının, barikatların yerini her köşeye yayılmış okullar, üniversite kampüsleri, eğitim tesisleri, kütüphaneler, kültür merkezleri alırdı. Üniversitede kullanılacak eğitim dillerinin “Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” olarak uygulanması, İslâm dünyasıyla ortak dil Arapça üzerinden işlek bir iletişim kanalı açarken, Kürtleri Türkçeye vâkıf kılar, yıllar sonra başımızı ağrıtan “Kürtçe eğitim ve yayın” sorununu daha ortaya çıkmadan bitirirdi. Buna Batı dillerinin de ilâvesiyle öğrenciler, doğuyla batıyı buluşturacak dört başı mamur bir donanım kazanırlardı. Müfredatta vicdanın ziyası olan dinî ilimlerle aklın nuru olan modern fenlerin imtizac ettirilip kaynaştırılarak okutulması, nesillerin tevhid çizgisinde, dini de, dünyayı da çok iyi bilen, sarsılmaz bir inanç yapısıyla çağdaş gelişmelere açık mükemmel insanlar olarak yetişmesini sağlardı. Böylece, hem dinin dar ve bağnazca yorumundan kaynaklanabilecek taassup ve aşırılıklar, hem de dini dışlayan laik-maddeci yaklaşımların ürettiği sapkınlıklar kaynağında kurutulmuş; sonuçta dindar-dinsiz, laik-antilaik gerilimlerinin üretilmesine fırsat verilmemiş olurdu. Keza, siyasî, ilmî, sosyal alandakiler başta olmak üzere istibdadın her türlüsünü reddeden ve her çeşit fikrin özgürce dile getirilip tartışılmasına imkân sağlayan bir anlayışla verilecek olan eğitim, demokrasinin bu topraklarda çok daha erken tarihlerde kök salmaya başlamasını kolaylaştırır ve buna paralel olarak feodal aşiret düzeninin şeyhlik ve ağalık gibi kurumlarını çözecek bir süreci başlatarak bu etkisini pekiştirirdi. Yine bu çerçevede, dinî ve etnik farklılıkları çatışma değil, diyalog ve uyum vesilesi birer zenginlik olarak görme kültürünü perçinler ve “Hakkın azı çoğu olmaz” ilkesiyle istisnasız herkesin hakkına hassasiyetle riayet eden bir yaşayış üslûbunu toplumun tümüne hakim kılardı. Böyle bir toplumda ise ne Kürt ve Ermeni meseleleri yaşanır; ne azınlık hakları kronik bir “sorun” olarak karşımıza çıkar; ne de karşılıklı tahrik ve galeyanlarla azdırılan zıt milliyetçiliklerin çatışmasına elverişli bir zemin oluşurdu. Ve, kısaca özetlediğimiz bu mânâların Medresetüz-Zehra’da tahsil görecek nesiller vasıtasıyla Türkiye’nin yanı sıra Irak’ı, Suriye’si, Ürdün’ü, Suudî Arabistan’ı, Körfez ülkeleriyle bütün bir Ortadoğu’ya; Kuzey Afrika’da Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas şeridine; İran, Pakistan ve Afganistan’a; Orta Asya ve Kafkas cumhuriyetlerine taşındığını düşünüp hayal edersek... Bu geniş coğrafyada doğup büyüyen nesiller Medresetüz-Zehra modeliyle yetişip kaynaşabilselerdi ve bu süreç engellenmeyip 1910’lardan itibaren hayata geçirilebilmiş olsaydı, tam bir asır boyunca bu tezgâhtan geçenlerin en azından bir kısmı ülkelerinin kaderinde söz sahibi olacak konumlara gelseydi, bugün Türkiye ve diğer ülkeler çok daha farklı bir durumda olmaz mıydı? Dinle bilimi kaynaştıran; demokrasiyi, hak ve hürriyetleri özümsemiş; sivil toplum bilincine sahip; en az bir ortak dille iletişim kurabilen İslâm toplumlarında diktatörlüklerden, yoksulluktan, yolsuzluktan, dağınıklıktan eser kalır mıydı? 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |