Ahmet ÖZDEMİR |
|
Nurlu mekânlardan Nur Menzillerine (1) |
Üstad Bediüzzaman, yirminci asrın başlarında kendisine “İfrat ediyorsun, hayâli hakîkat gösteriyorsun; bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır; gittikçe daha fenalaşacak” diyenlere verdiği cevap çok enteresandır: “Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?” Yirminci asrın başlarında Osmanlı Devleti maddî ve manevî buhranlar içinde kıvranmaktadır. İnsanlara rehberlik yapacak kimseler de ümitsizliğe düşmüştür. Halbuki Cenâb-ı Hak “ümitsizliği” yasaklamış ve “Allah’ın rahmetinde ümidinizi kesmeyin” 1 buyurmuştur. Bediüzzaman’ın “Ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” 2 sözleri onların dünyasında hayal görülmektedir. Zamanın ahirzaman olarak görülmesi ve gittikçe kötüleşeceği düşüncesi yayılmakta veya yayılmak istenmektedir. Bediüzzaman’ın dünyasında ümitsizlik, karamsarlık yoktur; ümit vardır, şevk vardır. Bunu hayatının her safhasında ve eserlerinde görmek mümkündür. Adeta “defter”inde böyle bir kelimenin yeri yoktur. Onun, ümitsizliği adeta inanç hâline getirmiş insanlara karşı tavrı net ve kesindir. Onlara cevabı şudur: “İşte ben de sizinle konuşmayacağım.” Zamanının insanlarına yüzünü çevirirken ümitsizliğe düşmemiş, yönünü değiştirmiş ve “müstakbeldeki insanlarla” konuşmaya başlamıştır: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafi-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Yusuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbâlinize uzanan telsiz telgrafla, sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz, İnşaallah, cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”3 Evet, Bediüzzaman mânen kışta gelmişti. Her türlü engeller ve olumsuzluklar önüne çıkmıştı. O bütün bu olumsuzlukları teker teker aşarak günümüze ulaşmıştır. Bu yazımda onun bir asır önce verdiği müjdeye uygun bir programı sizinle paylaşmak istiyorum. Hatıralar, geçmişi geleceğe bağlayan köprülerdir Hatıralar, hayatımızın ayrılmaz parçalarıdır. Üzerinden yıllar geçse de unutamayız. Hele güzel hatıralarımızı hiç unutmak istemeyiz. Tutulan günlükler, yazılan hatıra defterleri o düşüncelerin ürünüdür. Bazen hatıralarımızı fotoğraf ve kamera kayıtları ile de zenginleştiririz. Her mevsimin kendisine has güzellikleri vardır. Kışı beyaz karıyla, ilkbaharı yeşilin her tonuyla, sonbaharı da sararan yapraklarıyla hatırlarız. O mevsimlerde Cenâb-ı Hakk’ın değişik isimlerini hatırlarız. Bazen “Ya Celîl!”, bazen de “Ya Cemîl!” deriz. Allah’ın Celâl ve Cemal isimlerini okuruz kâinat kitabında. Yaz mevsimi bir başka güzellik katar özel dünyamıza. Onda hatırlanacak çok şeyler buluruz. Belki o mevsime çok şeyleri sığdırırız. Hayatımızın en yoğun ve en renkli geçen günleridir, yaz mevsimi. Geziler, toplantılar, özel çalışmalar, ziyaretler, okuma programları, düğünler, yaz okulları… Yaz mevsiminde yaptıklarımızı, gördüklerimizi, dinlediklerimizi anlatmaya doyamayız. Yıllar geçse de o güzel günler tekrar tekrar yaşanır özel dünyalarımızda. Bazen cümleler, kelimeler yetmez o günleri anlatmaya. Açarız fotoğraf albümlerini bir bir. Bakarız teker teker. Sonra (varsa) kamera kayıtlarını, seyrederiz. Bazen güleriz, bazen ağlarız, bazen de düşünürüz derin derin. Geçmişimizi ya da tarihimizi böyle hatıralardan okumuyor muyuz? Güzellikleri dostlarımızla paylaşırız, oralarda olmasalar da; bizimle o günleri yaşamasalar da... Biz bu halimizle geçmişle gelecek arasında köprü olmuyor muyuz? Bir başka ifadeyle dede ile torunlar arasında bir bağ değil miyiz? Bediüzzaman, bir asır önce yazdığı bir eserinde hayali bir toplantı yapıyor ve özetle şöyle diyor: Bin yıl önceki ecdadımız ve iki asır sonraki evlâtlarımız şu gürültülü meydanda toplansalar; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadımız: “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Hayatımızın neticesi siz misiniz? Heyhât! Bizi akim, sonuçsuz bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız” demeyecekler mi? Hem de sol tarafında duran ve istikbâl şehirlerinden gelen evlâtlarımız, sağdaki atalarımızı tasdik ederek demeyecekler mi: “Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ ve kübrâsı, en küçüğü ve en büyüğü? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden, bağlayan rabıtamızın hadd-i evsatı, çizgisi? Heyhât! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz!” 4 Peki, biz böyle bir kıyasın neresindeyiz?
Mevsimler ile insan ömrü arasındaki benzerlikler Her bir namazın vakti, insan ve dünya hayatında önemli bir inkılâp başıdır. Bediüzzaman, beş vakit namazla mevsimler arasında irtibat kurar. Meselâ, fecir (sabah) zamanı ilkbahar mevsimini ve insanın anne karnına düştüğü anlarını, öğle zamanı yaz mevsiminin ortasını ve gençlik olgunluğunu, ikindi zamanı güz (sonbahar) mevsimini ve ihtiyarlık vaktini, akşam zamanı sonbahar mevsiminin sonunda pek çok varlıkların batışını ve insanın ölümünü, yatsı vakti kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, gece vakti ise hem kışı, hem kabri, hem berzah âlemini anlatmakla, beşer ruhu Rahman’ın rahmetine ne kadar çok muhtaç olduğunu insana hatırlatır. 5 -Devam edecek- 09.08.2009 E-Posta: [email protected] |