Ahmet ÖZDEMİR |
|
Zarûretler haramı helâl kılar mı? |
Bediüzzaman Said Nursî’nin, en son dersinde dikkat çektiği bir konu da “zaruretler”dir. Zaruret nedir, nasıl ortaya çıkar? Zaruretlerin hükmü nedir? Müslümanların önüne konulan bir kaide vardır. O da şudur: “Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar.” Bu kaideye sığınarak, bazı Müslümanlar “Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin gereklerini taklide mecburuz” diyorlar. Şunları düşünmekten kendimizi alamıyoruz: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş bulaşıcı hastalığa karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz.”1 Batıda çıkan mânevî hastalıklar medyada bol bol anlatılıyor. Onlara burada girmek istemiyorum. Batıda çıkan hastalık öyle bulaşıcı ki, çok hızlı yayılıyor. Batılıların hapşırmasına da gerek yok. Nasıl oluyorsa bize hemen bulaşıyor. “Kelin ilâcı olsa başına sürer” diye bir atasözümüz var. Yerinde söylenmiş güzel bir söz. Avrupa’nın, mânevî hastalıkları konusunda ilâcı yok. O hastalıkların ilâcı İslâm’da. Mânevî hastalıklarımızın ilâcı Kur’ân-ı Hakîm’de. Zira zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor. Onun esasları tazeliğini koruyor. Kıyamete kadar da koruyacak İnşallah. Bediüzzaman der ki: “Zaruret sû-i ihtiyardan gelse, kat’iyen doğru değildir; haramı helâl etmez. Sû-i ihtiyardan gelmezse, yani zarûret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; bir adam sû-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine cârî olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, sû-i ihtiyarıyla bu zarûret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde değildir.”2 İnsanlar tercihini kötüye kullanarak zarûrete bir kılıf giydirse bu doğru olmaz. Haramı helâl yapmaz. Burada günlük hayatta karşılaştığımız iki örnek vardır. Bunların üzerinde durmak gerekir. Bir adam kendi isteğiyle içki içip sarhoş olsa ve bir cinayet işlese özürlü değildir, cezaya çarptırılır. Bir deli çocuk aynı suçu işlese o özürlü kabul edilir, ceza verilmez. Çünkü onun aklı başında değildir. Zarûretin bir sınırı var mıdır? Varsa onu nasıl belirleyeceğiz? Üstadın dediği gibi: “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zarûret var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşrû meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar.”3 Hayatı devam ettirmek bir zorunluluktur. Hayat tehlikeye girerse zarûretlerin kapısı çalınabilir. Murdar hayvanın etini yemek haramdır. Meselâ, ölmek üzere olan bir kimse tok oluncaya kadar değil, ölmeyecek kadar murdar etten yiyebilir. Tehlike ölüm, yeme sınırı ölmeyecek kadar. Yani yapılacak şeyde hak ve menfaat esas olmalıdır. “Hak ve maslahat ise, şeriatta esastır. Fakat ‘Zarûretler haramları mübah kılar’ kâide-i şer’iyesince bâzan haram bildiğimiz şey, ilcâ-i zarûretle vâcip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; tâ el kesilmesin.”4 Dinimizde hak ve fayda esas kabul edilmiştir. Yukarıda olduğu gibi zarûretin zorlaması ile haram bildiğimiz bir şeyi yapmak zorunda kalabiliriz. Meselâ, çürümüş, kangren olmuş bir parmak kesilir. Bu bir tıbbî zorunluluktur. Hekimler tarafından karar verilir ve uygulanır. Parmak kesilmezse el kesilir. El kesilmezse kol kesilir. Yani tehlike gittikçe büyür. Tehlikenin büyümemesi için önceden tedbir alınır. Buna zaruret var denilir. Günlük hayatta karşılaştığımız sinema, tiyatro, televizyon, bilgisayar oyunları gibi şeylerde insanlar tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve sû-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz. Dünya kanunlarında bile bunlarla ilgili ceza maddeleri yer almaktadır. Bediüzzaman bid’alara taraftar olan hocalar için talebelerine şu tavsiyelerde bulunur: “Zamanın ilcaatıyla zarûretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek ‘Zaruret var’ zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zarûret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur Talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.” Üzülerek belirtmek gerekir ki, bazı hocalarımız zarûret var zannederek bid’alara taraftar oluyorlar. Bir yönüyle bid’aların yayılmasına da sebep oluyorlar. Sonuç olarak İslâm’a zarar veriyorlar. Üstad kendi aleyhinde çalışan hocalarla bile uğraşmamıştır. Tek başına başlattığı iman hizmetinde muvaffak olmuş ve bugün milyonlarca Nur Talebesinin yetişmesine zemin hazırlamıştır. Halbuki Üstada en çok hocaların taraftar olması gerekirdi. Ne yazık ki taraftar olmak bir yana aleyhinde bulunmaktan da çekinmemişlerdir. Onlar belki aldandılar veya aldatıldılar. Bu sözlerim geçmişte bir kısım hocalarımız içindir. Şimdi Allah’a şükür o oran yok denecek kadar azaldı. Üstad ve Nur Talebelerinin imtihanı çetin olmuştur. Çünkü onların mesleği sahabe mesleğidir. Sahabeler de çok ağır imtihana tabi tutulmuşlardı. Sünnetin en küçük bir meselesini bile büyük görmüşler ve hayatları pahasına da olsa o yoldan ayrılmamışlardır. Onların sabır ve sebatı İslâm’ın yayılmasında en büyük paydır. Duâm odur ki, Allah Nur Talebelerini sahabe mesleğinden ebediyen ayırmasın! Kıyamette de onlarla birlikte haşretsin! (Âmin!)
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 956. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 872-873. 3- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 873. 4- Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri. (Münâzarât), s. 223 21.05.2009 E-Posta: [email protected] |