21 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Ahmet ÖZDEMİR

Zarûretler haramı helâl kılar mı?


A+ | A-

Bediüzzaman Said Nursî’nin, en son dersinde dikkat çektiği bir konu da “zaruretler”dir.

Zaruret nedir, nasıl ortaya çıkar?

Zaruretlerin hükmü nedir?

Müslümanların önüne konulan bir kaide vardır. O da şudur: “Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar.” Bu kaideye sığınarak, bazı Müslümanlar “Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin gereklerini taklide mecburuz” diyorlar.

Şunları düşünmekten kendimizi alamıyoruz: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş bulaşıcı hastalığa karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz.”1

Batıda çıkan mânevî hastalıklar medyada bol bol anlatılıyor. Onlara burada girmek istemiyorum. Batıda çıkan hastalık öyle bulaşıcı ki, çok hızlı yayılıyor. Batılıların hapşırmasına da gerek yok. Nasıl oluyorsa bize hemen bulaşıyor. “Kelin ilâcı olsa başına sürer” diye bir atasözümüz var. Yerinde söylenmiş güzel bir söz. Avrupa’nın, mânevî hastalıkları konusunda ilâcı yok. O hastalıkların ilâcı İslâm’da. Mânevî hastalıklarımızın ilâcı Kur’ân-ı Hakîm’de. Zira zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor. Onun esasları tazeliğini koruyor. Kıyamete kadar da koruyacak İnşallah.

Bediüzzaman der ki: “Zaruret sû-i ihtiyardan gelse, kat’iyen doğru değildir; haramı helâl etmez. Sû-i ihtiyardan gelmezse, yani zarûret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; bir adam sû-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine cârî olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, sû-i ihtiyarıyla bu zarûret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde değildir.”2

İnsanlar tercihini kötüye kullanarak zarûrete bir kılıf giydirse bu doğru olmaz. Haramı helâl yapmaz. Burada günlük hayatta karşılaştığımız iki örnek vardır. Bunların üzerinde durmak gerekir. Bir adam kendi isteğiyle içki içip sarhoş olsa ve bir cinayet işlese özürlü değildir, cezaya çarptırılır. Bir deli çocuk aynı suçu işlese o özürlü kabul edilir, ceza verilmez. Çünkü onun aklı başında değildir.

Zarûretin bir sınırı var mıdır? Varsa onu nasıl belirleyeceğiz?

Üstadın dediği gibi: “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zarûret var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşrû meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar.”3

Hayatı devam ettirmek bir zorunluluktur. Hayat tehlikeye girerse zarûretlerin kapısı çalınabilir. Murdar hayvanın etini yemek haramdır. Meselâ, ölmek üzere olan bir kimse tok oluncaya kadar değil, ölmeyecek kadar murdar etten yiyebilir. Tehlike ölüm, yeme sınırı ölmeyecek kadar. Yani yapılacak şeyde hak ve menfaat esas olmalıdır.

“Hak ve maslahat ise, şeriatta esastır. Fakat ‘Zarûretler haramları mübah kılar’ kâide-i şer’iyesince bâzan haram bildiğimiz şey, ilcâ-i zarûretle vâcip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; tâ el kesilmesin.”4

Dinimizde hak ve fayda esas kabul edilmiştir. Yukarıda olduğu gibi zarûretin zorlaması ile haram bildiğimiz bir şeyi yapmak zorunda kalabiliriz. Meselâ, çürümüş, kangren olmuş bir parmak kesilir. Bu bir tıbbî zorunluluktur. Hekimler tarafından karar verilir ve uygulanır. Parmak kesilmezse el kesilir. El kesilmezse kol kesilir. Yani tehlike gittikçe büyür. Tehlikenin büyümemesi için önceden tedbir alınır. Buna zaruret var denilir.

Günlük hayatta karşılaştığımız sinema, tiyatro, televizyon, bilgisayar oyunları gibi şeylerde insanlar tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve sû-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz. Dünya kanunlarında bile bunlarla ilgili ceza maddeleri yer almaktadır.

Bediüzzaman bid’alara taraftar olan hocalar için talebelerine şu tavsiyelerde bulunur: “Zamanın ilcaatıyla zarûretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek ‘Zaruret var’ zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zarûret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur Talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.”

Üzülerek belirtmek gerekir ki, bazı hocalarımız zarûret var zannederek bid’alara taraftar oluyorlar. Bir yönüyle bid’aların yayılmasına da sebep oluyorlar. Sonuç olarak İslâm’a zarar veriyorlar. Üstad kendi aleyhinde çalışan hocalarla bile uğraşmamıştır. Tek başına başlattığı iman hizmetinde muvaffak olmuş ve bugün milyonlarca Nur Talebesinin yetişmesine zemin hazırlamıştır. Halbuki Üstada en çok hocaların taraftar olması gerekirdi. Ne yazık ki taraftar olmak bir yana aleyhinde bulunmaktan da çekinmemişlerdir. Onlar belki aldandılar veya aldatıldılar. Bu sözlerim geçmişte bir kısım hocalarımız içindir. Şimdi Allah’a şükür o oran yok denecek kadar azaldı.

Üstad ve Nur Talebelerinin imtihanı çetin olmuştur. Çünkü onların mesleği sahabe mesleğidir. Sahabeler de çok ağır imtihana tabi tutulmuşlardı. Sünnetin en küçük bir meselesini bile büyük görmüşler ve hayatları pahasına da olsa o yoldan ayrılmamışlardır. Onların sabır ve sebatı İslâm’ın yayılmasında en büyük paydır.

Duâm odur ki, Allah Nur Talebelerini sahabe mesleğinden ebediyen ayırmasın! Kıyamette de onlarla birlikte haşretsin! (Âmin!)

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 956.

2- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 872-873.

3- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 873.

4- Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri. (Münâzarât), s. 223

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehtap YILDIRIM

Kelebeğin dâvâsı


A+ | A-

Kelebekler çok narin, çok güzel ve çok sevdiğimiz varlıklardır. Zar gibi incecik, rengârenk ve çok san'atlı yaratılmış kanatlarıyla dikkat çekerler. Ömürlerinin bir gün kadar kısa olması da en çok dikkatimizi çeken özelliklerinden biridir. O bir günü en güzel şekilde neşe ile geçirirler. Karanlığı hiç sevmezler. Hep ışığa doğru, çiçekli bahçelere doğru kanat çır- parlar.

Gece olduğu zaman ortaya çıkan bir kelebek türü de, nerede bir ışık görse ona doğru uçar ve ışığın etrafında pervane gibi dönmeye başlar. Çoğu zaman da o narin kanatları kavrulur ve yanar.

Bununla ilgili Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bir çocukluk hatırası vardır. Üstad çocukken caminin hocasından ders almaktadır ve her gün eve yeni bir şeyler öğrenmenin heyecanı ve neşesi ile dönmektedir. Ancak bir gün eve çok üzgün bir vaziyette döner. Bu hâlinin sebebini merak eden anne ve babasına derdini anlatır. Geceleri caminin aydınlanmasında bir idare lambası kullanılmaktadır. Bu lambanın etrafına gelen kelebeklerin hepsi bir süre sonra yanarak ölmektedirler. Bu kelebeklerin hâline çok üzülen küçük Said, kelebekleri kurtarabilmek için bir çözüm yolu bulmuştur. Babasına: “Lambanın etrafına bir kafes yapsan, hem cami aydınlanır, hem de ışığa gelen kelebekler kafese çarparak ölmekten kurtulurlar” der. Babası da tebessüm ederek bu isteğini yerine getireceğini söyler.

Kelebeklerin bile bile, göz göre göre ateşe atlamaları; ışığa duydukları muhabbet yolunda kendini fedâ etmekti. Küçük Said de çok geçmeden kanatlanıp yuvadan uçtuğunda hep Nur’a doğru kanat çırparak, başkalarının dünya ve ahiretini kurtarabilmek için kendi hayatını feda etmiştir. Uzun, bereketli, bir o kadar da çileli bir ömür sürmüştür.

Vatanın üzerine çöken kara bulutlara rağmen “Gelecekte bir nur görüyorum” diyerek ümitle ışığa doğru kanat çırpmaya devam etmiştir. Hatta bu dâvâ uğruna seve seve ateşe atlamayı dahi göze aldığını, “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanı kurtarmaya koşuyorum” sözlerinden anlıyoruz. Bu uğurda değil dünyasını ahiretini de feda etmeyi göze aldığını ise, “Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur” sözlerinden anlıyoruz ki; bedeni kavrulup yanarken, ruhu ve gönlü saadet saraylarında, gül bahçelerinde huzur içinde olacaktı. Zira, yeter ki başkaları kabir azabından ve cehennem ateşinden kurtulsun, bu ona en büyük mutluluktu.

Hakikî aşk; böylesi bir şefkatle, çileyi göze almakla mümkün olsa gerek. Aşk, kendini dâvâsına adamaktır. Aşk, yanmayı göze almaktır.

Ömürleri çok kısa olmasına rağmen kelebeklerin dahi uğruna kendini fedâ ettikleri bir dâvâsının olması ne kadar ibretli. Kısa ve fani ömrümüz bir şekilde geçmekte. Geçici dünya menfaatleri peşinde kanat çırparak mı bitip tükenmesini isteriz; yoksa hakikî aşk yolunda kanat çırparak ebedî saadet saraylarına ve gülistanlara uçmak mı isteriz? Biz hangisine talibiz? Hayatımızı gözden geçirip bir düşünelim...

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bölünme kabul etmeyen Âmentü cümlesi


A+ | A-

Burdur’dan okuyucumuz: “Amentü duâsı Kur’ân-ı Kerim’de var mıdır? Bütün şartlarını açıklar mısınız?”

İmanın bölünmeyen altı esasının ve şehadet kelimesinin beyanını ihtivâ eden Âmentü cümlesi, hiç şüphesiz Kur’ân’dan ve hadislerden alınmıştır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği Kitab’a inanmakta sebat gösterin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir dalâlete düşmüştür.”1

Bu âyette iman edilecek esaslardan beşini beyan eden Kur’ân-ı Kerim, kader konusuna da muhtelif âyetlerde önemle yer verir. Meselâ; “Âlemleri uyarmak üzere kuluna hakkı batıldan ayırt eden Furkan’ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan, çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp bir ölçü ve kadere göre takdir eden Allah yüceler yücesidir”2 âyeti veya “Biz her şeyi bir kadere göre yarattık!”3 âyeti; ya da “Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir kadere göre indiririz”4 âyeti bunlardan yalnızca bir kaçı.

Bu altı iman esasının topluca beyanını hadislerde de görmekteyiz. Ömer b. Hattâb’ın (ra) rivayet ettiği meşhur Cibril hadisinde, Hazret-i Cebrail’in (as), “İman nedir?” sorusuna cevap veren Allah Resûlü (asm); “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır” buyurmuştur.5

Bediüzzaman Hazretlerine göre iman, altı rükünden çıkan öyle bir hakikattir ki, bölünme kabul etmez. Çünkü her bir iman rüknü, kendini ispat eden delilleriyle diğer iman rükünlerini de ispat eder. Her biri her birine büyük bir delil teşkil eder. Öyle ise, bütün iman rükünlerini bütün delilleriyle sarsmayan batıl bir fikir, tek bir rüknü de inkâr edemez.6

Âmentü, âlimlerin altı iman esasını bir araya getirerek formüle ettiği bir iman cümlesidir. Bu cümlenin sonunda zikredilen şehâdet kelimesi ise, İslâmın şartlarındandır. Şehadet kelimesi hakkında Resûl-i Kibriya Efendimiz’in (asm) bir müjdesini hatırlamamızda fayda var. Enes b. Malik’in (ra) rivayetiyle Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Hiç kimse yoktur ki, kalbinden tasdik ederek Allah’tan başka İlâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etsin de, Allah Teâlâ onu Cehennem ateşine haram kılmamış olsun!”7

İman mevzuunda bir müjdeli hadisi daha gönüllerimize misafir edelim: Yine Enes (ra) rivayet eder: Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Lâ İlâhe İllallah deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca iman bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır! Lâ İlâhe İllallah deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca iman bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır! Lâ İlâhe İllallah deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca iman bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır!”8

Konuya dayalı bu gün son müjdeli hadisimizi de Ebû Saîd el-Hudrî (ra) rivayet etmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Ehl-i Cennet Cennete, Ehl-i Cehennem de Cehenneme girdikten sonra, Cenâb-ı Allah: ‘Kimin kalbinde bir hardal tanesi ağırlığınca iman varsa Cehennemden çıkarınız!’ diye ferman buyurur. Bunun üzerine, bu gibiler simsiyah kesilmiş oldukları halde çıkarılırlar, hayat nehri içine atılırlar. Orada, selde kalan yabanî reyhan tohumları gibi, sür’atle hayat bulurlar...”9

Dipnotlar:

1. Nisâ Sûresi, 4/136

2. Furkan Sûresi, 25/1,2.

3. Kamer Sûresi, 54/49.

4. Hicr Sûresi, 15/21.

5. R. Sâlihîn, 60.

6. Asa-yı Musa (yeni tarz), s. 90.

7. Buhârî, 1/105.

8. Buhârî, 1/41.

9. Buhârî, 1/21.

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Nurların deryasına dalınca


A+ | A-

Konyalı Rıfat Filizer henüz lise talebesiydi. 1940’lı yıllarda Ziya Arun vasıtasıyla Risâle-i Nurları tanımış, iç dünyasında büyük inkılâplar meydana gelmiş, tarif edilmez bir mutluluk duymuştu. Bu mutluluğu başkalarıyla da paylaşmak istemişti. Piri Mehmet Paşa Camii cemaatinden yakından tanıdığı, öz kardeşten daha fazla birbirlerini sevdikleri sabah namazı arkadaşı Zübeyir Gündüzalp’a tanıtmayı aklına koymuştu.

Artık Filizer her fırsatta Risâle-i Nur’dan, Üstaddan bahsediyordu Gündüzalp’e. Altı ay bıkmadan, usanmadan anlattı. Elinde okuyacağı birçok, hatta 300 kitap bulunduğunu söylüyordu Gündüzalp. Okumayı çok seven biriydi. Dört sandık dolusu roman, hikâye ve felsefe kitabı vardı. Bunlar üniversite talebelerinin bile okuyamayacağı seviyede kitaplardı. Geniş birikimliydi.

Karşısında oldukça kültürlü bir insan vardı Filizer’in. Zekiydi, kabiliyetliydi. Kim olursa olsun muhatabını ikna edebilecek yetenekte birisiydi. Böyle bir insanı nasıl ikna edebilir, Risâle-i Nur’un önemini nasıl anlatabilirdi. Sonunda buldu çözümü. Kendisi ilk defa Küçük Sözler ve Gençlik Rehberi’ni okuduğunda Nurları tanımamış mıydı? O da Gündüzalp’e aynı metodu uygulayıp ona bu iki eseri verdi. Bu ona bir bayram sevinci ve büyük bir mutluluk yaşatmıştı. Gündüzalp onları okur okumaz bağlanmıştı bu eserlere. Artık o deryaya dalmış, tadını almış, bütün zerratıyla Risâle-i Nurlara teslim olmuş, gece gündüz Nurları okumaya başlamıştı. O zamanlar Konya PTT’sinde çalışmaktaydı. Mesaî dışında Halıcı Sabri Efendinin halı mağazasına gider, üst kattaki odada Risâle okurdu. O kadar eğilmişti ki Külliyatı baştan sona okumuştu. Çok geçmeden keskin kavrayışı, incelikleri ve nükteleri keşfedişi sebebiyle kısa zamanda kendisinden önce Nurları tanıyan arkadaşlarına bile rehberlik etmeye başlamıştı.

Kitabında tembellik diye bir şey yoktu onun. Büyük bir hazine keşfetmenin sevinci içerisindeydi. Tekrar tekrar okumaktan kendini alamıyor, okudukça anlayışı artıyor, başka hiçbir şeyde duymadığı kadar büyük bir haz ve mutluluk duyuyor, kudsî duygularla, onu okuma aşk ve şevkiyle dolup taşıyor, imanı kuvvetleşiyor, hizmet şevk ve gayreti içine giriyor, zevkine erdiği, “selâmet ve saadetle yaşamanın, terakki ve tekâmülün zembereği” olarak gördüğü bu kitapları gençlere tanıtırken “Arkadaşlar benim elime bazı kitaplar geçti, okudum ve şu ana kadar böyle enteresan felsefe kitapları görmedim” diye ilgilerini çekiyordu.

Bizzat kendisi Risâleleri ilk tanıdığında günde 14 saat okuyan Zübeyir Gündüzalp onları okuyup anlamanın üzerinde özellikle durmuş, bu konuda notlar düşmüştü. Bu notlardan bir kısmı üzerinde de isterseniz bir sonraki makalemizde duralım.

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Bediüzzaman Külliyesinin ihtiyaçları


A+ | A-

Ekseriyetle İstanbul'da okuyan üniversite seviyesindeki genç kardeşlerimizin katılmış olduğu kalabalık bir kafile ile beş gün süren uzun bir Şark seyahatinde bulunduk.

Ağırlığını "Nur menzilleri"nin teşkil ettiği bu seyahatimizin güzergâhı şu şekilde gerçekleşti: Malatya, Solhan (Bingöl), Van, Hizan, Nurs, Veyselkaran (Baykan), Tillo (Siirt), Batman ve Şanlıurfa.

Koca bir otobüsü dolduran 45–50 kişilik kafilemizin öncelikle Malatya'daki kardeşlerden görmüş olduğu hüsn–ü alâka ve muhabbetli karşılama, on altı saatlik yol yorgunluğunu izâle ettiği gibi, fevkalâde yüksek bir moral ve şevk unsurunu da ateşlemiş oldu.

Aynı muhabbet ve alâkadarlığı Van'da, Hizan'da, Nurs'ta, Siirt'te, Batman'da ve Şanlıurfa'da da görmenin mürüvvetini, bahtiyarlığını bihakkın yaşayarak İstanbul'a döndük.

Solhan'da ise, bambaşka bir sürprizle karşılaştık. Kafilemizin akşam namazını camide kıldığını gören o yörenin eşrafından bazıları, ısrarlı bir şekilde bizleri dâvet ederek izzet û ikramda bulunmak istediler. Yolumuz uzundu; ancak onları kırmak da olmazdı. Mecburen dâvete icabet ederek, ilk defa karşılaştığımız bu civanmert insanların gönlünü almaya çalıştık.

İşte, o bölgenin insanı ekseriyet itibariyle böyledir: Merttir, cömerttir, dindardır, kalbîdir, hasbidir... Dahası, fevkalâde bir misafirperverlik meziyetiyle sizleri ağırlayıp uğurlamaktan, ayrıca bir sevinç ve memnuniyet hissediyor. Yani, sizlere hem hizmet ediyor, hem de bundan dolayı apayrı bir haz ve lezzet alıyor.

Hâsılı, Şark vilâyetlerinde yaşayan insanlarımızın buna mümasil meziyetlerini saymakla bitiremeyiz. Bizlerin duyduğu memnuniyeti hakkıyla ifade etmeye ise, cidden kelimeler kifâyet etmez.

Cenâb–ı Hak, onlardan ebeden razı olsun ve bu insanlarımızı bir ân evvel terör belâsından kurtararak huzura, sükûna kavuştursun.

NURSLULARIN BEKLENTİSİ

Nursluların anlattığına göre, bu seyahatimizde bir ilk gerçekleşmiş oldu: Elli kişi kapasiteli bir büyük otobüs (üstelik Mercedes 403 model), Nurs Köyüne ilk defa vasıl olmuş. Ancak, hemen ifade edelim ki, bu koca otobüsle Nurs'a varmak hiç de kolay olmadı.

Nurs'ta iklim şartları çok çekindir. Yapılan yollar, köprüler, vesaire, kar, yağmur ve bilhassa coşkun akan sel sularının tazyikine dayanamıyor, çabuk bozuluyor.

Bu arada, Nursluların pek mühim bir beklentisini ifade etmeden geçemeyiz.

Çoğunuzun bildiği gibi, Nurs Köyünde üç–dört sene evvel inşasına başlanan ve artık bitirilme safhasına gelinen bir Bediüzzaman Külliyesi var.

Esasında, şu ana kadar inşaatı tamamen bitirilmesi, hatta hizmete açılmış olması gereken bu külliyedeki inşa faaliyeti, yaşanan kriz ve maddî imkânsızlıklar sebebiyle maalesef geri kaldı. Hele yapılan nakdî yardımlar, neredeyse durma noktasına geldi.

Neredeyse tamamı fakir olan Nurslular ise, yaşanan bu tavakkuftan dolayı hayli üzüntülüdürler. Onlar bedenen çalışıyor, her türlü işçilik, amelelik yapıyorlar.

Ancak, onlar bilhassa Nur Talebelerinden de aynî ve nakdî yardım bekliyorlar. Zira, külliyenin bitmesi ve hizmete girmesi için buna şiddetle ihtiyaç duymaktadılar. Bizim onlarla birlikte tesbit edebildiğimiz aynî yardım listesi şöyledir:

* Külliyenin üst kaplaması için, yaklaşık 2.5 ton kadar alüminyüm. Bunun maliyeti, 30 bin liranın üzerinde.

* Yer döşemesi için "rabıta" denilen tahta parke. Yaklaşık 700 metre kare.

* İç mekânda kullanılacak lambiriler. Bu da 350 metre kare olarak tahmin ediliyor.

* Külliyenin cami kısmı için ahşaptan bir mimber ve mihrap kaplaması.

* Altı bölümlük külliyeye ayrıca ilâve etme ihtiyacı duyulan yemekhane bölümünün duvarı için yekûn 90 metre kare tutarında tuğla.

Ayrıca, resmî bir dernek tarafından inşası takip edilen bu külliyeye nakdî yardımda bulunmak isteyenler için de gerekli bilgileri tekraren belirtelim.

Ziraat Bankası Hizan Şubesi

Hesap no: 4450 6210

Dernek Başkanı ve Külliyenin bilfiil sorumlusu: Hikmet Okur

Telf: 0505 950 00 62 0532 593 07 97

Tarihin yorumu 21 Mayıs 1971–97

MNP'nin kapatıldığı gün, RP'ye dâvâ

Bugünkü Saadet Partisinin temsil etmiş olduğu Millî Görüş çizgisinin ilk halkası olan Millî Nizam Partisi, 21 Mayıs 1971'de kapatıldı.

Aynı çizginin bir başka halkasını teşkil eden Refah Partisi ise, ne tuhaftır ki, yıllar sonra (1997) yine bir 21 Mayıs günü kapatma dâvâsıyla karşı karşıya geldi. RP, sekiz ay sonra kapatıldı. (16 Ocak 1998)

Birbirinin devamı mahiyetinde olan bu iki partinin kapatılması kararı da Anayasa Mahkemesi tarafından verildi. Üstelik aynı gerekçeyle: "Laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davranışlarda bulunmak."

Kapatılan bu her iki partinin başında yine aynı siyasetçi vardı: Necmettin Erbakan. Erbakan'ın genel başkanı olduğu bir diğer parti, 12 Eylülcüler (1980) tarafından kapatılan Millî Selamet Partisidir. Erbakan'ın fahrî başkanı olduğu ve yine "laikliğe aykırı hareketler" gerekçesiyle kapatılan bir başka parti ise, Fazilet Partisidir.

* * *

Bu partiler arasında en kısa ömürlü olanı, Millî Nizam'dır. 26 Ocak 1970'te kuruldu, bir yıl dört ay sonra kapatıldı. Erbakan, yurdu terk etti ve bir müddet için gidip İsviçre'de kaldı. Partisi kapatılmasına rağmen, kendisine herhangi bir "siyasî yasak" getirilmediği için, bir buçuk yıl kadar sonra tekrar yurda döndü ve 11 Ekim 1972'de kurulan Millî Selamet Partisinin başına geçti.

Dikkate değer bir başka nokta şudur: Erbakan'ın lideri olduğu RP, 1997'de iktidarda iken, yani Erbakan Başbakan iken kapatılma kararıyla karşı karşıya kaldı.

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Evlenmek mi, eğlenmek mi istiyorsunuz?


A+ | A-

Bir aile yuvası kurmak karar veren kendisine sormalı: “Evlenmek mi istiyorum, eğlenmek mi?”

Evlilik konusuna bu açıdan bakıldığında, insanların iffetlerini, nâmuslarını, vakar ve ciddiyetlerini, nizam ve intizamı, belli prensipler dahilinde hareket etmeyi sağladığı görülür. Yâni, böylece insanlık, başıboşluktan, serserilikten, fuhuştan ve zinadan korunmuş olur. Çünkü sosyal hayatta, tarihten bu yana, aslolan iffettir, nâmustur. Fuhuş ve zina gibi gayri meşrû hayat, her toplumda bir sapma olarak kabul edilmiştir.

Evlilik, hayatın ağır şartlarını birlikte göğüslemektir. Gerçekten hayatın çok iniş ve çıkışları vardır. Zor ve sıkıntılı safhalarda eşler biri birine yardımcı olur; tesellî, destek ve güç verirler. Demek evlilik bir fedâkârlık, yardımlaşma, destek verme, canla başla çalışma ve bir şeyleri başarma okuludur.

Evlilik, edepli, faziletli, beden ve ruh bakımından sağlıklı nesiller, çocuklar yetiştirmeyi sağlar. Bunun en emin mekânı ise aile yuvasıdır. İnsanî duygular ilk önce aile yuvasında öğrenilir, eğitimi orada yapılır. Çocuğun en büyük ve ilk hocası annesidir. Bizim kültür ve inanç yapımızda yuvayı hem fizîkî, hem de manevî tehlikelerden koruyan da erkektir.  

İnsan âciz ve zayıf, ihtiyaçları ise o ölçüde çok bir varlıktır. Gençliğin taşkınlıkları, hayatın problemleri, hastalıklar, belâ ve musîbetler, hattâ ihtiyarlığın âcizliğine karşı akrabalık imdada yetişir. Aksi halde, yalnız başına ihtiyaçlarını karşılayamaz, hayat standardını dengeleyemez, tabiî âfet ve insânî düşmanlarına karşı koyamaz.

Meşrû nikâh ile hayatın ağır problemlerini birlikte çözmeye karar verenler, aynı zamanda yardımcı halkalarını da genişletmiş olurlar. Akrabalar çoğalır, akrabalık bağları kuvvetleşir. Böylece insan, daha çok yardımcı bulur. İşleri kolaylaştırır. Otomatikman bir yardımlaşma, kollama, destekleme zemini  teşekkül eder. Aile ve akrabalık bağları ile elde edilen çevre, nice zenginlik, hazine ve servetten daha değerli değil midir?

“Evlilik hayatı kolaylaştırır, rızkı bollaştırır” sözünün hikmeti de burada yatmaktadır. Geniş bir çevreye, geniş akraba ve dost halkasına sahip olanlar, daha rahat ve kolay iş imkânı, çalışma, yardımlaşma zemini de bulmaktadırlar.

Evlilik, çolukçocuğa bakarak, onların nafakasını kazanarak, cemiyete faydalı insan yetiştirerek haramlardan da sakındırarak sevap kazandırır. Bu da mesut ve bahtiyar olmak demektir. Peygamber Muhteşem bir aile reisi olan ve mutlu devrin zervesindeki Efendimiz (a.s.m.) kulak verelim şimdi:

“Kim gözünü yabancıdan çekmek, kendini nâmahremden korumak ve akrabalık hakkını gözetmek üzere evlenirse, Cenâbı Hak onu evlendiği kadınla, kadını da onunla mesut eder.” 1

Dipnot:

1. EtTerğîb ve’t Terhîb, 3:46.

21.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Mehmet KAPLAN

Dabbetü'l arz!


A+ | A-

Kıyamet alâmetlerinden biri!

Dabbetü'l arz...

Kur’ân’da; dabbetü'l arz’ın ne şekilde bir çıkışı olacağı üzerinde de durulur.

Neml Sûresi 80-85. âyetlerde yer alır!

Yeryüzünden bir dabbenin/debelenen mahlûk çıkacağına dikkatler çekilir.

Dabbe;

Kelimenin sözlük anlamı olarak:

“Debelenen şey” demektir.

Aslında;

Kur'ân âlimleri:

“Kur’ân-ı Kerim, bu ifadeyi her türlü canlı için kullanır!” demektedirler.

Elmalılı Hamdi Yazır da;

Dabbe terimi için:

“Hayvan gibi, insan için de kullanılır” demektedir.

Demek:

Kur’ân’ın kullandığı şekliyle dabbe, yerine göre, başka bir canlı da olabilir!

***

Şu tesbitler de zaman zaman yapılmaktadır:

1. Dabbetü'l arz yerküreden çıkacaktır.

2. Dabbetü'l arz uyarıcıdır:

Aynı zamanda;

İnsanın hareketlerini sergilemekten çok, debelenen bir varlığın hareketlerini sergilemektedir.

3. Dabbetü'l arz denildiğinde; Kur’ân’daki tanıtıma uyduğu ifade edilen ünlü dahi fizikçi Stephen Hawking bile akıllara gelmiştir!

Demek ki;

4. Kur’ân bünyesinde 14 yerde tekil (dabbe), 4 yerde de çoğul (devabb) olarak geçen Dabbe; tam olarak fonksiyonel bir insan değildir.

Ve:

İşte, onun belirtilerinden biri de kıyamet zamanı ortaya çıkacağıdır.

***

Bu mahlûkla ilgili olarak ele aldığımız bu satırlarla alâkalı olarak;

“Hafazanallah bu nereden çıktı şimdi? Çok ürktüm!” diye düşünebilirsiniz.

Ancak bizim de hiç aklımızda yoktu bu mesele…

Yalnızca;

İlâhiyatçı ve gerçekten de âlim bir grubun konuşmalarının özetidir anlattıklarımız.

Peki:

Neye benzettiler bu arkadaşlarım Dabbeyi?

Çok kolay…

İnsanoğlu bütün peygamberler esnasında çok az sayıda sapkınlık gösterdiler…

Sayacak az idiler sapkınlık yapanlar.

Yani;

Bir peygambere asî olan ümmetler en fazla kaç kişi olabilirdi ki?!

Beş bin..

Elli bin…

Bilemediniz yüz bin…

Ancak:

Deccal gibi komünizm döneminde:

Hâşâ, milyarı aşkın insan Allah’ı inkâr etmeye kalkıştılar.

Hiçbir Peygamber döneminde İlâhî Kuvvete bu şekilde başkaldırı olmamıştı!

***

Veeee:

Bu ilâhiyatçı kardeşlerimin keşmekeş hale gelen bu ahir zamanda dabbetü'l arz olarak gördükleri şeyin ne olduğunu da hemen söyleyelim:

Debelenip duran şey..

Yerden fışkıran kara beşâret:

Petrol…

Bildiğimiz “petrol” olarak görülüyor bu ilâhiyatçı arkadaşlar tarafından.

Petrol için akan kanlar..

Nerede duracağını bir Allah’ımızın bildiği ahir zaman sancıları…

Rabbimizin Rahmetine sığınıyoruz.

Bu arada:

Bir arkadaşımız da;

Kur'ân-ı Kerim’in her harfinin birbirinden mânâlı hikmetler taşıdığına da dikkatlerimizi çekti.

Hikmetli ifadelerde bulundu.

Elif.

Lam..

Mim… harflerine dikkat etmemizi istedi.

Ve dedi ki;

Elif, Allah isminin ilk harfidir!

Lam; Lâilâheillallah kelime-i tevhidinin!

Mim ise Muhammed-ün Resulallah tamlamasının ilk harfleridir!

Hem Risâle-i Nurdaki sırları kavramış ve hem de ilâhiyatçı olan bu kardeşlerimin yorum kabiliyetlerinden bir başka lezzet aldım.

Sizlerle de paylaşayım istedim.

Aktarmak bizden..

Takdir sizlerden….

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Yeni korsan yatağı, Aden Körfezi


A+ | A-

Ne yazık ki yolumuz yeni korsan yatağı olan Aden Körfezine düştü. Rusya’dan aldığımız yükü Pakistan’a götürüyorduk. Hiçbir denizci kardeşimin yaşamasını istemediğim sıkıntılı ve acı olayları okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Kızıldeniz’i geçmiş Babülmendep boğazına varmıştık. Artık önümüzde neredeyse Karadeniz büyüklüğünde olan Aden Körfezi bulunuyordu.

Koalisyon savaş gemilerinin koruduğu iddia edilen bir koridor açılmış, bölgeden geçen bütün ticaret gemilerine bildirilmişti. Uzunluğu 400 mil genişliği 5 mil olan bu koridoru güya içlerinde bir Türk gemisinin de bulunduğu savaş gemileri koruyordu.

Bize ayrıca bir konvoy oluşturmamız söylenmişti. Aynı sür’ate sahip üç gemi bir araya gelerek Birleşik Arap Emirliklerinde bulunan Korsan Önleme Koordinat Merkezinin tavsiyeleriyle üçlü bir konvoy oluşturduk ve bu şekilde yolumuza devam ederek koridora girdik.

Bu koridor aslında korsanların da işine yarıyordu. Zira kaçırmak istedikleri gemileri koskoca körfezde değil de sınırları herkes tarafından bilinen bir koridor içinde bulmak daha kolaydı. Nitekim daha ilk saatlerde korkulan oldu ve “Titan” isimli bir Yunan gemisi korsanlar tarafından kaçırıldı.

Bu olayın bütün gemiciler gibi benim üzerimde de olumsuz etkileri oldu. Zira kaçırılan gemi kaptanı telsizden yardım istemiş, korsanların gemiye çıktıklarını söyledikten bir iki dakika sonra telsiz yayını susmuştu. Birkaç mil önümüzde olan bu olayı Horizon 1 adlı bir Türk gemisi bize söylemişti.

Bölgedeki gemiler içinde en iyi olarak bizim telsizimiz çalışıyordu. Nitekim bizim telsiz sayesinde Türk Savaş gemisine ulaştık. TCG Giresun son sür’at ile konvoya eskort yapmak üzere bize yaklaşıyordu.

Diğer Türk Ticaret Gemisi ve Firkateyni ile birlikte şimdi beş gemi olmuştuk. Makine personeli dâhil olmak üzere herkes gözcülük yapıyor bulabilirsek korsan teknesini görmeye çalışıyorduk. Bu şekilde koridor üzerindeki ilk gecemizi geçirmiştik.

Sabahleyin vardiya zabitinin telefonu ile uyandım. Önümüzdeki konvoy gemisi ani bir şekilde dönüş yapmıştı. Köprü üstüne çıktığımda korsan teknesi ile yüz yüze geldim. 7–8 metre boyunda ahşap bir tekne hızla üzerimize geliyordu. Derhal dümeni iskele alabandaya bastım. Bu arada durumu Türk savaş gemisine bildirdim. TCG Giresun, son sür’at bize doğru yaklaşmaya başladı ve aynı anda ABD helikopteri üzerimize geldi. Bu esnada korsan teknesi bize yaklaşmaktan vazgeçmiş paralel bir rotaya dönmüştü. Bir müddet sonra korsan teknesi etkisiz hale getirilmişti. Bölgeye Amerikan savaş gemisi de gelmişti.

Ne hikmetse savaş gemileri korsanların “kaçak insan ticareti” yaptıklarını söyleyerek yakalandıklarını söylemişlerdi.

Bir müddet beraberce seyir yaptıktan sonra Türk Savaş Gemisi büyük bir bayrağı göndere çekti ve gemimizin fotoğraflarını çekti. Karşılıklı olarak selâmlaştık. Bir müddet sonra konvoydan ayrılacağını söyledi. Gemiden konvoyda iki Türk gemisi olduğunu ve en azından tehlikeli bölgeyi geçene kadar bize eşlik etmesini rica ettim. Ayrıca 15 yıl bahriyede hizmet ettiğimi, bunun 9 yılını muhriplerde geçirdiğimi gemi komutanına söyledim. Gemi komutanı beni tanıdığını söyledi. Benden üçyıl sonra mezun olmuş. Fakat görevleri gereği konvoydan ayrılması gerekiyormuş. Bize bir ABD gemisinin eşlik edeceğini söyledi, fakat bu Amerikan gemisini hiçbir zaman göremedik.

O gün korsan saldırıları yine devam etti. Ulusoy 8 adlı bir Türk gemisi saldırıya uğradı. Saldırıya biri ana gemi olmak üzere 3 tekne katılmış. Teknenin fribordu yüksek, yani denizden çok yukarıda olduğu için korsanlar saldırıdan vazgeçmişler. Gemi kaptanı ile telsizden görüştüğümde bayağı tedirgin olmuştu. Onlar bize doğru yaklaşıyorlardı ve ters rotadaydık. Sonunda aynı korsanlarla bu sefer biz karşı karşıya kalacaktık.

Uydu telefonu ile koordinasyon merkezini arayarak yardım istedim. Bölgeye bir Polonya gemisi gönderildiğini söylediler.

O gece çok kötü geçti. Hiçbir savaş gemisi bize eskortluk yapmıyordu ve hâlâ tehlikeli sulardaydık. Bir ara koridor üzerinde iki tane balıkçı teknesi görünümünde radar ve göz temasımız oldu. Bizim geminin telsiz ve radarları iyi olduğu için bütün konvoy gemileri ile ben temas kuruyordum. Gemilere o iki tekneden uzaklaşmak için 90 derecelik dönüş yapmamız gerektiğini söyledim. Benim tavsiyelerime olumlu cevap vermişlerdi ve aynı bahriyede olduğumuz günlerde olduğu gibi “bir anda dönüş” yaptık.

NATO ve millî tatbikatlarda 4-5 gemi aynı nizam taktiklerini dener, dönüş ve çark manevralarını uygulardık. Aradan 20 yıl geçtikten sonra bu sefer ticaret gemileri ile korsanlardan kaçış manevralarını yapıyorduk. Benim gemim rehber gemi, ben de komodor olmuştum. Kadere bak.

Sonunda güç belâ sabahı ettik ve koridordan çıkarak Umman denizine girdik. Tehlike nispeten geçmişti, ama yine de bitmiş sayılmazdı. Zira bunun bir de dönüş yolu vardı. Nitekim dönüşte Aden Körfezinden değil de bu sefer Somali sahillerinden geçecektik.

Bize Doğu Afrika sahillerinden en az 600 mil açıktan geçmemiz tavsiye edilmişti. Ben de rotamı yolu uzatmak pahasına da olsa en az bu kadar mesafeden çizmiştim. Bu sayede korsanlarla karşılaşmadan Afrika’nın güneyine kadar inmiştik. Fakat aynı hafta içinde iki konteyner gemisi ve bir açık deniz balıkçı gemisi korsanların saldırısına uğrayarak ele geçirilmişti. Biz kurtulmuştuk, ama onlar fidyecilerin eline düşmüşlerdi. Şimdi ne haldedirler bilmiyorum, Allah yardımcıları olsun.

İşte böyle sevgili okuyucularım. Buraya kadar sadece yaşadıklarımı anlattım. Bundan sonra kısmet olursa korsanlarla ilgili düşüncelerimi yazmak istiyorum. Kalın sağlıcakla…

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Amerika’nın İsrail politikası değişebilir mi?


A+ | A-

İsrail-Filistin çatışmasında çözümün anahtarının Obama’nın elinde olduğunu bütün dünya biliyor. Filistinliler dahil olmak üzere, Müslüman ülkeler Obama’nın bu konudaki kadim Amerikan politikasını değiştireceğini, İsrail’e mesafe koyup, baskı yaparak iki devletli çözümü kabul ettireceğini umut ediyor ve bekliyor.

Ama Washington’da Netanyahu ile Obama arasında yapılan görüşme pek umut vaat etmiyor.

Aslında Obama’nın göreve gelişinden bugüne kadar bu konuda yaptıklarını değerlendirenlere göre; bu konuda verdiği işaretler kafa karıştırıcı. Kuzey İrlanda sorununu çözen tecrübeli George J. Mitchell’i özel temsilci olarak bölgeye göndermesi bu konudaki kararlılığının göstergesi olarak görülüyor. Nitekim Micthell, Hamas’ın da görüşmelere dahil edilmesi için yollar aradığını ima eden konuşmalar yapmaya başladı. Aynı olumlu gösterge Filistinlilere hareket alanı açmak için Filistin ve İsrailli yetkililerle çalışmış olan General James L. Jones’ı ulusal güvenlik danışmanlığına atamasında da görülüyor.

Ancak öbür yandan Hamas’la doğrudan temas içinde olduğunu öğrendiği Robert Malley’i seçim kampanyası danışmanlığından alması, İsrail’i sık sık eleştiren eski ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski ile yollarını ayırması olumsuz işaretlerden.

Biz ise olumlu düşünenlerin yanılacağı kanaatindeyiz. Yahudi lobilerinin egemen olduğu Washington’da Obama’nın İsrail’in kendi çıkarları doğrultusunda kabul etmeyeceği hiçbir kararı alamayacağını düşünmek aşırı iyimserlik olur.

Zaten Netanyahu bu görüşmede Obama’nın istediği iki konuda olumlu cevap vermedi: Bağımsız Filistin devleti ve yeni yerleşim yerleri kurulması planının dondurulması.

Bağımsız Filistin yerine, “hemen barış görüşmelerine başlamayı, Filistinlilerle barış içinde yaşamayı ve İsrail’i tehlikeye sokacak bazı yetkileri olmaksızın kendi kendilerini yönetmelerine imkân sağlamayı” önerdi. Yani bu görüşmeden olumlu bir sonuç çıkmadı.

Peki bağımsız bir Filistin devletini kabul etmek İsrail’in aleyhine midir? Aslında kendi sınırları içinde vatandaşlarının huzur ve güven içinde yaşamasını isteyen, komşularıyla iyi ilişkiler içinde olan ve sürekli teyakkuz halinden kurtulmak isteyen bir İsrail’in, Filistinle sorunlarını çözmesi gerektiğini bildiğinden eminiz. Ancak mesele mevcut hale razı olmamaktan kaynaklanıyor. Kudüs’ün tamamını sahiplenmek, işgal ettiği topraklarda yeni yerleşim yerleri kurarak, sınırlarını fiilen genişletmek istiyor İsrail.

Halbuki bir barış anlaşmasının temelinde İsrail’in bu haksız ve adaletsiz politikalarından vazgeçmesi yatacak. Bu yüzden İsrail barış istemiyor. Henüz değil.

Obama yönetiminin bu konuda –verdiği görüntünün aksine- İsrail’e yönelik politikalarını değiştirmeyeceğini Başkan Yardımcısı Joe Biden daha geçen hafta açıkladı.

Washington Convention Center’da toplanan 6500 kişiye hitap eden Biden şunları söylediğinde müthiş alkış aldı:

“Duyduğunuz tüm değişim lâflarına karşın, devam eden, değişmeyecek olan bir temel prensip var: İsrail devletinin sulh ve güvenliği konusundaki taahhüdümüz.”

Bu çerçevede Obama’nın şimdilik İsrail’in yeni yerleşim yerleri kurmayı askıya almasını sağlayarak işe başlayacağını, Kahire konuşmasında politikasının ipuçlarını vereceğini düşünüyoruz. Ürdün Kralı Abdullah’ın Obama ile 1957 durumuna dönmeyi içeren bir barış planı üzerinde görüştüklerini söylemesine rağmen, İsrail’in bunu kabul edeceğini sanmıyoruz. İsrail Çevre Bakanı Gilad Erdan, Amerika’nın baskıları sorulduğunda “İsrail, Obama’dan emir almaz” diyerek gerçek durumu net olarak ortaya koymuştu.

