Şaban DÖĞEN |
|
Vicdanlar ölürse |
Bir insan düşünün sizi ölümden, idamdan kurtarıyor, ona ne kadar minnettar olur, elinizden gelen her türlü fedakârlığı yapmaya çalışırsınız. Sizi ölümden kurtaran fedâkâr bir insana eziyet etmek, sıkıntılar vermeye, hatta öldürmeye kalkmanın ise insanlıkla bağdaşmadığını, canavarlık olduğunu bütün dünyaya ilân etmeye çalışırsınız. Yirmi sekiz senelik hayatı sürgün, zulüm ve zindanlarda geçen Bediüzzaman ne yapmıştı? İnsanların sadece dünya değil, ebedî hayatlarını da kurtarmaya çalışmıştı. İmanın verdiği zevk ve şevkle dünyaları gülsün; Cennete, ölümsüz bir hayata kavuşmakla ebedî hayatları kurtulsun, sonsuza dek mutlu bir hayat sürsünler istemişti. Evet, ölümü yokluk, hiçlik, bütün zevk ve lezzetlerin bitip tükenmesi, kendisini ve sevdiklerini asan bir darağacı, bir idam sehpası gören inançsızlık âfetinden kurtarıp onun görüldüğü gibi korkunç ve dehşetli olmadığını, aksine sonsuz bir hayatın başlangıcı olduğunu, başka bir âlemde dost ve sevdiklerimizle sevinç ve mutluluk içerisinde sonsuza dek bir arada olacağımızı göstermiş, ispatlamış, bütün keder ve üzüntüleri dağıtmış, mutluluklar sunmuştu. Bu bir insan için dünyalara sahip olmaktan daha büyük bir sevinç kaynağıydı. Dünyalar verilse elde edilemeyecek kadar büyük bir nimetti. İdamlık, hayata küsmüş, bedbin bir adama, “Müjde sen idamdan kurtuldun. Bütün dost ve sevdiklerine kavuşacak, mutlu bir hayat süreceksin” müjdesinden daha büyük bir şeydi bu. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu millete, insanlığa kazandırdığı onca faydalar bir yana sadece şu bile ona saygı ve sevgi için yetmez mi? Ama siz gelin görün ki onu bir cani gibi şehirden şehre sürdüler, zindanlara attılar, çeşit çeşit eza ve cefalar çektirdiler. Peki, Bediüzzaman Said Nursî ne yaptı? Hakkını, hukukunu cesaretle savundu, yanlışlıkları ortaya koydu. Sadece o günün kamuoyuna, idarecilerine, mahkemelerine değil, çağa ve çağlar sonrasının vicdanlarına hitap etti. Bir savunmasında şöyle diyordu: “Bize zulmedenler, ellerinde hayat ve medeniyeti ve lezzeti tutup, bizi o tarz-ı hayata ehemmiyet vermemekle itham edip mesul ederler, hattâ idam ve ağır ceza ile hapse sokmak isterler. Fakat kanunca sebep bulamıyorlar. Biz dahi elimizde hayat-ı bâkiyenin mukaddemesi ve perdesi olan mevti ve ölümü tutup, onların başlarına vurup intibaha getirmek ve onların hakikî mes’uliyet ve mahkûmiyetten ve idam-ı ebedî ve daimî haps-i münferitten kurtulmalarına bütün kuvvetimizle çalışıyoruz. Hattâ Ankara’ya giden şiddetli risâleler sebebiyle en ağır ceza nefsime verilse, fakat ceza verenler o risâlelerle ölümün idamından kurtulsalar, hem kalbim, hem nefsim razı olurlar. Demek, biz onların iki cihanda yaşamalarını istiyoruz, arıyoruz. Onlar bizim ölmemizi istiyorlar, bahaneler arıyorlar. Fakat güneş gibi zâhir ve gözle görünür gündüz gibi bir hakikat-ı mevtiye [ölüm hakikati] ve hergün insanlarda otuz bin cenaze, ehl-i dalâlet hakkında, otuz bin idam-ı ebedî, otuz bin haps-i münferit fermanlarını, ilâmnamelerini gösterdiklerinden, biz onlara karşı mağlûp değiliz. Ne yaparlarsa yapsınlar!”1 1. Şuâlar, s. 299-300. 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |