Abdil YILDIRIM |
|
Kur’ân ile dost olmak |
İnsan iyi bir arkadaşa sahip olabilir ama iyi bir dost bulmak o kadar kolay değildir. Onun için bazı ozanlar “Dost dost diye nicesine sarıldım / Ne bir vefa buldum, ne faydalandım” derken, bazıları da “Bir dost bulamadım gün akşam oldu” diye hakikî bir dosta olan hasretliklerini dile getirmişlerdir. Dost, iyi günde insanın yanında olduğu gibi, kötü günde de onu terk etmez. Onun için “Gerçek dost kara günde belli olur” denilmiştir. İyi gününde insanın dostu çok olur. Ama dara düştüğünde, başına bir iş geldiğinde, bir felâkete maruz kaldığında, çevresindeki insanların dağıldığı, herkesin bir bahane ile oradan uzaklaştığı görülür. İnsan bir de bakar ki, yanında bir kaç kişiden başka kimse kalmamıştır. Bazen de hiç kimseyi yanında göremez. İşte o zaman gerçek dostluğun ne olduğunu, gerçek dostların kimler olduğunu idrak eder. Öyleyse insan öyle dostlar edinmeli ki, onu hiçbir zaman terk etmesin. İyi gününde yanında olduğu gibi, kötü gününde de dostunu yanıbaşında bulsun. Her tasasına teselli, her derdine derman olsun. Dostunun sohbetini dinlerken kederlerinden kurtulsun. Onun yanındayken emniyette olduğunu hissetsin. İnsanın böyle hakîki bir dostu olduktan sonra, hiçbir şeyden endişesi kalmaz. Karamsarlığa ve ye’se düşüp me’yus ve muzdarip olmaz. Kur’ân-ı Kerim, işte böyle hakîki ve hakikatli bir dosttur. Onu dost edinen, en büyük teselli kaynağını bulmuş, her türlü dert ve tasadan kurtulmuştur. Çünkü her türlü sıkıntının çaresi, her acının ilâcı, her derdin dermanı Kur’ân’da vardır. İnsan böyle bir dosta sahip olduktan sonra, hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir endişesi kalmaz. Kur’ân’ı dost edinen, bu dostluğuna sâdık kaldığı müddetçe, her türlü korkudan emin olabilir. O Kur’ân’ı terk etmedikçe, Kur’ân da onu terk etmeyecek, her musîbetten muhafaza etmeye devam edecektir. İnsan dünyada dost ararken, “pazara kadar değil, mezara kadar” birlikte olacağı bir dost ister. Çünkü fâni dostlar insana ancak mezara kadar eşlik edebilirler. Ama mezardan sonra da hayat devam edecektir. Asıl o yerin altında, o soğuk ve karanlık çukurda insanın bir dosta ihtiyacı vardır. İşte Kur’ân’ın dostluğu, mezarda ve sonrasında da devam edecektir. Dünyada Kur’ân ile dostluğunu sıkı tutan ve sadakatle ona bağlanan insan, kabrin karanlığında onu yanıbaşında bulacaktır. Kur’ân kabrini aydınlatacak, onu günahlarının hücumundan ve kabir azabından kurtaracaktır. Mahşerde, Mizan’da ve Sırat’ta da hep yanında olacak, dostunu bir an bile yalnız bırakmayacaktır. İnsan dostu ile bir araya geldiğinde onunla konuşur, sohbet ve muhabbet ederek dostluğunu gösterir. İki dostun hiç konuşmadan dostluklarını devam ettirmesi düşünülemez. Kur’ân ile dost olan insan da, onu okur, ne dediğini anlarsa dostluğun bir anlamı olur. Yoksa, en güzel kılıfların içine yerleştirip, evinin en güzel köşesine asmakla Kur’ân’a dost olunmaz. Dost, dostun hem halinden, hem dilinden anlar. “Ben Kur’ân’ı çok seviyorum, ama okumasını bilmiyorum” demek, bu sevginin ve dostluğun özde değil, sözde olduğunu gösterir. İnsan dostunun dilinden anlamıyorsa, onunla nasıl muhabbet edecek? Bir ecnebî arkadaşımız olsa, onunla konuşabilmek için onun dilini öğrenmeye çalışırız. Kur’ân gibi bir ebedî dostumuz varken, onun dilini öğrenmemek, cehaletten de öte bir gaflet ve hatta dostluğa ihanettir. Ramazan-ı Şerif’in bir adı da Kur’ân ayıdır. Kur’ân bu ayda nazil olmuş, yeryüzüne inerek insanlara dostluk elini uzatmıştır. Mü’minler bu ayı mukabelelerle karşılar, her zamankinden daha fazla Kur’ân okuyarak dostluklarını pekiştirirler. Ramazan Ayı, Kur’ân ile dost olmak için en güzel fırsattır. Bu fırsatı değerlendirenler, mukabelelerle Kur’ân’ın dostluğuna mukabele edenler, hem dünyada, hem ahirette, hem mahşerin dehşetinde, hem ebedü’l-âbâd yolunda kendilerini yalnız bırakmayacak olan hakîkî bir dost kazanmış olacaklardır. Ne mutlu, Kur’ân’ı dost edinenlere! 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Milliyetimiz bir vücuttur |
Bugünkü siyasîlere ve iktidardaki şahsiyetlere bir ders-i ibret olsun diye 3 Şubat 1977’de cereyan eden bir hatıramı nakletmek istiyorum. O da şudur: Yakın arkadaşlarımdan N. Şahiner ve R. İzmirli’yi de yanıma alarak, daha önce kendilerinden randevu aldığım, o dönemin AP genel idare kurulu üyesi, İstanbul milletvekili, Cumhuriyetin kuruluşunda dört önemli zevâttan biri olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy’un evine gittik. Bir kast-ı tevâfuk eseri olarak babaları, eski cumhurbaşkanı Celal Bayar da evde bulunmaktaymış, kendi çalışma odalarına bizi kabul ettiler. Çünkü bizim gayemiz de Celâl Bayar’ı görmek, Hz. Bediüzzaman ile ilgili görüşleri ve kendi düşüncelerimizi belirtmekti. “Lâf lâfı açar” mucibince bizler, merhum Celâl Bayar, kızı Nilüfer Hanım, onun eşi Dr. Ahmet Bey ve Yassıada mahkemesinde yargılanan eski milletvekillerinden bazı zevâtın da konuşmalara iştirakiyle sohbet ve ziyaretimiz 2 saat 40 dakikayı bulmuştu. Çok zeki bir insan olan Celâl Bayar, hem bizi imtihan, hem Bediüzzaman’ı tekrar öğrenmek, hem de proje bazında bir suâl sordu ve dedi ki: “Sizin meşrutiyetle ve bugünkü sistemle alâkanız ve görüşünüz nedir? Merhum Said Nursî ne diyor?” Biz de, Hz. Bediüzzaman’ın Münâzarât eserinde 1900'lü yılların başında şarktaki birçok aşiretlerin aklı erenlerine, çadırlarda ve bir çok mekânlarda anlattığı ve sonradan Münâzarât eserinde neşrettiği “Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz, işte: Eski hâl muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl… Acaba sizin şu çadırınız parça parça yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kabil midir?..” tarzındaki satırları aktardık. Harb-i Umumi’yi görmüş, Yassıadalarda işkencelere maruz kalmış olan DP lideri, o koca devlet adamı Celal Bayar dedi ki: “Evlâtlarım, gençler! Benim Said Nursî’ye sevgim şimdi bir kat daha arttı. Yorum ancak bu kadar olabilir..” Akabinde, kızı Nilüfer Hanım ve eşi Dr. Ahmet Bey “Lütfen bu sözleri bir daha söyler misiniz?” dediler. Günün ve uzun sohbetimizin mihenk ve püf noktası bu olmuştu. 2009 itibarıyla büyük dünya ailesine baktığımızda 7 milyarlık dünya ailesinde, 193 devletin 140’ının sandığa gitmekte ve yeni sistemi, yani meşrûtiyet, cumhuriyet ve çoğulcu parlamenter sistemi benimsediği görülmektedir. Keşke 57 İslâm ülkesinin kısm-ı azâmı böyle olsa. Türkiye’de geçmişteki ihtilâller bizleri sandıktan uzaklaştırdı, her uzaklaştığımızda Türkiye maddî ve manevî düşüşlere geçti, büyük yaralar aldı. Bugün İslâm dünyası da bundan farklı değildir. Millete proje sunanların evvelâ Irak ve Kuzey Irak’taki Müslümanların nasıl bir hayata dûçâr edildiklerini ve başlarındaki kişilerin nasıl kişiler olduğunu iyi düşünmeleri lâzımdır. Oradaki halkın bugün gerçek reyi de, gerçek hukukları da yoktur, tarumar edilmiştir. Nerede sandık ve nerede gerçek oylar? Ayrı bir konu... Yine o tarihi sohbetimizde merdâne ve gayet olgun bir sesle ve o günün heyecanıyla Hz. Bediüzzaman’ın Münâzarât eserinden bir sözünü daha naklettik ve yorumlar yaptık, o da şudur: “Milliyetimiz bir vücuttur, ruhu İslâmiyet, aklı iman ve Kur’ân’dır.” Evet bin yıllık tarihin şahadetiyle kimi kimden ayıracaksın ve ayıracaklar? Bugün çok ırkçılar geçmişlerinden kaç nesli sayabilirler? Hepsi başka ırklarla hemhâl olmuş, ancak İlâhî perdeler açıldıkca kimin kimden olduğu görülecektir. Sn. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, bizi de derin arşivlerden okuyarak eğer çağırıp fikrimizi alsalardı, ona çok kısa bir çıkış yolu gösterip söyleyecektim: Hz. Bediüzzaman’ın çağımıza bakan ve ışık tutan Risâle-i Nur eserlerinde bu konularla ilgili şu mezkûr hakikatleri, gelin en başta 500 küsûr ceza ve tutuklu evlerinde okutunuz ve okutturunuz. Evvelâ bunun yasasını çıkarınız. Bu vatanın vatanperver bir evlâdı olarak sözümüze kulak veriniz. Şuna inanınız ki gelecek nesl-i cedid bunu yapacaktır. Çünkü sineklerden önce bataklığı kurutmak lâzımdır, işin aslı da budur, gelin yorulmayın. 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Camiye, ezana, vaaz ve hutbeye müdahale... |
Hakk ve hürriyetler bütün dünyada inkişaf ederken, bizde geriliyor mu? Veya yakın geçmiş tarihimizde yaşadığımız 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinin yasaklar mengenesinde kıvranıyor muyuz? Hatta Amerika ve İngiltere kaynaklı “din ve ahlâk karşıtı” global cereyanın BOP adıyla, terörü de bahane ederek uygulamaya koyduğu proje gereğince, bilhassa “din ve vicdan hürriyetlerimiz” dönüştürülüyor mu? Türkiye'mizde Kemalizmin dine müdahalesi elbette yeni değil. İbadethaneleri depo ve hatta bazan resmî zevatın atlarını bağlama olarak kullanan “genç cumhuriyetin” din ve vicdan özgürlüklerine indirdiği darbeleri artık Çin ü Maçin halkı da biliyor. Fakat, siyasetin, Kemalist ilkelerin Cuma hutbelerine girmesi, şu dindar ve muhafazakâr geçinmeye çalışan AKP hükümeti döneminde şiddet kazandı. 12 Eylül’le birlikte hutbelere tâ Ankara’dan yapılan müdahaleyi yaşayanlar hatırlayabilirler. Fakat “din görevlileri” henüz yasakçıların labirentlerinde yeterlice eğitilmediklerinden, genellikle her imam hutbesini kendisi hazırlardı. Diyanet camiasını bu hususta zabt u rabt altına alma çalışmaları, demek zamanla yeni yeni meyveler verecekmiş. Ayrıca teşkilât samimî bir Kemalist’i de başında görünce, bidalar iyice sökün etmeye başladı... Cuma namazına erkence gidip azıcık vaaz ü nasihat dinleyeyim diyen cemaatin camilerde bomboş kürsülerle karşılaşması, artık sıradanlaşmış. Radyo veya tv’lerden daha faydalı mevzular işitecek insanların, namaz öncesinde ses düzeni fevkalâde bozuk camilerde boş kürsülere karşı oturmasına gerek var mı? “İnsanına güvenmeyen devletle belki de çoklukla camide karşılaşıyoruz. Teknolojinin ulaştığı boyutta, murakıplar bütün vaizleri bir odacıkta takip edebilirler. Dine, kanunlara veya genel örfe aykırı bir şeyi seslendireni rahatlıkla tesbit edip, tedbir alabilir. Hutbe denilince geçen Cuma’da yaşadığım bir olayı, maksadı müşahhaslaştırmak için arz edelim. Zafer Bayramı münasebetiyle, yine Türkiye’nin bütün camilerine gönderilmiş bir hutbede, zaferin M. Kemal’e mal edilmesini ve peygamberden sonra ona duâ edilerek hutbenin bitirilmesini yaşayan Müslümanlar, iç burukluklarını yüz hatlarıyla ifade ettiler. Hatta bazıları Cuma’yı kılmayarak camiyi terk ettiler. İşte bu uygulamaların giderek yaygınlaşmasından dolayı diyoruz ki, Bardakoğlu veya onu tayin eden efendiler, Cuma’ya, camiye ve cemaatimize müdahale etmesinler. Şayet Yunanlılara karşı kazandığımız zaferden dolayı kahramanlar yâd edilecekse, elbetteki M. Kemal’den ibaret değiller. Yüzlerce komutandan sadece birisinin ismini ülkenin bütün camilerinde anons etmek, millet olarak ecdadımızın manevî huzurunda başımızı öne eğdirir diye düşünüyoruz. Kaldı ki, Cuma hutbesinde bunlara lüzum var mı? Ezana gelince... Sesleri güzel olmayan bazı müezzinleri bahane ederek şehirlerde ve kasabalarda ezan-ı Muhammediyi teke indirmek, ezana saygı değil, belki ihanettir. Bir an önce çabucak halûtî ses bitsin, mânâsını çağrıştıran bu uygulama, aynı zamanda “ezan kültürünü” yok etmeye yönelik bir harekettir. Millet olarak hemen hemen her ferdin bildiği, çoğunun kıraat edebildiği ezanı koca bir şehirde bir-iki müezzine havale, hem istibdattır, hem de dine açıktan müdahaledir. Merkezî hutbeyi okutan devlet, imtihanla aldığı müezzinlerde “güzel ses” faktörünü de isteyebilir. Sesi güzel olup da okuyamayanları bu vazifeden başka vazifeye atayabilir. Avrupa’da bile her kilisenin çanı müstakil çalar. Her papaz vaazını kendisi hazırlayıp sunar. Merkezî yayın sisteminden bahsetseniz, kahkaha ile size gülerler. Doğrusu, sivil bir insiyatif ile her gün temel hak ve hürriyetlerimiz münafıkâne bir şekilde elimizden alınıyor. Hergün millet yeni oyun ile iğfal ediliyor. AKP hükümetinin dayandığı kuvveti yalnızca Kemalizm olmadığını, Bardakoğlu’nun Washington ziyaretinden anlıyoruz. Amerikalı dostları da bu uygulamalarından dolayı Bardakoğlu’nu taltif ediyorlar. Medyaya bakabilirsiniz. 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Belirsiz “açılım” |
“Açılım” koordinatörü İçişleri Bakanı Atalay’ın “açılımı”nın içi boş çıkarken, DTP’nin mitinglerinde de eski nakaratın tekrarından başka bir şey çıkmadı. 30 Ağustos günü Şemdinli’de verilen dört şehidin cenâzelerinin kaldırıldığı günde, hâlâ 40 bin insanın ölümünden sorumlu İmralı’daki terörist başı Öcalan’ın ve PKK’nın muhatap alınması ve “özerklik” terânelerinin önerilmesi, gerginlik ve tahrikten başka bir işe yaramadı. Yüzlerce “Öcalan posteri” altında, “çözümün adresi İmralı”, “anahtar Öcalan’da” gibi pankartların taşındığı âdeta aba altında sopanın gösterildiği miting, “açılım”ı daha da zora soktu. Kışkırtıcı konuşmalarla, “Süreç tıkanırsa, ayrılık tartışılabilir” tahrikleri, “açılım”a değil, demokratikleşmenin tıkanmasında istimal edildi. DTP’nin ve terör örgütünün demokratikleşme sürecini iftirak hesabına istismar etmekte. DTP eşbaşkanlarının “kan akmaya devam eder” tehditlerine benzer “Öcalan ve PKK’nın çözümün parçası haline getirilmesi gerektiği”ne benzer tehditler savurmaları, aksi halde yine “terörün süreceği” şantajında bulunmaları, bunun göstergesi. Ancak meselenin en dikkate değer yönü, bir milletvekilinin “PKK ve Öcalan’ı muhatap almazsanız, DTP’nin misyonu buna yetmez, DTP üzerinden sorun götürülemez, çözülemez” itirafı. DTP milletvekilinin bu itirafı, DTP’nin terörist başı Öcalan’dan ve terör örgütü PKK’dan tâlimat aldığını açıkça ele vermekte. DTP’nin “barış ve demokrasiye yetmeyen misyonu”nun, çeyrek asrı aşkındır bölgede köyleri basıp yaşlıları, kadınları, çocukları, bebekleri katleden Marksist terör örgütü ve başını Türkiye’deki bin yıldır Türklerle inanç birliği içinde yaşayan Müslüman Kürtlerin “temsilcisi” olarak kabul ettirme oyunu içinde olduğu anlaşılmakta…
“ECNEBİ ŞABLONLAR”LA DEMOKRATİKLEŞME OLMAZ… Diğer yandan haftalardır bizzat Başbakan tarafından atıfta bulunulan basın toplantısında, “herkes terörün bitmesini istiyor” tesbitini yinelemekle kalan Bakan’ın, bir aylık sürenin sonunda tekliflerin Başbakan’a sunulacağını söyleyip, meseleyi yeni yasama yılında Meclis’e havalesi, başlıbaşına çelişkilerle dolu bir garâbet… Belli ki hükûmetin daha adını bile koyamadığı “paket”in içinin doldurulması Meclis’ten istenecek. Ancak daha baştan “çok yüksek taleb”e rağmen “süreçle ilgili Anayasa değişikliğinin gündemlerinde olmadığı”nın koordinatör Bakan’ın ağzından deklâre edildiği bir “açılım”da anayasa ve yasalar yoksa Meclis ne yapacak? “Açılımın önemi” ve “terörün bitmesi gerektiği”nin ifâdesi, ne işe yarayacak? Oluşturulan yüksek beklentiyi nasıl karşılayacak? Koordinatör Bakan, “bölünme fobisinden kurtulmamız lâzım” diye konuşuyor. Bunun “çatışma lobisinin değirmenine su taşıdığını” nazara veriyor. Ne var ki meselenin “demokratik açılım”la Doğudan Batıya bütün ülkenin ihtiyacı olan demokrasinin geliştirilmesi ile temel hak ve hürriyetlerin teminini aşıp “Bask modeli-İspanya usûlü” gibi “ecnebî şablonlar”a, milletin bedenine uymayan karanlık mihrakların icâdı “yabancı kalıplar”a karşı belirli bir “demokratikleşme projesi”ni ortaya koymuyor. DTP’nin Türkiye’nin ayrı Meclis’leri olan “federasyon raporu”ndan ve Kandil’deki fiilî terör örgütü lideri Karayılan’dan sonra Öcalan’ın açıklanan “yol haritası”nda Ankara’ya ilettiği, “Devlet, Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını kabul edecek” cümlesi “teğet” geçilip cevabı verilmiyor. Terörist başının, “Kürtler, kendi sporunu, eğitimini, dinî örgütlenmesini, belediyelerini kendileri yapacak; merkezî yönetim isterse orada bayrağını bulunduracak” teklifinin ne anlama geldiği üzerinde durulmuyor…
MUTÂBAKAT”IN MUHTEVASI NE? Gerçek bir demokratikleşmede, etnik ve bölgesel yapı üzerine bina edilen “açılım”ın ırkî iftirakı daha da azdıracağı ve tefrika fitnesini tahrik edip bölünme ve parçalanmaya sevk edeceği açıklıkla belirtilmiyor. Bundan bir asır önce olduğu gibi, “adem-i merkeziyet”le başlayan, “muhtariyet”le ortaya atılan “talepler”in, aslında “serbest-i inkişâf” denilen demokratik hak ve özgürlüklerin temininden ziyâde, binyıldır barış ve kardeşlik içinde birlikte yaşayan başta Türklerle Kürtler olmak üzere diğer Müslüman unsurları birbirinden koparma plânının bir devamı olduğu belirtilmiyor. Görünen o ki başı sonu belli olmayan, “önemi”nin ve “gereği”nin ötesinde ne olduğunu hükûmetin dahi en azından temel umdeleriyle tesbit edemediği ve doğru dürüst bir hazırlığının olmadığı su yüzüne çıkıyor… Başbakan ve Bakan’ın, “çözüm için toplumda çok güçlü bir mutabakat var” deyip “mutâbakat”ın muhtevasını açıklamaktan sakınmalarının sebebi bu. “Herkes hazırlıklı” ise, neden muhalefetin ısrarla istediği “paket”in muhteviyatı açıklanmıyor? Niçin baştan beri ortaya çıkan istifhamlar giderilemiyor? Her şeyden önce belirsizliğin giderilmesi ve “demokratik açılım paketi”nin açıklıkla ortaya konulması gerekiyor… 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Veren el olmanın fazileti - 1 |
Salih Bey: “Veren el, alan elden üstündür” hadisini açıklar mısınız? Veren el neden üstündür? Bu konuda örnekler var mıdır?”
Allah Cevad’dır, Vehhab’tır, Kerim’dir; cömerttir, verendir, kerem sahibidir. Hayır yolunda cömertliği, vermeyi ve kerem sahibi olmayı sever. Veren kimse Allah’ın keremine, vehhabiyetine ve cömertliğine mazhar olmuştur. Vermeyen ve alan kimsenin ise bu konuda mazhar olduğu herhangi bir esma yoktur. Netice itibariyle vermemekte ve tutmakta hayır da yoktur, iyilik de yoktur, Allah katında makbuliyet de yoktur, derece de yoktur. Kur’ân birçok âyetiyle vermeyi ve üstelik en iyisinden vermeyi teşvik ettiği gibi, Peygamber Efendimiz (asm) adeta bir cömertlik ve kerem abidesiydi. Ashab-ı Kiram da vermek konusunda birbirleriyle yarışırlardı. Vermemek ve tutmak ashabın çarşısında hiçbir şekilde rağbet görmezdi. Asr-ı Saadeti kendisine örnek alan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ise, Darül-Hikmetil-İslâmiye’de iken kendisine naspedilen maaştan kut-u lâyemut kadarını almış, gerisi ile kitaplarını bastırıp ücretsiz dağıtmıştır. Bu hareketinin sebebini soranlara: “Maaştan bana kût-u lâyemut caizdir; fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum.” 1 diye cevap vermiştir. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” 2 “O takva sahipleri bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah, iyilik edenleri sever.” 3 Âyetleriyle vermeyi emreden bir Kur’ân’ın kendisine nazil olduğu Peygamber Efendimiz (asm) verme konusunda insanların en üstünüydü. Bir gün adamın biri Peygamber Efendimiz’e (asm) gelip ondan yardım istedi. Peygamber Efendimiz (asm) o an mübarek elinde ne varsa verdikten sonra: “Şu an bu kadar verebiliyorum! Fakat sen git, benim adıma ihtiyacın olan şeyleri satın al, Allah bana verdiği zaman ben senin oralara yaptığın borcu öderim!” buyurdu. Hazret-i Ömer (ra): “Ya Resulallah! Ona verebildiğini verdin! Allah sana gücünün yetmediği bir şeyi teklif etmemiştir. Kendini neden borca sokuyorsun?” dedi. Hazret-i Ömer’in (ra) bu sözünden Peygamber Efendimiz’in (asm) hoşlanmadığını gören ensardan bir zat: “Ver Ya Resulallah! Allah seni darda bırakmayacaktır!” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) bu sözden hoşlandı ve: “İşte ben bununla emrolundum!” buyurdu.4 Hazret-i Ömer (ra) anlatıyor: “Bir gün Peygamber Efendimiz (asm) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden: “Eğer Ebu bekir’i geçeceğim gün varsa o gün bu gündür!” dedim ve malımın hepsini hesaplayarak yarısını getirdim. Peygamber Efendimiz (asm) bana: “Çocuklarına ne bıraktın?” buyurdu. Ben: “Getirdiğim kadar da onlara bıraktım!” dedim. Az sonra Ebu Bekir (ra) geldi. Meğer o nesi varsa hepsini yüklenip getirmiş. Peygamber Efendimiz (asm) ona da: “Çocuklarına ne bıraktın?” buyurdu. Ebu Bekir (ra): “Onlara Allah ile Peygamberini bıraktım!” dedi. O zaman kalbimden: “İmkânı yok, Ebu Bekir geçilmez!” dedim. 5 Bir gün adamın biri Hazret-i Osman’a (ra): “Bütün hayır ve sevapları siz zenginler kaptınız! Sadaka veriyorsunuz! Köle azat ediyorsunuz! Hacca gidiyorsunuz! Zekât veriyorsunuz! Allah yolunda nice maddî yardımda bulunuyorsunuz!” dedi. Hazret-i Osman (ra): “Siz buna mı imreniyorsunuz?” dedi. Adam: “Evet, vallahi, sizin kendi paranızla bunca hayır hasenat yapmanıza imreniyorum!” dedi. Hazret-i Osman (ra): “Fakat şunu unutmayın ki, vallahi bir fakirin kendi boğazından kesip Allah yolunda verdiği tek kör kuruş, malı çok bir zenginin verdiği on binlerden Allah katında daha makbuldür! Az demeyin, siz de vermeye bakın!” dedi.6 Yarın İnşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1. Tarihçe-i Hayat, s. 109. 2. Âl-i İmran Sûresi: 92. 3. Âl-i İmran Sûresi: 134. 4. Hayatü’s-Sahabe, 2/252. 5. Müntehabü’l-Kenz, 4/347. 6. El-Kenz, 3/320. 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
İftiranın korkunç bir sonucu |
İslâm modern dünyanın yeni yeni kavramaya çalıştığı insan hakları konusunda en köklü, en esaslı, en ideal prensip ve esasları getirmiştir. İnsanların akıl, ruh, kalp ve vicdanlarına hitap ederek gerçekleştirmeye çalışır bu esasları İslâm. İnananlar severek, isteyerek, gönül rızasıyla bunlara uyar, herkes hak ve hukukuna razı olur; kimse kimsenin canına, malına göz dikmez. İstisnaları yok mudur bunun? Vardır elbette. Bu da âleme ibret olsun diye neticelenir ki insanlar böyle bir yanlışlığa girmesinler. İşte bu ibretli olaylardan biri: Medine’de cereyan ediyor. Evs’in kızı Erva Aşere-i Mübeşşereden Said bin Zeyd’i arazisinden bir parça alıp kendi arazisine kattığı iddiasıyla Medine valisi Mervan bin Hakem’e şikâyet ediyor. Korkunç bir suçlamaydı bu. Hele hele daha hayatındayken Cennetle müjdelenmiş bir Sahabî için. Arazilerin sınır işaretlerini değiştiren kimseye lânet okuyan 1 Allah Resûlü (a.s.m.) “Kim, hakkı olmayan bir toprak parçasını alırsa Kıyamet günü yedi kat yerin dibine geçirilir” 2 buyurmuştu. Bu hakikatleri çok iyi bilen Hz. Said, “Ben” dedi, “bu hususta Hz. Peygamberi dinledikten sonra hiç onun hakkını üzerime geçirir miyim?” Mervan, “Resûl-i Ekremden (a.s.m.) ne işittiniz?” diye sordu. “Ben Resul-i Ekremden (a.s.m.) şunu işittim. Buyurdular ki: ‘Kim haksız yere başkasının bir karış arazisine tecavüz ederse o arazi yedi kat altıyla birlikte o kimsenin boynuna halka hâlinde geçirilir.’ Bu ifade üzerine Mervan, “Artık bundan sonra senden kesin bir delil istemeyeceğim” deyince bu ağır itham karşısında çaresiz kalan Said bin Zeyd ellerini Rabbine kaldırmaktan başka birşey yapmadı. Şöyle bedduâ etti: “Allah’ım, eğer bu kadın yalancı ise gözünü kör et ve onu kendi arazisinde öldür.” Hadisi rivayet eden Urve bin Zübeyr der ki: “O kadının ölmeden önce gözü kör oldu. Tarlasında yürürken de bir çukura düşüp öldü.” 3 Mazlûmun dostu Allah’tır. Duâsı Arşa kadar yükselmişti. Allah ile arasında hiçbir perde kalmamıştı. Cennetlik Sahabîye yapılan bu haksız iftira kadının başına bu gaileyi açmış, Hz. Said’in bedduâsı kabul olmuş, kadının sonunu hazırlamıştı. Gel sen kul hakkı çiğne; masum insanların can, mal, hukukuna haksız yere zulmet, iftira at! Masum ve mazlûmun dost ve yardımcısının Allah olduğu nasıl unutulur?
Dipnotlar:
1. Şerhu’n-Nevevi: 13:141 (Müslim’den). 2. Fethu’l-Bari: 5:103 (Buharî’den). 3. Riyazü’s-Salihin, 3:95 (Hadis no: 1535; Buhari ve Müslim’den). 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
İslâmiyet, hayatın mihenk ve saadetidir |
Mübarek Ramazan ayı münasebetiyle sadece İslâm âlemine değil, bütün âlemlere ve gönüllere rahmet ve nur geldi. İnananların ruh, kalp ve gönül dünyalarını inşirah, rahmet ve bereket kapladı. Sakinlik ve huzurun verdiği rahatlıkla, bu mübarek ayın ortalarında olduğumuz şu günlerde, dünkü gün “Câmiü’s-Sağîr” hadis kitabının dört bine yakın hadislerini şöyle hızlı bir şekilde taradım. Bu araştırma neticesinde, bir defa daha gördüm ki, beşeriyetin saadeti için inzâl edilmiş olan Kur’ân-ı Azimüşşan’ın hükümleri ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz. Muhammed’in (asm) ifade, beyan ve yaşayışına dikkat etmeye çalıştım. Neticede kendi iç dünyamda, fert ve toplum olarak “İslâmî ve semavî” yaşayıştan maalesef bir hayli uzaklaşmış olduğumuzun bir defa daha tesbitini yaptım. Yine iç dünyamda bunun sebeplerini araştırmaya çalıştım. Taradığım bu dört bin civarındaki hakikatlerde Allah Resûlü’nün (asm) Müslümanlara mânâlı ve dehşetli ikazlarında: “Yahudilere benzememe” konusu dikkatimi çekti. O zaman ben âcizane–İslâmî şuura sahip insanların bildiği—şu hükme vardım: Allah Resûlü’ne (asm) karşı sağlığında bu kadar aleni ve hilekâr davranan bu zihniyetin, bütün dünyada, İslâm âleminde ve Türkiye’de maneviyat ve semavilikle ilgili ne kadar hüküm, emir, düstur varsa bunların bir şekilde imhasına kararlı bir şekilde her vasıtayı kullanarak çalıştıklarını gördüm. Yahudi zihniyetinin bütün dünyada ve özellikle İslâm yaşantısının olduğu her toplumda; cemiyet hayatının temel umdelerinden olan maneviyat, itimat, ahlâkî değerler, emniyet, tevekkül, kanaat, tasarruf, iktisat, iffet, fazilet ve samimiyet gibi kudsî değerlere rağmen; bunun tam aksine, dinsizliği, ahlâksızlığı, israfı, fuhşu, fitneyi, fesadı, kanaatsizliği ve hırsı inadına kendi menhus emel ve çıkarları için kullanmasına dikkat çekilmiş olması ayrı bir mu’cize olarak karşımızda duruyor. Teknoloji ve medeniyetin bütün imkânlarını bu yolda kullanan bu zihniyet, başta dünyanın her yerinde elde ettiği “medya” sahası olmak üzere, diğer bütün imkânları menfî yönde kullanarak, başta âyet ve hadis hakikatlerinden inananları “sapma ve saptırma” tuzak ve plânını uygulamaktadır. Bu oyun ve tuzaklara karşı mutlaka hassas ve duyarlı olmamız gerekiyor. Dünyayı kana bulamaya teşne ve müheyya olan bu fesat şebekelerinin bütün kurgu ve faaliyetleri tam bir zındıka planının ve programının eseri. İslâm’ın ve Müslümanların hiçbir yönde uyanıp kuvvetlenmesini istemeyen bu zındıka komiteleri, maalesef argümanlarını çok “masumane” bir şekilde sözüm ona “medeniyetin gereği” olarak insanlığa yutturmaya çalışıyor. “Sanat” ve “medeniyet” adı altında en başta masum gençler olmak üzere bütün toplum üzerinde, ancak muhakeme ve idrak sahiplerinin fark edebileceği müthiş bir Bizans oyunu sergilenmekte. Strateji enstitülerinde hazırladıkları plânların en başında, İslâmî prensiplerin saptırılması var. Böylece haris menfaatleri yerine gelecek ve doymayan hırsları tatmin olacak. Tesbitimiz bu! Peki çare var mı? Evet var Elhamdülillâh! Sünnet-i seniyyeye sarılmak, gün be gün “bir”den başlayarak kararlı bir şekilde kendi hayatımızda bire bir sünnetin birisini uygulayıp devamını sağlamak. İslâmiyeti baş düşman olarak ajanda ve gündemine alan bu zihniyete karşı en büyük tedbir ve silâhımız da, en başta nefislerimizi ıslâh etmek, ondan sonra da kendi çocuklarımızdan başlayarak, dost, akraba ve komşularımızdan uygun olanlarla iyi münasebetler içersinde onların ve çocuklarının müsbet mânâda eğitilmelerine ve İslâmî şuura ulaşmalarına yardımcı olmak. Böylelikle, insanlığı bu manevî musîbet ve belâlara karşı muhafazaya çalışıp her an teyakkuzda bulunmak. Yaşadığımız ortamda hiç zor olmayan ve çok basit, kolay fakat şahsî, ailevî ve toplum hayatımız için ise bir o kadar önemli olan bu tatbiki sünnetlerden derlediğimiz bir demeti de bu arada kısaca zikredelim: “Elbiselerinizi yıkayınız. Saçlarınızın fazlalıklarını kesiniz. Misvak kullanınız. Süsleniniz ve temizleniniz. Çünkü İsrâiloğulları bunu yapmadıkları için kadınları zina etmişlerdir.” (Hadîs No: 1218) “Dikkat edin! Cennete götüren amel sarp ve yokuştur. Cehennem ameli ise kolay ye düzlüktür. Nice bir anlık nefsanî istekler vardır ki uzun üzüntüleri netice verirler.” (Hadîs No: 2887) “En hayırlılarınız, çoluk çocuğuna en hayırlı olanınızdır.” (Had. No: 3990) “Aile fertlerine yapmış olduğun her iyilik onlara bir sadakadır.” (Hadîs No: 6339) “Çocuklarınıza değer verin ve onları güzelce terbiye edin.” (Hadîs No: 1419) “Evlerinizde Kur’ân’ı çok okuyunuz. Çünkü Kur’ân okunmayan evin hayrı az, şerri çok olur ve o ailenin geçimi daraltılır.” (Hadîs No: 1412) “Açıktan günah işleyenleri anlatmaktan niçin çekiniyorsunuz? İnsanlar onları ne zaman tanıyacak? Onun vasıflarını anlatın ki, insanlar onlardan sakınsınlar.” (Had. No: 109) “Ahde titizlikle vefa göstermek îmandandır.” (Hadîs No: 2264) “Alış verişte çok yemin etmekten sakının. Çünkü bu malı sattırır, sonrada bereketini giderir.” (Hadîs No: 2904) “En hayırlınız, en cömert olanınızdır ve başkasının hakkını en güzel şekilde ödeyendir.” (Hadîs No: 2270) “‘Yarın yaparım, ertesi gün yaparım’ gibi düşünceler şeytanın prensibidir. Onu mü’minlerin kalblerine atar.” (Hadîs No: 3405) “Ben insanlarla iyi geçinme özelliğiyle gönderildim.” (Hadîs No: 3151) “Bir kötülük işlediğinde peşinden hemen bir iyilik yap ki onu silsin.” (Hadîs No: 764) “Din kardeşi kendisine özür dilemek üzere gelen kişi, bunda ister samimî olsun, isterse olmasın, kabul etsin. Böyle yapmazsa Kevser Havuzunun başında yanıma varamaz.” (Hadîs No: 8292) “Allah yardım isteyenin yardımına koşulmasını sever.” (Hadîs No: 1863) “Yiyeceklerinizi ölçülü tartılı kullanın. Ki sizin için bereketlensin.” (Hadîs No: 6446) “Yumuşak huyluluğa dört elle sarıl. Sertlikten ve hayasızlıktan uzak dur. Yumuşak huyluluk hikmetin başıdır.” (Hadîs No: 5504) “Ben Rahmanım. Sıla-i rahmi [akrabalık haklarını] yarattım. Ve ondan kendime bir isim türettim. Kim sılâ-i rahmi devam ettirirse, Ben de ona iyilik ve ihsanımı sürdürürüm. Kim de onu koparırsa, Ben de ona olan iyilik ve ihsanımı keserim.” (Hadîs-i Kudsî No: 1765) “Yemeği sıcakken yemeyin. Çünkü sıcak yemeğin bereketi yoktur.” (Hadis No: 50) “Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak yemeğin bereketine vesiledir.” (Hadîs No: 3140) 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Fırsatı kaçırmayalım |
Kâinatın galaksileri, samanyolları, kütleleri çok büyük güneşleri ile yıldızları, gördüğümüz göremediğimiz bütün cisimleri içinde bulunduğumuz Ramazan ayında bir başka güzel, bir başka endamlı, bir başka harika görünüyorlar… Adeta her birisi ayrı ayrı ve tek tek bu mübarek ayın iyiliğinden, güzelliğinden, bereketinden ve kazançlarından haber veriyorlar. Kâinatın içinde bir nokta misali dünyamız, Rabbimizin azamet ve ulûhiyet sıfatlarının içinde tecelli eden kudret ve Rahmet sıfatlarıyla adeta büyük kâinatın içinde bir büyük kâinat olarak Ramazan- ı Şerifle açılıyor. İnsanlık âlemi, Müslümanlar, hayvanat ve bitkiler âlemi ayrı ayrı ve topyekûn nimet-i İlâhiyenin bolluğunun, bereketinin, faidelerinin ve tükenmezliğinin adeta yeniden farkına varıyorlar, hissediyorlar. Dünyayı güzelleştirmek isteyen, dünyayı süsleyen, dünyayı imar etmek ve değiştirmek isteyen insanoğlu için eşsiz bir ders fırsatıdır Ramazan. Emri yerine getirmek, zamanında ve birlikte hareket etmek, mükellefiyetleri ve görevleri bilmek ve tam zamanında yerine getirmek Ramazan- ı Şerifin insanlığa verdiği en büyük derslerdendir. Madde ile âlude olmuş adeta taşlaşmış insan ruhu, Müslümanların ruhu, aklı ve vicdanı Ramazan- ı Şerifin insanlığın kapısına gelerek bağırmasıyla adeta irkilerek ve çabuk uyanarak günahı, sevabı, haram helâli, iyi olanı kötü olanı yine insanlığın ruhuna, aklına ve vicdanına muazzam bir ders olarak sunuyor. Müslümanlar titrer, helecana gelir, Ramazan o saf beyaz güvercinleri andıran gelişinden, yüreğimize ince ince bir dokunuşundan, ruhumuza hoş mu hoş, lâtif mi lâtif vermesinden… Gönlümüz ve vücudumuz karanlık tepelerin ardından doğan dolunay gibi bir aydınlığa ve güzelliğe kavuşur Müslümanlar olarak. Almak vermek kâinatın melediğinde, başlangıcında var. En iyi hissedilen zamanı ise Ramazan-ı Şeriftir. Her zaman aldığımız, her zaman bize verilenlerin bizim elimizle başkalara dağıtılması, tevzii verilmesi bambaşka bir güzellik ve iyiliktir. Ramazan-ı mübarekte. Cân- ı gönülden inanarak, sevginin ve şefkatin zirvesinde bir ruh haliyle bize verilenleri ve devamlı aldıklarımızı bir başkalarıyla paylaşmak ve onlarla birlikte mesrur ve memnun olmak. İşte eşsiz Ramazan-ı Şerif kazançlarından biri… Bir top sesiyle sonsuz birlerin titrediği, memnun olduğu ve emirler yerine getirdiği Ramazan- ı Şerif bütün güzellikleriyle geldi ve gidiyor... İnşallah fırsatları kaçırmamak dileğiyle… 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Asırlık gecikme |
Bediüzzaman Said Nursî’nin 1910’lu yıllarda başlangıç olarak Bitlis, Van ve Diyarbakır’da kurulmasını istediği, hattâ Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce Van gölü kıyısında temelini attığı Medresetüz-Zehra projesi, yine onun düşündüğü temel ilkeler çerçevesinde hayata geçirilebilmiş olsaydı neler olurdu veya tersinden sorarsak neler olmazdı? Bir defa, Medresetüz-Zehra Üniversitesi bu topraklardaki bütün unsurlar gibi, bölgede çoğunlukta olan Kürtleri de kucaklayacağı için, özellikle Türk-Kürt kaynaşması sağlanır ve sonraki yıllarda gerek Türkçü, gerekse buna tepki olarak gelişen Kürtçü siyasetlerle, bunlara istinaden üretilen fitnelerin zemini oluşmazdı. Terör kamplarının ve bunlarla mücadele için kurulan karakolların, garnizonların, kontrol noktalarının, barikatların yerini her köşeye yayılmış okullar, üniversite kampüsleri, eğitim tesisleri, kütüphaneler, kültür merkezleri alırdı. Üniversitede kullanılacak eğitim dillerinin “Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” olarak uygulanması, İslâm dünyasıyla ortak dil Arapça üzerinden işlek bir iletişim kanalı açarken, Kürtleri Türkçeye vâkıf kılar, yıllar sonra başımızı ağrıtan “Kürtçe eğitim ve yayın” sorununu daha ortaya çıkmadan bitirirdi. Buna Batı dillerinin de ilâvesiyle öğrenciler, doğuyla batıyı buluşturacak dört başı mamur bir donanım kazanırlardı. Müfredatta vicdanın ziyası olan dinî ilimlerle aklın nuru olan modern fenlerin imtizac ettirilip kaynaştırılarak okutulması, nesillerin tevhid çizgisinde, dini de, dünyayı da çok iyi bilen, sarsılmaz bir inanç yapısıyla çağdaş gelişmelere açık mükemmel insanlar olarak yetişmesini sağlardı. Böylece, hem dinin dar ve bağnazca yorumundan kaynaklanabilecek taassup ve aşırılıklar, hem de dini dışlayan laik-maddeci yaklaşımların ürettiği sapkınlıklar kaynağında kurutulmuş; sonuçta dindar-dinsiz, laik-antilaik gerilimlerinin üretilmesine fırsat verilmemiş olurdu. Keza, siyasî, ilmî, sosyal alandakiler başta olmak üzere istibdadın her türlüsünü reddeden ve her çeşit fikrin özgürce dile getirilip tartışılmasına imkân sağlayan bir anlayışla verilecek olan eğitim, demokrasinin bu topraklarda çok daha erken tarihlerde kök salmaya başlamasını kolaylaştırır ve buna paralel olarak feodal aşiret düzeninin şeyhlik ve ağalık gibi kurumlarını çözecek bir süreci başlatarak bu etkisini pekiştirirdi. Yine bu çerçevede, dinî ve etnik farklılıkları çatışma değil, diyalog ve uyum vesilesi birer zenginlik olarak görme kültürünü perçinler ve “Hakkın azı çoğu olmaz” ilkesiyle istisnasız herkesin hakkına hassasiyetle riayet eden bir yaşayış üslûbunu toplumun tümüne hakim kılardı. Böyle bir toplumda ise ne Kürt ve Ermeni meseleleri yaşanır; ne azınlık hakları kronik bir “sorun” olarak karşımıza çıkar; ne de karşılıklı tahrik ve galeyanlarla azdırılan zıt milliyetçiliklerin çatışmasına elverişli bir zemin oluşurdu. Ve, kısaca özetlediğimiz bu mânâların Medresetüz-Zehra’da tahsil görecek nesiller vasıtasıyla Türkiye’nin yanı sıra Irak’ı, Suriye’si, Ürdün’ü, Suudî Arabistan’ı, Körfez ülkeleriyle bütün bir Ortadoğu’ya; Kuzey Afrika’da Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas şeridine; İran, Pakistan ve Afganistan’a; Orta Asya ve Kafkas cumhuriyetlerine taşındığını düşünüp hayal edersek... Bu geniş coğrafyada doğup büyüyen nesiller Medresetüz-Zehra modeliyle yetişip kaynaşabilselerdi ve bu süreç engellenmeyip 1910’lardan itibaren hayata geçirilebilmiş olsaydı, tam bir asır boyunca bu tezgâhtan geçenlerin en azından bir kısmı ülkelerinin kaderinde söz sahibi olacak konumlara gelseydi, bugün Türkiye ve diğer ülkeler çok daha farklı bir durumda olmaz mıydı? Dinle bilimi kaynaştıran; demokrasiyi, hak ve hürriyetleri özümsemiş; sivil toplum bilincine sahip; en az bir ortak dille iletişim kurabilen İslâm toplumlarında diktatörlüklerden, yoksulluktan, yolsuzluktan, dağınıklıktan eser kalır mıydı? 04.09.2009 E-Posta: [email protected] |