Yine de Obama’nın bu sorunu çözme konusunda samimî olmasını diliyor ve hükümetimizin bu konuda aktif katılımı ve proaktif çabalarını sürdürmesini, bu konuda politikaları güven vermeyen Mısır’a meydanı bırakmamasını bekliyoruz.

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Fırsatlar” hep heba…


A+ | A-

Siyasî iktidarın “yeni anayasa” ve “Alevî açılımı” benzeri açılımları bir bir kapanırken bu kez “fırsatlar” söylemi başlıyor. Bunların başında Cumhurbaşkanı Gül’ün önce Prag dönüşü, ardından Suriye gezisinde telâffuz ettiği “Kürt sorunu’nun çözümü için tarihî fırsat” geliyor.

Gül, “uluslar arası konjonktür”ün ve Ortadoğu’daki bölgesel dengelerin uygunluğunu ileri sürüyor. “Büyük fırsat”ı ise “siyasî irâde” dışındaki “güç odakları”nın, askerin ve diğer “devlet kurumları”ın son dönemde bu meselede uyum içinde olmasıyla açıklıyor. “Problem”in yalnız hükûmetle çözülmeyeceğini söyleyen Cumhurbaşkanı, muhalefetin de desteğini istiyor; “büyük fırsat”ın öncelikle terörün bitmesiyle doğacağını belirtiyor.

Ne var ki PKK’nin terörden vazgeçtiğine ve silâhı bıraktığına dair hiçbir alâmet yok. Ortada Ankara’nın “bir öneri”si bulunmuyor. Kala kala bir tek terör örgütü elebaşılarından Karayılan’ın Kandil’de bir gazeteciyle Ankara’dakilere yolladığı “Bağımsızlıktan vazgeçtik, özerklik isteriz; İmralı’daki terörist başıyla diyalog kurulsun” mesajıyla terör ve tefrikayı siyasallaştıran DTP’nin Meclis’e sunduğu Türkiye’nin etnik ayrılıklar üzerinde 23 özerk bölgeye taksimi” raporu kalıyor.

Bir de son günlerde hükûmetin değiştirilen köy isimlerinin iadesi ile yol işâret levhalarının Türkçenin yanısıra Kürtçe de yazılması ve “genel af” söylentisi ortalıkta dola- şıyor.

Her fırsatta kaçırılmaması gerektiği tekrarlanan “büyük fırsat”ın mâhiyeti hâlâ muamma. Hangi mahfillerde hazırlandığı, hangi beynelmilel mihrakların etkisiyle hangi odaklarca kotarıldığı da bilinmiyor…

“YOL HARİTASI” DAYATMASI

Diğer yandan “Ermenistan’la ilişkilerin düzeltilmesi fırsatı” da kaçırılmış gözüküyor.

Baştanberi AKP siyasî iktidarına arka çıkan bazı kalemşörlerin “öfkeli bir üslûp”la Azerbaycan’da “Karabağ teminatı”nı veren Erdoğan’a yüklendiği sırada, Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’dan Dışişleri Bakanı Nalbandyan’a kadar Erivan’dan “sert ve aksi demeçler” gelmesi, dikkat çekici.

Yine bu süreçte Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Karabağ sorunu için kurulan AGİT Minsk Gurubu eşbaşkanı Matthew Breyza’nın “Karabağ Azerbaycan’a verilecek” iddiasına karşılık, Amerikan Dışişleri Bakanlığından, “ABD’nin Ermenistan işgali altındaki Karabağ’ın Azerbaycan’a iâde edileceğine dair bir taahhüdü ve görüşünün olmadığı”nın bildirilmesi, Obama yönetiminin bu konuda da Bush’un peşinde olduğunu gösteriyor.

Keza ABD Dışişleri Sözcüsü Robert Wood’un “Ermenistan ve Türkiye’yi anlaştıkları ‘yol haritası’na uymaya çağırıyoruz” yazılı açıklaması her şeyi bâriz bir biçimde belirliyor.

Belli ki Washington, “yol haritası”ndan sapmaya asla râzı değil; öncelikle Ankara’yı geceyarısı alelacele “parafe” ettiği “çerçeve”nin içinde tutmaya çalışıyor. Bunun ayrıntılarıyla fiilî uygulamanın müzâkeresi dışında bir şeyi kabul etmiyor…

HAVADA KALAN “EMPOZELER”

Gerçek şu ki peşin “teslimiyetçi” politikalar Türkiye’yi zora sokmuş. Obama, “soykırım”dan daha ağır anlama gelen diasporanın “büyük felâket” tâbirini kullansa da hükûmet, emr-i vakiyle apar-topar yetiştirdiği “yol haritası” taahhüdü ipoteğine bağlanmış.

Bu durumda Gül’ün, “Obama’yla sadece Türkiye-ABD ilişkilerini konuşmadık; ‘Filistin-İsrail arasında şunu yapmamız gerekir, İran’ın nükleer meselesi ile şöyle uğraşın, Pakistan-Afganistan coğrafyasında böyle yapın’ dedik” sözlerinin de bir anlamı kalmıyor.

Görünen o ki hegemonya ve çıkarları uğruna okyanuslar ötesinden gelip başka ülkeleri işgal etmeyi “özgürleştirme” sayan ABD ile Türkiye’yi âdeta “iki millet bir devlet” cenderesine mahkûm eden politikalar âbâd etmiyor.

Böylece daha önce “Obama’nın ilk Avrupa seyahatinde başarısızlığa uğramaması” adına “karikatür rezâleti”nin savunucusu Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine râzı olduklarını belirten Gül’ün, “Dünyanın en önemli ülkesinin başkanı, daha 100 günü dolmadan Türkiye’ye geldi ve hiçbir empozede (telkinde) bulunmadı, empoze olmuşsa bizim empozemiz olmuştur” cümlesi de havada kalıyor.

Neticede “büyük fırsat”lar anlaşılmadan hep heba olup “fiyasko”yla sonuçlanıyor…

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Siyasette tekfir...


A+ | A-

Din-siyaset ilişkisini rayına oturtmak için aranan formül, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ve “Siyaset dinin hizmetinde olmalı, din siyasetin değil” şeklinde özetlenebilecek prensip olsa gerek. Bunun hayata geçirilmesi ise, dini bütün siyasî tarafgirlik ve karşıtlıkların üzerinde tutan bir anlayışla mümkün.

Burada özellikle dinî hassasiyetler adına ortaya konulacak tavırlar, hayatî bir öneme sahip.

Meselâ, siyasî tartışmalara dinî motif ve söylemlerle müdahil olunması, hele siyaseten karşı olunan görüş sahiplerine “dinsiz, münafık” gibi sıfatların kolayca yakıştırılabilmesi, çok yanlış.

Bediüzzaman’ın bu çok önemli ve hassas konuda da kesinlikle gözardı edilmeyip dikkate alınması gereken ölçüler verdiğini görmekteyiz.

Meselâ Sünûhat’ta diyor ki:

“Dine imale etmek (meylettirmek) ve iltizama (dini gerekli görüp sahip çıkmaya) teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din, dahilde menfî tarzda istimal edilmez.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 498)

Yine Said Nursî’ye göre, mü’min bir kişiden “kâfir bir sıfat” sâdır olabilir, ama bu, o kişinin —hele imanına delâlet eden başka sıfatlar taşıyorsa—küfrüne hükmetme gerekçesi olamaz.

Onun için, “Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!” (a.g.e., s. 472) ikazında bulunan Bediüzzaman, aynı konudaki vurgulu Nebevî irşad ve uyarılara da dikkatlerimizi çekmiş oluyor.

Kaldı ki, kişilerin imanı veya küfrü hakkında karar verecek mercî, İlâhî adalet terazisinin sahibi olan Zat-ı Akdesten başkası değil, olamaz.

Kul, aynı kulluk statüsünü paylaştığı başkalarını inançlarıyla ilgili olarak yargılama ve de mahkûm etme hak ve yetkisini nereden alıyor?

Münâzarât’taki izahlarda, aynı konunun diğer bazı önemli boyutları üzerinde de durulmakta.

Bu noktada, “Eskiden beri işitiyoruz ki, bazı Jön Türkler masondurlar, dine zarar ediyorlar” sualine Üstadın verdiği cevap çok dikkat çekici.

Evvelâ, “İstibdat kendini ibka etmek (devam ettirmek) için şu telkinatı vermiştir” diyerek, hürriyetçileri milletin gözünden düşürme taktiklerinden birinin bu tür suçlamalar olduğunu söylüyor. Sonra, “Bazı lâubalilik dahi bu vehme kuvvet veriyor” tesbitiyle, hürriyetçilerin din noktasındaki bazı hatalı tavırları ile istibdadın eline koz verdiklerini vurguluyor (a.g.e., s. 355).

Bunun çok ilginç ve tipik örneklerinden biri, Celal Bayar’ın 1949 sonlarında Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile sohbet ederken anlattığı olay:

Bayar Bursa’da laikliği anlatan bir konuşma yapmış. Sebilürreşad dergisi, bu konuşmadan dolayı onu dinsizlikle suçlamış. CHP de bu dergiden binlerce nüsha alıp memleketin her tarafına dağıtmış. Bunun üzerine Bayar İnönü’ye gidip, “Paşam, hani parti mücadelesinde din istismarcılığı yapmama hususunda sözleşmemiz vardı?” diye sorunca ondan şu cevabı almış: “Ne yapalım, bizim arkadaşlar senin bir zaafından istifade etmişler.” (Ülkü Demirtepe, “Politikacıların Röntgeni” yazı dizisi, Milliyet, 25.10.1991)

Cumhuriyet Türkiye’sinde istibdadın simge kurumu CHP, rakibi Demokrat Partiyi, “mürteci” saydığı bir derginin Bayar’a yönelttiği dinsizlik suçlamasını kullanarak yıpratmaya çalışıyor!

Bayar, rejimin tabularında CHP’den farklı düşünmediği halde, sırf tek parti diktasına karşı, büyük ihtimalle kişisel hesaplarla da olsa alternatif bir partinin başını çekenler arasında yer alarak demokrasi ve hürriyetlere katkı sağladığı için istibdadın hedefi haline geliyor, halkı ondan soğutmak için “dinsizlik”le suçlanıyor; bunda da Millet Partisi taraftarı bir dergi kullanılıyor.

Normalde, laikliği savunan Bayar’a herkesten fazla ve önce CHP’nin sahip çıkması ve “mürteci” dergiye de “haddini bildirmesi” gerekirken!

Demek ki, derdi o değil; onun için asıl mesele istibdadın devamı ve hürriyetçilerin zayıflaması.

Bu çok önemli konuya devam edeceğiz.

21.05.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Gençlere yardım eli


A+ | A-

Hep söylüyoruz, gündeme geldiği için tekrarlamakta mahzur yok: Türkiye’yi idare edenler, ‘gençleri bataklıktan kurtarmak’ iddiasında samimî iseler, ‘Kim ne der?’ endişesine kapılmadan ‘kalplere yasakçı koyma yolu’nu tercih etmek zorundadırlar.

Bakınız, gençliğin içine sürüklendiği problemleri görmezden gelmek, inkâr etmek ya da yok saymak mümkün değildir. Hemen her kesime mensup ilim adamları ya da uzmanlar, değerlendirmeleri farklı da olsa gençliğin bir bunalıma sürüklendiği noktasında birleşiyorlar.

Gençlerin sürüklendiği bunalımı en iyi görenler de eğitim sisteminin içinde olan öğretmen ya da diğer yöneticilerdir. İlk okuldan başlamak üzere, üniversitelere kadar bütün eğitim sistemi bunun sancılarını çekiyor. Hangi öğretmenle konuşsanız hangi idareciye kulak verseniz: öğrencilerin içine düştüğü ya da düşürüldüğü bunalımdan yana şikâyetçidirler.

Çoğu zaman bu konuda yaşanan üzücü hadiselerin, gazete sayfalarını süslediğine şahit oluyoruz. En akla gelmedik yanlışlar, en hayale gelmeyen hadiseler okullarımızda, sınıflarımızda cereyan ediyor. “Hayır, eğitimde böyle bir sıkıntı yok. Her şey güllük gülistanlık” diyebilen var mı? Yaşanan sıkıntıları sıralamak mümkün, ama gerekli mi? Bilhassa liselerde okuyan öğrenciler, öğretmenlerine ‘kök’ söktürüyor. Sınıfta kalma, okuldan atılma ya da benzeri korkuları da olmayan öğrencilerin, öğretmenlerinin ikazlarına kulak asması kolay mı?

Tabiî ki akla hemen ‘zor uygulama’lar gelmemeli. Yani, yanlış yapan öğrencinin okuldan uzaklaştırılması ya da ağır cezalarla cezalandırılması gerektiğini söylemiyoruz. O yol çare olsaydı, iş bu noktalara gelmezdi. Çünkü zaten geçmiş yıllarda öğrencileri ikna edici, onların kalplerine hükmeden bir sistem ortaya konulamadığı için iş bugünkü şikâyet edilen noktalara geldi.

Uzun sözü bırakıp, Türkiye’yi idare edenlerin de bildiğini düşündüğümüz çareleri hatırlatalım: Gençleri, şikâyet edilen bataklıktan kurtarabilmek için din eğitimini dışlamayan bir eğitim sistemi tercih edilmelidir. Bu da, sözde değil özde ‘din sevgisi’ ile mümkün olabilir. Herhangi bir lisede namaz kılan öğrenciler var diye ‘soruşturma’ açarak ya da açtırarak bunu temin edemeyiz. Velev ki o soruşturmadan olumsuz bir netice açıkmasın!

Ayrıca, gençliğin şikâyet edilen bataklığa nasıl sürüklendiğinin de tesbit edilmesi lâzım. Bu noktada, müstehcen yayın ve reklâmları da göz ardı edemeyiz. Kimse ‘doğrudan ilgisi yok’ demesin; alkollü içki reklâmlarının gençlerin bu bataklığa sürüklenmesinde önemli bir payı var. Alkollü içki içmeyi ‘normal’ gibi gösteren ve hatta teşvik eden “Gel de içme!” diyen ilânlar, reklâmlar ‘büyük gazete’lerde tam sayfa yer almaya devam ediyor. Bir yandan ‘kötülüklerin anası’nı teşvik etmek, öte yandan da bunun doğurduğu neticelerden şikâyetçi olmak çelişkinin tâ kendisi olmaz mı?

Gençlere iyi niyetle ve şefkatle el uzatalım, onları ‘manevî boşluk’tan kurtaralım...

21.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis