Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bu dağınıklıkla nereye? |
Başmüzakereci Devlet Bakanı Egemen Bağış, bir taraftan AB reformlarını muhalefetin engellediğinden yakınırken, diğer taraftan reformların hız kesmeden devam ettiğini şu sözlerle anlatmaya çalışıyor: “Benim için Ocak’tan bu yana çok ciddî bir reform süreci var. Ulusal Program yayınlanmış, ilk defa müstakil bir başmüzakereci atanmış, TRT 6 yayınlarına başlamış, 1 Mayıs tatil ilân edilmiş, Güneydoğu Anadolu Bölgesine 500 milyon euro fon aktarılmış, Nazım Hikmet’in vatandaşlığı iade edilmiş, kadın-erkek fırsat eşitliği komisyonu kurulmuş, Kyoto protokolü onaylanmış, Ayasofya’nın içindeki 17 yıllık çelik konsorsiyum aşağıya inmiş, internet vergileri düşürülmüş. Bütün bunlar reformdur.” (Star, 1.6.09) Anlaşılan, kendisinin başmüzakereci sıfatıyla kabineye dahil edilmesini AB sürecinde yeni bir dönüm noktası ve milât olarak görüyor Bağış. Sürecin Ocak-2009 öncesi için konuşmuyor. Kendisi işbaşı yaptıktan sonraki gelişmeleri de bu sözlerle özetleyip, “Reformlar devam ediyor, aksama ve gecikme yok” demeye çalışıyor.
Bağış’ın saydığı maddeler yeter mi? Peki, Bağış’ın sıraladığı bu maddeler, reform sürecinin gereklerini karşılamak için yeterli mi? İçeriği ve hedefleriyle de tatminkâr olmayan Ulusal Programın sadece yayınlanmış olması meseleyi çözüyor mu? Programdaki maddelerin uygulamaya aktarılması açısından durum ne? TRT 6’nın, gerekli anayasal ve yasal zemini hazırlanalı yıllar geçtikten sonra yayına girmesi, 1 Mayıs’ın tatil ilân edilmesi, Güneydoğu’ya bir miktar fon aktarılması, Nazım Hikmet’e vatandaşlığının iadesi, kadın-erkek fırsat eşitliği komisyonunun kurulması, AB sürecinden bağımsız bir konu olan Kyoto protokolünün onaylanması, Ayasofya’nın içindeki çelik iskelenin sökülmesi, internet vergilerinin bir parça düşürülmesi, Türkiye’yi AB üyesi yapmaya yeter mi? AB’ye girmemizin en öncelikli ve olmaz şartları olduğu, gelişmelerle de her geçen gün daha iyi görülüp anlaşılan asker-sivil ilişkilerini demokratik standartlara uygun hale getirecek ve Türkiye’yi iyice siyasallaşmış yargının yönettiği bir ülke olmaktan çıkaracak temel anayasal reformlar yapılamadığı müddetçe, Bağış’ın sıraladığı bu maddelerin kıymet-i harbiyesi olur mu?
Bu dağınıklığın izahı ne? Bakıyoruz, Bağış hiç oralara girmezken, Dışişleri Bakanı Davudoğlu tatil öncesinde Meclisten geçmesi gereken kanunu İnsan Hakları Kurumuyla ilgili düzenleme olarak gösteriyor; Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ise HSYK’da değişiklikler öngören kanunun Haziran sonuna kadar neticelenmesi gerektiğini ifade ediyor. Meclis Başkanı Toptan’ın gündemindeki önceliğe gelince; o da Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesiyle ilgili tasarının Meclis tatile girmeden çıkması gerektiğini söylüyor. O tasarı ki, mâlûm tartışmalar sebebiyle TBMM’yi en az üç haftadır meşgul ediyor; evvelce görüşülüp kabul edilen maddeler tekrir-i müzakere yoluyla tekrar ele alınıp sonuçlandırılmaya çalışılıyor. Bütün bunlar bir dağınıklığı göstermiyor mu? Adı geçen zevatın her birinin, tatil öncesinde Meclisten çıkması gereken âcil iş olarak gösterdiği konular birbirinden farklı. Ve dahası, bunların hiçbiri, AB sürecinde asıl yapılması gereken temel yapısal reform niteliğini taşımıyor. Hal böyleyken, Erdoğan’la, kabinedeki yeni yardımcısı Arınç, parti tabanına moral verip coşturmayı hedef alan hamasî söylemlere ağırlık veriyorlar. Arınç, hükümeti yıkmaya çalıştıklarını söylediği çetelere “hodri meydan, hodri meydan, hodri meydan” diyerek meydan okuyor. Bu söylemler, son günlerde sık sık parti kongrelerindeki kavga ve Meclis grubundaki huzursuzluk haberleriyle gündeme gelen AKP tabanında, arzu ettikleri heyecan ve coşkuyu uyandırabilir mi, önümüzdeki süreçte belli olur. 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bak, daha neler olacak! |
Maalesef dün yine bir ‘ilk’e imza atıldı ve Adana’da bir evde 8 kişi kurşuna dizilmiş halde bulundu. “Adana’da vahşet” olarak önce altyazıyla, sonra da ‘son dakika’ haberi olarak duyurulan cinayet karşısında ürpermemek, dehşete düşmemek ve sarsılmamak mümkün mü? Haber ilk duyulduğunda el yordamıyla yorumlar yapılmaya çalışıldı. Acaba böyle çirkin bir cinayete kim imza atabilirdi? İlerleyen saatlerde bu cinayetin ‘aileye mensup bir kişi’ tarafından işlendiği, ‘zanlı’nın suçunu itiraf ettiği açıklandı. Bu itiraf, işlenen çirkin ötesi cinayeti anlamamıza, izah etmemize ve yorumlamamıza yeter mi? Yani, “Tamam, çirkin bir cinayet işlendi. Ama bu cinayetin zanlısı hemen yakalandı. Hadise kapandı, çözüldü, halledildi” diyebilir miyiz? Asla ve kat’a; diyemeyiz ve dememeliyiz! Cinayete imza atanı yakalamış olmak ya da nasıl işlendiğini izah etmekle bu işin altından kalkılamaz. Asıl sorulması ve tartışılması gereken şey, “caniliğini bu dereceye yükseltmiş insanların bu cemiyette nasıl bulunabildiği” sorusu olmalıdır. Geçmiş yıllarda yaşanmayan bu ve benzeri cinayetler ne oldu da günümüzde işlenir hale geldi? Bugün esen bu fırtınanın, ‘tohum’ları nerede, ne zaman ve nasıl atıldı? Türkiye’yi ‘idare edenler’ de dahil olmak üzere hepimiz; bu soruların cevabını bulmadan cinayetini ‘çözmüş’ olmayız. Çirkin ve ürkütücü cinayet haberi TV’lerde ‘son dakika’ haberi olarak duyurulurken, bir yandan da Türkiye’yi ‘idare edenler’in başka konulardaki açıklamaları kamuoyu ile paylaşılıyordu. Acaba, bu çirkin cinayetin işlendiği gün dile getirilen açıklamaların havada kaldığının farkına varıldı mı? Her şey bir yana, bu ve benzer çirkinliklerin araştırılması, soruşturulması ve ‘çare’lerin bulunması bir yanda olmalı. Böyle bir günde ‘nutuk’ atmak hiç de fayda vermiyor. Gönül arzu ediyor ki, bu çirkin cinayet duyulduğunda bir anlamda ‘olağan üstü hal’ ilân edilsin ve gerekiyorsa Bakanlar Kurulu acil toplansın! Cemiyetin darmadağın olmak üzere olduğunu hatırlatan bu cinayet karşısında ‘hiçbir şey olmamış gibi’ davranmak, hayatın akışını aynı şekilde devam ettirmek kime ne kazandırır? Bakınız, yakın bir zaman önce Mardin’in bir köyünde akla ve hayale gelmeyen bir katliâma imza atılmıştı. O günlerde de çok söz söylendi, ama aradan zaman geçince maalesef bu sözler ve tesbitler unutuldu. Bari bu defaki cinayet uyanmamıza, cemiyetin altının dinamitlendiğini görmemize vesile olsun. Çok acil olarak gerekiyorsa ‘aile ve gençlik’ konulu bir sempozyum ya da araştırma yapılsın. Bu çirkinliklerin sebep ve çareleri ciddî olarak araştırılsın. Bunlar yapılmadıktan sonra ah vah demenin bir anlamı kalır mı? Aslında can alıcı soru şudur: Cinnet halini hatıra getiren ve ürkütücü cinayetlere imza atanlara karşı Türkiye’yi ‘idare edenler’ ne ile ve nasıl karşı koyacak? Ellerinde ‘çare’ler var mı? Var ise bunu ne zaman kullanmayı düşünüyorlar? Yoksa yine yanlış teşhis ve tedaviye devam mı edilecek? Bugün işlenen bu cinayetlerin ‘tohum’larının yıllar önce atıldığının farkına varalım. Karşı karşıya olduğumuz durum bir ‘fırtına’ halidir ve bu fırtına için de geçmişte ‘rüzgâr’ ekildiğini görelim. Tabiî bu tehlikelere karşı çarenin de İslâmın ‘ter-ü taze iman esesları’nda olduğunu da görelim! 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Çözüm iklimi muhafaza edilmeli |
ABD Başkanı Barack Obama, İslâm dünyasına Türkiye’den verdiği mesajları pekiştirmek ve daha da açmak üzere bu hafta Kahire’den bir konuşma gerçekleştirecek. Türkiye’den verdiği mesajların genel olarak İslâm dünyasına olduğu varsayılırsa bu sefer daha spesifik olarak Arap dünyasına ve daha da önemlisi Orta Doğu’ya mesajlar vermesi beklenebilir. Obama’nın ne söyleyeceği elbette önemlidir. Ancak ne söyleyeceğinden çok ne yapacağı bizi daha çok ilgilendirmeli. Zira dünyanın artık boş lâflardan çok ciddî mânâda icraatlere ihtiyacı vardır. Küresel ölçekte kemikleşmiş kabul edilebilecek bir çok sorun için yeni umutların yeşerdiği bir iklimin kıyısında olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizdeki PKK sorunu (daha geniş anlamda Kürt sorunu), hemen yakınımızdaki Karabağ meselesi, güneyimizde Kıbrıs meselesi, Filistin meselesi ve daha bir çok problem... Bütün bu meselelerde son dönemlerde yapılan açıklamalarda çözüme yönelik mesajlar ve umut verici söylemler ön planda. Ancak bütün bunlar bu meselelerin kesinlikle çözüleceği anlamına gelmiyor ne yazık ki. Zira daha öncede bir çok meselede dünya liderlerinin oldukça umut verici mesajlar verip daha sonra müzakere masasından hayal kırıklığı ile kalkıldığına şahit olduk. Bu sefer çözüm ikliminden yeniden kaybetme iklimine geçmemek için yapılması gereken bazı önemli şeyler var. Öncelikle tarafların masaya oturmadan önce meselenin ne olduğu konusunda mutabık olmaları ön şarttır. Yani çözüme gelmeden önce sorun üzerinde mutabakat gerekiyor. Ayrıca meseleyi doğru teşhis etmek de doğru çözümü bulmak adına en önemli şartlardan biridir. Üçüncü şart ise muhatapların doğru belirlenmesi ve her iki tarafın da tek ses ve tek yürek olarak, ihtilâfa yer vermeden müzakere masasına oturmalarıdır. Taraflardan biri bölünmüş veya ciddî ihtilâf halindeyse o masadan çözümle kalkmak hayal olur. Yerel ve global ölçekteki meselelerde ne yazık ki bu üç önemli şartın bir arada yerine getirildiği mesele neredeyse yok gibidir. Dolayısıyla da çözüme çok yaklaşıldığı zamanlarda bile en ufak bir inhiraf da yeniden başlanılan noktaya hatta başlanılan noktanın daha da gerisine gidebilme ihtimali vardır. Bu sebeple siyasal problemlerin tarafları ve arabulucuları müzakere masaları ihdas etmeden önce tarafların anlaşmaya gerçekten niyetli olup olmadıkları ve daha da önemlisi anlaşmaya müsait olup olmadıklarını gözden geçirmelidir. Aksi halde sonuç alınamayacağı gibi, daha kötü ihtimallere de kapı aralanabilir. Bu vechelerden bakınca Obama’nın İslâm dünyasına yapacağı konuşma elbette önemlidir ancak ne yazık ki yeterli değildir. Zira Obama’nın İslâm dünyası ve İslâm dünyasının sorunları karşısında göstereceği tavır ve tutumlar ve atacağı adımlar söyleyeceği şeylerden çok çok daha önemlidir. Şimdiye kadar ABD’nin, İsrail’in yasa dışı iskân politikası ve Filistin Devleti’nin kurulması konusundaki tutumları olumluydu. Ancak bu zaman zarfında İsrail tarafının beyanatlarının ne yazık ki çözüm yanlısı olmadığını da müşahede ettik. ABD gerçek mânâda arabuluculuk yapacaksa öncelikle kendisini İsrail’in boyunduruğundan kurtarmalı, İsrail’i makul bir çözüme ikna etmeli ve Filistin halkının ihtilâfına ve bölünmesine sebep olan siyasal unsurları bertaraf etmeye yönelmelidir. Meseleler ancak doğru teşhis edilir ve çözümde de mutabık olunursa çözülebilir. Bütün sorunlarda, çözüm ikliminden yeniden kaybetme iklimine kayılmamasını diliyorum. 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Avrupa parlamentosu seçimleri |
Yarından itibaren dört gün boyunca—ülkelere göre farklı günlerde—27 Avrupa Birliği üyesi ülkede Avrupa Parlamentosu için seçimler yapılacak. Avrupa Parlamentosunun 736 üyesini yaklaşık 500 milyon seçmen seçecek. Bunun yanı sıra bazı ülkeler genel seçimlerini de aynı anda yapıyor. İngiltere ve İrlanda’nın bazı kesimlerinde yerel seçimler, Belçika’da bölgesel seçimler ve Danimarka’da kadınlara eşit seçilme hakları sağlayacak yasaya ilişkin referandum aynı anda yapılacak. Partilerin çoğu bu seçimlere Avrupa çapında örgütlenmiş siyasî partilere bağlı olarak katılacak. En önemli sorunlardan birisi halkın bu seçimlere rağbet etmemesi ve katılımın düşük olması. Bulgaristan ve Romanya’nın katılımı dolayısıyla bazı üyelerin göndereceği milletvekili sayısı düştü. Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olsaydı Almanya’dan sonra en çok milletvekili gönderen beş ülkeden birisi olarak bu seçimlerde 72 milletvekili seçecekti. Geriye kalan 23 ülkeden daha fazla söz hakkına sahip olacaktı. Bu seçimlere yönelik kampanyanın Fransa ve Almanya’daki en önemli malzemelerinden birisi de Türkiye karşıtlığı. Sarkozy ve Merkel, Türkiye karşıtlığını sürekli işlediler. Sarkozy, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmasının planlanmadığını vurgulayacak kadar ileri gitti. Bunun yerine Akdeniz Birliği gibi ölü doğmuş bir projeyi önerdi ve en fazla “ayrıcalıklı ortaklık” verilebileceğini ileri sürdü. Merkel de Türkiye için tam üyelik değil, ayrıcalıklı ortaklığın mümkün olabileceğini savundu. Aslında gerek Sarkozy, gerekse Merkel Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin acil bir konu olmadığını biliyorlar. Ancak bu seçim kampanyasında kamuoylarında Türklere karşı olan soğukluktan yararlanmayı amaçlıyorlar. Seçim kampanyası esnasında kamudan destek almanın en kolay yolu muhtemel büyümeye karşı çıkmak, özellikle büyümenin maliyetini nazara vermek, kamuoyunun bu konudaki kaygılarını kışkırtmak. Merkel, bir taşla iki kuş vurmak istiyor. Ekonomik krizden bunalan kamuoyundaki Türkiye karşıtlığını bildiği için, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkarak hem yarın başlayacak Avrupa Parlamentosu seçimleri, hem de Eylül ayında yapılacak ulusal genel seçimlerine yatırım yapıyor. İki lider geçen Pazar günü Berlin’de bir araya gelerek ittifak gösterisi yaptılar. Yayınladıkları ortak bildiride Türkiye’nin adını vermeden, ‘Avrupa Birliğinin sınırlara ihtiyacı olduğunu ve kontrolsüz büyümeye devam edemeyeceğini’ vurguladılar. Her iki liderin de unuttukları bir husus var: Türkiye en az on yıl sonra Birliğe katılma noktasına gelecek. O tarihte her iki lider de koltuklarını çoktan terk etmiş olacak. Belki de gölde balık tutup, hatıralarını yazmaya başlayacaklar. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin söyledikleri sözlerin hiçbir önemi yok. Bu uzun yıllar içinde köprünün altından çok sular akacak. Bir yandan Avrupa nüfusu daha da yaşlanırken, Türkiye bölgenin en çok genç nüfusa sahip ülkelerinden olacak. Öbür yandan Avrupa’daki milyonlarca Türk, bir çok ülkede önemli bir yere ve güce sahip olacak. Böyle bir durumda Sarkozy ile Merkel’in Türkiye karşıtlığı yalnızca bir seçim şovundan ibaret kalacak. Türkiye kendi içindeki sorunlarını çözdükçe, kendi vatandaşlarına tam demokratik ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir hayat sundukça, Avrupa Birliği dahil bütün kapılar ardına kadar açılacaktır. O zaman geldiğinde bizim o kapılardan girmeyi isteyip istemeyeceğimize ise onlar değil, biz karar vereceğiz. Ümitli olunuz! 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Risk ve polemik… |
Meclis’i kilitleyen hükümetin “mayın tasarısı” tartışmaları devam ediyor. Ancak kamuoyundan gelen yoğun tepki üzerine “temizleme karşılığı toprakları kullanma”yı öngören ikinci maddenin “tekrir-i müzakere” ile yeniden ele alınmasında muhalefetle uzlaşan AKP’nin bir türlü “kiralatma”dan caymaması dikkat çekici. Başbakan Erdoğan, partisinin Meclis grubunda “tasarıyı düzeltmek” yerine “bu toprakların yabancılara kullandırılmaması” uyarılarını yine bildik üslûbuyla “statüko”, “hamaset” ve “çözümsüzlük”le suçladı. “Daha ihâle yapılmadan ihale meselesini ortaya attılar, ihale herkese açık bir mevzudur” dedi; “Bu tasarının neresinde İsrail var?” diye sordu. Bu “söz”den başka bir güvence vermedi. Doğrusu daha yapılmayan ihâlede elbette “İsrail” yok; ancak Erdoğan “mayınlardan temizletme” ile “toprakları kullandırma”nın aynı ihâleden birleştirildiğine dair bir türlü mâkul bir gerekçe göstermedi, gösterememekte… Tasarının düzeltilmesini ve iki hususun birbirinden ayrılmasını isteyenleri, “polemik”le ve “zihin bulandırmak”la itham eden ve bu konudaki ikazları “art niyet-kara siyaset” olarak niteleyen Erdoğan, ne garip ki bu hususta geri adım atmamakta. Anlaşılmaz bir ısrarla bu “seçeneği” tasarıya koymanın maslahatını soranları fütûrsuzca “art niyet”le suçlamakta…
İHÂLEDE “KİRALATMA” ISRARI… Kısacası dün itibariyle iktidar partisi hâlâ mevcut tasarıyı savunmaya devam edip “kiralatmayı kabul ettirme” peşinde idi. Maliye ve Millî Savunma Bakanlıklarınca AKP Grubu için hazırlatılan “değiştirme taslağı”ndaki “kaydırmalı üç aşama” bunu gösteriyor. Neticede iktidar partisi, “yap-işlet-devret modeli”yle “kiralatma sistemi”ni hâlâ tasarıda tutuyor. Bir tek, ihâlenin Millî Savunma Bakanlığı’nca yapılmasını tasarıya eklediklerini belirten Erdoğan’ın, “Mayın temizleme ihalesi hizmet satın alımı yöntemi ile yapılacak bu olmaz ise arazinin kullanımı gündeme gelecek” diye konuşarak “organik tarım plânlıyoruz” ifâdesi de bunun ikrarı… Tesbit şu: Meclis’te ve toplumda infiâle varan itirazlara, iktidar partisi milletvekillerinin önemli bir kısmının itibar etmediği tasarıyı “değerlendirmek” için geri çeken AKP grubu, “temizleyen firma bu toprakları işletsin” seçeneğinden vazgeçmiyor. İlk iki seçeneği eleyip üçüncü seçeneğe geçme yetkisini hükûmete veriyor. Belli ki daha önce belirlenmiş firmalara “adrese teslim” tarzında bir ihâleyi kafasına koyan iktidar partisi, AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş’ın itirafıyla sözkonusu değişikliği “minareyi doğrultma” kabilinde yapıyor… Oysa millet, minareyi değil, AKP’nin “ille de temizletme karşılığı kiralatma” tasarısını düzeltmeyi, mayından temizlenmiş toprakları sınırda yaşayan mayın mağduru köylülere verilip bu arazilerin GAP projesiyle bütünleştirilerek halkın yararına açılmasını istiyor. Buna mukabil, iktidar partisi ve hükûmet bile bile Meclis’te varılan mutâbakatı boşa çıkarma ve diyaloğu sabote etme pahasına “yabancı firmalara kiralatma”da ısrarlı. Problem burada çıkıyor…
“TECÂHÜL-Ü ÂRİF”İN SEBEBİ NE? Bütün bunlara karşı Başbakan’ın tek söylediği, “Biz yaptığımız işi inanarak yapıyoruz, kinden, nefretten bir şey olmuyor” sözleri oluyor. AKP siyasî iktidarının, İsrail’le vardığı onca siyasî anlaşmalara, ekonomik mutâbakatlara, savunma sanayii ve stratejik işbirliğine ve verdiği ihâlelere ilâveten, Suriye sınırı boyunca iki Kıbrıs büyüklüğündeki toprakları İsrail firmalarının başını çektiği ecnebi şirketlere verilmesi “işi”ni inanarak yapması, bizim de bu “işin içindeki iş”e kanmamızı gerektirmez. Sahi “Türkiye’nin bâkir ve verimli arazilerini 44 yıla kadar kullanmayı İsrail’e vermeyin” çağrısının “kin ve nefret”le ne ilgisi var? Gerçekten “mayınların hizmet karşılığı temizlenmesi” gibi mayınsız sâlim bir yol dururken AKP hükûmeti, neden ille de “toprakları kullandırma” sistemini daha baştan ihâlenin içine sokup meseleyi riske atmakta? Niçin “temizleme”yle “kullanma” aynı ihâlede birleştirmede direnmekte? Başbakan, “Benim Davos’ta koyduğum tavırla İsrail karşısında itibar kazandık” diye konuşuyor. Bu durum ister istemez, “acaba mahallî seçimler öncesi “Davos çıkışı”nın “bedeli” mi ödetiliyor? “Davos” sonrası birilerine söz mü verildi?” sorularını sorduruyor. Erdoğan’ın her fırsatta övündüğü ve AKP’nin seçimlerde bol bol istimal ettiği “Davos ruhu” bu mu? Kamuoyunun infiâli, salt İsrail’e ya da bir yabancı ülkeye değil, ihâle tasarısına “toprakların kullandırılması”nın konulmasına. Peki, bunu bildiği halde Erdoğan ve partisi sözcüleri neden “tecâhül-ü ârif” yapıp meseleyi başka yöne, polemiğe çekiyor? Bunun sebebi nedir? Millet bunu merak ediyor… 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evlilikte teferruat kriterler de önemli |
Fuat Özcan, “Evlilikle ilgili yazılarınızı okuyorum. Evliliği düşünen ve hazırlık yapan biriyim. Eş seçiminde dikkatli olmamız gerektiğini yazılarınız da zaten belirtiyorsunuz. Herkesin kendine, hayat tarzlarına göre kriterleri var. Kimisi, hayat felsefesine bakıyor, kimisi parasına, kimisi güzelliğine, diplomasına, vb. Ama benim sormak istediğim eşimi seçerken kendi cemaatimden olmasını (özellikle Nur Cemaatinden) istiyorum. Çünkü eşimin benim hayat tarzıma, düşüncelerime, mizacıma en azından uygun olmasını istiyorum. (Beraber kitap okumak, sohbete gitmek, okuma programları yapmak gibi). Kimileri beni bu haklı bulurken kimileri de o kadar ayrıntı önemli değil gibi görüşler ileri sürüyor. Bu konu hakkında kriter ne olmalı; denge nasıl sağlanmalı?” Hilmi Tunahan Görgülü de, aynı mealde, “Evlenmeyi düşündüğüm kişi ayrı grupta. Ailesi farklı yaklaşıyor; ne dersiniz?” diye soruyorlar. Evlilikte temel kriter, “dindarlık ve ahlâk” olmalı. (Ki, dindarlığın ölçüsü yalnız şekil, kılık-kıyafetten ibaret değil.) Dindar, ferdin, ailenin ve toplumun dünya hayatıyla ahiret işlerini tanzim eden İslâm şartlarını ve ibadetleri ifa edendir. Ahlâk, dindarlığın ruhudur. Eğer ahlâk yoksa, dindarlıktan söz edilemez… Eş, aynı cemaatten tercih edilmelidir. Zira, her cemaatin bakış açısı, üslûbu, hizmet tarzı farklıdır. Bu farklılıklar mutlaka hayata yansır. Aynı düşünce, aynı hizmet tarzına sahip olanlar uyum içinde hizmetlerini yürütür. Farklı olanlar, birbirleriyle cedelleşir. Bu tabiî bir durumdur. Zira, zaten inandığı, düşündüğü ve bildiği tarz odur. İnanmadığı, bilmediği bir yola girmesini beklemek abesle iştigal değil mi? “Dervişin fikri ne ise, zikri de odur” hakikati bunu ifade eder. Gelin-kaynana tartışmalarının da temeli kültür farklılıklarına dayanır: Gelin başka bir ailenin kültürüne göre yetişmiş, ona göre davranır. Kaynana ise, kendi kültürünü yaşamak ve yaşatmak ister… “Biz anlaştık. Herkes kendi yoluna gider, kimse kimseye karışmaz!” şeklindeki bir düşünce de şimdilik geçerlidir. Evlilik, herkes kendi yoluna gitmek değildir ki, meslek ve meşrepte, hizmet ve ibadette de böyle tahakkuk etsin. Karı ve koca’nın meslek, meşrep, ibadet ve hizmette yolları ayrı ise, evlendikten sonra uygulamada çatışmalar, çelişkiler ortaya çıkacaktır. Bu da tartışma ve huzursuzluk sebebidir. Bu farklılıklar çocuk eğitimi ve terbiyesine de yansıyacaktır. O takdirde daha büyük çatışmalar yaşanması kaçınılmaz olabilir. “Hele evlenelim, ben onu değiştiririm!” tarzındaki bir düşünce temelden sakattır. Zira, o da sizi değiştirecek. Eşler yekdiğerini ikna etmeye, kendi görüş ve düşünce yapısına çekmeye çalışır. Çocuklarını öyle eğitmeye kalkar. Artık ömür, biribirini değiştirme çabalarıyla geçecek. Oysa ömür, bu kadar uzun değil. Bu arada meydana gelebilecek gerginlikler, sıkıntıları ve bunların aile hayatına, çoluk-çocuğa ve sair akrabalara nasıl yansıyacağı, nasıl vahim sonuçlar doğuracağını kestirmek imkânsız. Aslında sizin de, eşinizin de istediği değişim, gelişim, hayat tarzının eğitim ve terbiyesi, ailede ve evlenme çağına gelene kadar alınmalı, verilmeli. Bu da yapılıyor zaten. Öyle ise, siz, düşünce, kültür ve hayat tarzı açısından size denk olanını tercih etmelisiniz. Hayata bakış açınız, hedefleriniz, idealleriniz de denk olmalı. Eşler aynı kültürü paylaşmalı; aynı eğitimi almış, Hatta, mümkünse aynı bölge ve aynı şehirden olmalı. Zira, bölgenin, iklimin, çevrenin fıtrat, huy ve karakterimiz üzerinde etkisi büyük. Hareketli, heyecanlı, sakin, sıcak kanlı ve soğukkanlı, vs. Şöyle düşünelim: Evlilik sevinci, üzüntüyü, üretimi, tüketimi, sıkıntıyı, neşeyi, problemi çözümü paylaşmaktır. Eşler olarak hizmet için yola çıktınız. Ne tarafa gideceksiniz? Sizin istediğiniz yöne mi, onun istediği cihete mi? Siz hizmetler için koşuşturuyorsunuz, eşiniz ne için koşuşturacaktır? Hatta, bu kriteri yemek kültürüne kadar indirgeyebiliriz. Yemek üzerine dönen tartışma ve çetin kavgaların ayrılıklara kadar götürdüğü müşahade edilmiştir. Acılı, ekşili yemek kültürüne sahip bölge ile bunun tam tersi iki insanın evlendiğini düşününüz. En temel ihtiyaç olan yemek ve sofra kültüründe uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar baş göstermeyecek mi? “Onun elinden zehir de olsa içerim!” düşüncesi duygusal ve geçicidir; aklî ve psiko-sosyal dayanağı yoktur. Süresi birkaç ay veya birkaç senedir. Hiç şüphesiz, başka meselelerden çıkan anlaşmazlıklar, bunları da gündeme getirecektir. Tabiî ki, kültür ve bölge farklılıkları kesin hatlarla ayrılmaz. Artık dünyanın küçülmesi, göçler, şehirleşme, biribiriyle kaynaşma, eğitim standartlarının aynı seviyeye gelmesi, kitle iletişim vasıtalarının çoğalması vs. ile genel kültür bir seviyeye doğru gidiyor… Burada şöyle bir mihenk de kullanabiliriz: Ehl-i kitap veya Müslüman olmuş başka ülkenin insanıyla evlilik yapmak mı daha iyi, yoksa ehl-i iman ve mütedeyyin olanlarla mı? Kendi dininden, kendi dilini bilen ve kültürünü paylaşan Türkiye’de ki biriyle evlenmek mi daha iyi, yoksa başka bir İslâm ülkesindeki Müslüman ile mi? İşte bu kıyasla, memleket ve kültür farklılıklarının doğuracağı mahzurlar, aynı ülkedeki bölge farklılıklarına kıyas edilebilir… Elbetteki bu değerlendirmeler geneldir. İstisnaî durumlar var ve her iki kesim için de sözkonusudur: Aynı cemaat, aynı kültür, aynı bölge, hatta aynı şehir veya köyden evlenip huzursuz ve mutsuz; çok farklı din, ülke ve bölgelerden evlenenlerin de huzurlu ve mutlu olmaları mümkün ve vakidir. 03.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Vicdanlar ölürse |
Bir insan düşünün sizi ölümden, idamdan kurtarıyor, ona ne kadar minnettar olur, elinizden gelen her türlü fedakârlığı yapmaya çalışırsınız. Sizi ölümden kurtaran fedâkâr bir insana eziyet etmek, sıkıntılar vermeye, hatta öldürmeye kalkmanın ise insanlıkla bağdaşmadığını, canavarlık olduğunu bütün dünyaya ilân etmeye çalışırsınız. Yirmi sekiz senelik hayatı sürgün, zulüm ve zindanlarda geçen Bediüzzaman ne yapmıştı? İnsanların sadece dünya değil, ebedî hayatlarını da kurtarmaya çalışmıştı. İmanın verdiği zevk ve şevkle dünyaları gülsün; Cennete, ölümsüz bir hayata kavuşmakla ebedî hayatları kurtulsun, sonsuza dek mutlu bir hayat sürsünler istemişti. Evet, ölümü yokluk, hiçlik, bütün zevk ve lezzetlerin bitip tükenmesi, kendisini ve sevdiklerini asan bir darağacı, bir idam sehpası gören inançsızlık âfetinden kurtarıp onun görüldüğü gibi korkunç ve dehşetli olmadığını, aksine sonsuz bir hayatın başlangıcı olduğunu, başka bir âlemde dost ve sevdiklerimizle sevinç ve mutluluk içerisinde sonsuza dek bir arada olacağımızı göstermiş, ispatlamış, bütün keder ve üzüntüleri dağıtmış, mutluluklar sunmuştu. Bu bir insan için dünyalara sahip olmaktan daha büyük bir sevinç kaynağıydı. Dünyalar verilse elde edilemeyecek kadar büyük bir nimetti. İdamlık, hayata küsmüş, bedbin bir adama, “Müjde sen idamdan kurtuldun. Bütün dost ve sevdiklerine kavuşacak, mutlu bir hayat süreceksin” müjdesinden daha büyük bir şeydi bu. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu millete, insanlığa kazandırdığı onca faydalar bir yana sadece şu bile ona saygı ve sevgi için yetmez mi? Ama siz gelin görün ki onu bir cani gibi şehirden şehre sürdüler, zindanlara attılar, çeşit çeşit eza ve cefalar çektirdiler. Peki, Bediüzzaman Said Nursî ne yaptı? Hakkını, hukukunu cesaretle savundu, yanlışlıkları ortaya koydu. Sadece o günün kamuoyuna, idarecilerine, mahkemelerine değil, çağa ve çağlar sonrasının vicdanlarına hitap etti. Bir savunmasında şöyle diyordu: “Bize zulmedenler, ellerinde hayat ve medeniyeti ve lezzeti tutup, bizi o tarz-ı hayata ehemmiyet vermemekle itham edip mesul ederler, hattâ idam ve ağır ceza ile hapse sokmak isterler. Fakat kanunca sebep bulamıyorlar. Biz dahi elimizde hayat-ı bâkiyenin mukaddemesi ve perdesi olan mevti ve ölümü tutup, onların başlarına vurup intibaha getirmek ve onların hakikî mes’uliyet ve mahkûmiyetten ve idam-ı ebedî ve daimî haps-i münferitten kurtulmalarına bütün kuvvetimizle çalışıyoruz. Hattâ Ankara’ya giden şiddetli risâleler sebebiyle en ağır ceza nefsime verilse, fakat ceza verenler o risâlelerle ölümün idamından kurtulsalar, hem kalbim, hem nefsim razı olurlar. Demek, biz onların iki cihanda yaşamalarını istiyoruz, arıyoruz. Onlar bizim ölmemizi istiyorlar, bahaneler arıyorlar. Fakat güneş gibi zâhir ve gözle görünür gündüz gibi bir hakikat-ı mevtiye [ölüm hakikati] ve hergün insanlarda otuz bin cenaze, ehl-i dalâlet hakkında, otuz bin idam-ı ebedî, otuz bin haps-i münferit fermanlarını, ilâmnamelerini gösterdiklerinden, biz onlara karşı mağlûp değiliz. Ne yaparlarsa yapsınlar!”1 1. Şuâlar, s. 299-300. 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Mânevî buhran |
Toplu cinayet vak'alarında ürkütücü bir artış gözlemleniyor. Daha Mardin'deki katliâmın kanı kurumadan, Urfa (Ceylanpınar) ve Adana merkezinde yaşanan kanlı vak'a haberleri geldi. Belli ki, toplum ciddî bir buhran geçiriyor. Zahirde, şu ya da bu sebepten çıkan, gerçekte ise mânevî buhrandan kaynaklanan bu toplu cinnet ve cinayet hadiseleri, aklı başında olan herkesi düşündürmeli ve köklü çare arayışına sevk etmeli. Zira, hadiselerin seyri ve yoğunluğu o hale geldi ki, bundan artık hiç kimse kendini muaf tutamaz; dahası, kimse kendini garantide göremez. Alevleri göklere yükselen bu sosyal ateşin kıvılcımı, hiç umulmadık bir anda gelip bizlerin ocağına da düşebilir. Dolayısıyla, Doğu Bölgelerinde nisbeten daha fazla olmakla beraber, esasında memleketin hemen her tarafında rastlanılan bu elim vak'alar karşısında kimsenin çıkıp da "Nemelâzım" deme lüksü yoktur. Dert, ağırlıklı olarak mânevî olduğu gibi, devâsı da mânevî olsa gerektir. İnsanlar, cehalet–zaruret–ihtilâf saikasıyla ve bilhassa "ene"yi kabartan Batı felsefesinin tesiriyle son derece bencilleşmiş, egoistleşmiş ve hasis menfaatinin zebûnu olmuştur. Bu hastalıktan, mutlak sûrette kurtulması gerekir. O halde, gelin asrın mânevî tabibi olan Bediüzzaman Hazretlerinin bu meyandaki teşhis ve tedâviye dair sözlerine kulak verelim: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî (bulaşıcı) illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum... Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Târihçe–i Hayat, s. 542.)
Müftülük ve Kur'ân Kursuna saygısızlık
Okuyucumuz Hasan Özgenç anlatıyor: "Pazar günü, eşim ve çocuklarımla birlikte Beşiktaş taraflarındaydık. Tarihî mekânları geziyor, camileri ziyaret ediyorduk. İkindi namazını Sinan Paşa Camiinde kıldıktan sonra dışarı çıkıp Ihlamurdere tarafına doğru yürüdük. Ortalık kalabalıktan geçilmiyordu. Beşiktaş'ın şampiyonluğunu kutlamak için, taraftarların sevinç gösterileri vardı. Bunu normal saydık. Fakat, ilerledikçe gördüklerimiz, bizi derin üzüntülere gark etti. Bir yere vardık ki, izdiham had safhadaydı. Kızlı–erkekli gruplar sokağı doldurmuş, ellerinde bira kutuları, çılgınca eğleniyorlardı. Bütün aile efradı olarak, yüzümüz kızararak ilerliyorduk. Sonra, merdivenleri sokağa bakan bir binanın önüne vardık ki, ne görelim. Ellerindeki bira kutularıyla kendinden geçen ve birbirine sırnaşan kızlı–erkekli gruplar, o binanın merdivenlerini de sereserpe doldurmuşlar, bir taraftan da resim çektiriyorlardı. Başımızı şöyle bir kaldırıp baktık ki, o bina meğerse Beşiktaş Müftülüğü imiş. Binanın altında da Kur'ân Kursu. Ki, oradaki vaziyet de aynı. O manzarayı görünce utandık, moralmen adeta yıkıldık. 'Bu ne biçim saygısızlık böyle!" diyenlere dahi zerrece aldırış etmeyen o yarı sarhoş vaziyetteki çılgınlardan biri, bir baktık elindeki bira kutusunun markasını fotoğraf çekene göstererek şunu söylüyor: 'Bak, bu firma sponsor, sponsor. Bu kutu ve markası, şu arkada Kur'ân Kursu diye yazan tabela ile birlikte çıksın, tamam mı?' Bunu da gördükten sona, hem haddinden fazla sıkılıp öfkelendik, hem de utancımızdan adeta yerin dibine girdik. Saygısızlığın bu kadarına isyan ediyor ve yapanları şiddetle kınıyoruz."
Tarihin yorumu 3 Haziran 1889—1925
İttihat–Terakki kuruldu; Terakkiperver kapatıldı
Hürriyet ve meşrûtiyetin bir an evvel ilân edilmesi için çalışan Jön Türkler'in komitacı yönü ağır basan grubu, 3 Haziran 1889'da gizli bir teşkilâtlanmayla İttihat ve Terakki Cemiyetini kurduğunu açıkladı. Yurt içinde gizlice, yurt dışında ise alenî faaliyetlerde bulunan bu cemiyetin içinde, çeşitli fikir, menşe' ve inanç grupları vardı: Türkler, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Dönmeler, Arnavutlar, vesaire... Bu cemiyetin mensupları, 1902'de ve bilhassa Meşrûtiyetin ilân edildiği 1908'de ciddî bir ayrışma yaşadı. Ayrılanlar farklı yönlere giderken, kalanlar tam bir dikta sistemi ile komita faaliyetinin kucağına düştü. On yıl müddetle Osmanlı ülkesini "şiddetli istibdat" yöntemiyle idare eden İttihatçıların idareci kadrosu, I. Cihan Harbindeki mağlubiyetten sonra yurdu terk ederken, onların bakiyesi olan ikinci kademedekiler ise, bir müddet kendilerini kamufle ederek Cumhuriyet idaresinin kilit noktalarına yerleşti. Bu kadro işbaşına geldikten ve ülkenin yönetimini ele geçirdikten sonra, öyle bir rejim kurdular ki, eski İttihatçılara rahmet okuttular. Öyle ki, eski dâvâ arkadaşları ve Millî Mücadelenin kahramanları olan Kâzım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Dr. Adnan Adıvar gibi mühim şahsiyetlerin vücudunu bile ortadan kaldırmak istediler. Halk Partisinde birleşen bozuk İttihatçıların bakiyesi, kendilerine muhalif olan ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) kuran kadroya karşı 1925'te harekete geçti ve çok vahşî bir yöntemle onları diskalifiye etmeye çalıştı. Önce, henüz bir yılını bile doldurmayan partilerini (TCF'yi) kapattılar. (3 Haziran 1925) Ardından, TCF mensuplarını kanlı Şeyh Said hadisesiyle irtibatlandırarak, onların şeref ve haysiyetlerini kırmaya çalıştılar. Bu da yetmedi, Karabekir ve arkadaşlarını bir yıl sonra vukua gelen muhayyel "İzmir Sûikastı"yla irtibatlandırarak onları İstiklâl Mahkemesi mârifetiyle idam etmek istediler. Nitekim, bazıları idam edilirken, ipten dönenler ise çeşitli cezalara çarptırıldı. Halkçılara inkılâp eden İttihatçılar, 1950'ye kadar süren çeyrek asır müddetle, herhangi bir muhalif harekete hayat hakkı dahi tanımadılar. 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
En faziletli amel |
Uğur Bey: “Birden fazla evi olan birisi evinin birden fazlasının zekâtını ödeyecek midir? Eğer dairelerinden kira alıyorsa zekât hesabını nasıl yapacaktır? Yine kirada dükkânı olan zekât hesabını nasıl yapacaktır? Birden fazla arabası olan birisi arabalarından birden fazlasının zekâtını ödeyecek midir? Lüks araba zekâta dâhil midir? Ev ve araba zekâta hangi hallerde dâhil olur?” Daireler, dükkânlar, binalar, araziler ve arabalar, ticaret için olmadıkça, birden fazla da olsalar, ihtiyaç fazlası da olsalar zekâta tabi değildirler. Çünkü gerçek değer itibariyle artıcı değildirler. Artıcı olmamaktan maksat, eriyen para karşısında değerinin yükselmesi değil; ayniyet olarak artmaması demektir. Yani bu günkü beş daire, beş sene sonra da beş dairedir. Bu günkü bir lüks araba, on sene sonra da yıpranmış bir arabadır. Yani bu mallar hayvan gibi, ürün gibi, ticaret malı gibi, gelir gibi, kazanç gibi kendi kendisini doğurgan değildirler. Daire, dükkân, bina, arazi, araba, vs. gibi mallar ile kira, taşımacılık, taksicilik, teknik servis, vs. gibi muhtelif yollarla, herhangi bir şekilde para kazanılıyor ise, yani bu mallar herhangi bir şekilde para teknesi ise, bu mallara değil; kazanılan “paraya,” elde edilen “gelire” zekât düşer. Yani artıcı özelliğe sahip gelirinin dışında, duran ve durağan mala zekât düşmez. Bu mallara tek bir durumda zekât düşer: Bizzat kendilerinin “ticareti” yapılıyor ise, yani bizâtihi ticârete konu iseler, bu durumda bu mallara ayniyet olarak zekât düşer. Meselâ dâire, dükkân, ev, binâ, arazi alım satımı yapan bir emlâkçı veya araba alım satımı yapan bir galerici, bu malların ticâretini yaptığından, tıpkı bir bakkal dükkânı işleten adam gibi, yıldan yıla elinde bulundurduğu mallarının envanterini çıkarıp dökümünü yaparak toplam ayniyet ve mülkiyet değeri üzerinden zekâtını vermekle yükümlüdür. Ancak, günümüzde genelde yaygın şekliyle olduğu gibi, mülkiyetine sahip olmayıp da, sadece komisyonculuğunu yapıyor ise, bu defa yalnızca elde ettiği gelire—aslî harcamaları dışında nisap miktarını bulması halinde-zekât düşer. Netice itibariyle, kira, iş, nakliyecilik, maaş, hamallık, vs. her türlü “gelirler” zekâta tâbidir. Kazanılan her türlü gelirlerin, aslî ihtiyaçlar için yapılan harcamalar çıktığında yıllık olarak nisap miktarını bulması hâlinde, yıl sonunda kırkta bir oranında zekâtının verilmesi farzdır. Bunu aylara bölüp, aydan aya vermek de makbule geçer. *** İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Eczanedeki ilâçların zekâtını ne şekilde hesaplayıp belirleyebilirim?” Diğer ticaret ehlinin yaptığı gibi, eczanede olan ticaret malı olarak bulundurduğunuz ilâçları sayarsınız. İlâç alımlarından borcunuz varsa düşersiniz. Geri kalanının kırkta birini/yüzde iki buçuğunu zekât olarak verirsiniz. Allah kabul etsin. *** Abdulmuhsin Bey: “Peygamber Efendimiz (asm) en faziletli amel sorulduğunda, “vaktinde kılınan namaz” buyurmuştur. Bunu açıklar mısınız? Vaktinde kılınan namaz ne demektir? Kazaya bırakılmadan kılınan namaz mı, yoksa ezan okunduktan hemen sonra kılınan namaz mı demektir?” Vaktinde kılınan namaz, vakti çıkmadan önce kılınan namazdır. Şafiî ve Malikî mezheplerine göre bir farz namazın ilk rekâtı vakti içinde kılınmışsa, bu namaz vaktinde kılınmış namazdan sayılır. Hanefi ve Hanbeli mezheplerinde bu ölçü daha da geniş tutulmuş, bir farz namazın iftitah tekbiri vakti içinde alınmışsa, bu namazın vakti içinde kılındığı kabul edilmiştir. Yani namaza başlanmış ve “Allahü ekber” denerek eller bağlandıktan sonra diğer bir vaktin ezanı okunmuşsa, bu namaz kılınır ve vaktinde kılınan namazdan sayılır. Bununla beraber namazı böyle son dakikalara kadar geciktirmek küçük günahlardandır. Namaz için en faziletli vakit, ezan okunduktan hemen sonra, cemaatle namaz kılma imkânı da bulunan zaman dilimidir. Eğer cemaatin geç toplanma durumu söz konusu ise, cemaatin toplanmasını bekleyerek cemaatle kılmak, tek başına kılmaktan daha faziletlidir. 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Afyon ve Uşak hattı |
Uzun bir aradan sonra dâvet üzerine Uşak iline gidiyordum. Bu tür yolculuklarda daha bir dikkatli olduğum ve erken çıktığım halde, yoğun trafik yüzünden terminale bir dakika geç ulaştım. Doğrudan otobüsün olduğu perona gittim, fakat otobüs yoktu. Telâşla yazıhaneye gittim. “Otobüs gitti” dediler. Kırk senelik hizmet hayatımda böyle bir şey ilk defa başıma geliyordu. Yapacak bir şey yoktu. Uşak’taki derse yetişmem sıkıntıya girmişti. Vazifeli şahsa “Şimdi ne olacak?” diye sordum. “Aynı biletle 17 otobüsüyle göndereceğiz” dedi. O sırada Nejat Eren kardeşim de gelmişti. Afyon’a gitmesi gerekiyordu. Aynı otobüsten o da bilet aldı. Bir buçuk saat beklemek zorunda kaldık. Uşak’taki dostlara bilgi verdik “Bunda da bir hayır vardır” dedik. Geç kalmanın bedeli olarak 50 nolu koltuğa oturdum. Uçak gibi konforlu bir otobüstü. Her koltuğun arkasında televizyon ekranı olup, istenilen kanal izlenebiliyordu. Biraz sonra otuz yaşlarında genç bir adam pencere tarafına oturdu. Hayırlı yolculuklar diledim. “Size de” dedi ve kulaklığı takarak televizyon kanallarında gezinmeye başladı. Tamamen dış dünyadan alâkası kesilmiş ve sanal dünyada kaybolup gitmişti. Kulaklığını ancak Uşak’ta çıkardı. Hiç sohbet etmeye fırsatımız olmadı. Konforlu hayat hizmetimizi de engellemişti. Çok hayıflandım, ama nasipten dışarı bir şey olmaz, diyerek teselli buldum. Uşak terminalinde Mesut kardeş bizi bekliyordu. Kucaklaştık ve sür'atle hizmet merkezine ulaştık. Seksen metre karelik salon oldukça kalabalıktı. Kaşbelen Köyünden gelen genç ve orta yaşlı gönül dostları da vardı. Bir buçuk saate yaklaşan sohbetten sonra yatsı namazı kılındı. Seneler önce gittiğim Uşak’ta, bir apartman girişinde tek bir dershane bulunuyordu. Bu gidişimde gördüm ki, dört katlı ve geniş daireli bir hizmet merkezi yapılmış. Halka ve gençliğe dönük ciddî çalışmaları var. Uşak ilinin geleceği parlak görünüyor. Bu gayretli ve çalışkan dâvâ adamlarına Cenâb-ı Haktan ihlâslı ve başarılı hizmetler niyaz ediyoruz. Cumartesi günü 13 otobüsü ile Afyon yollarındayız. Gelirken geç kalmamız bize iyi bir ders olmuş ki, on beş dakika öncesinden terminalde olduk. Vaktimizi de Cemil ve Hüseyin kardeşlerle sohbet ederek değerlendirdik. Hani, Temel idama mahkûm olmuş da, sehpaya götürülürken “Son bir isteğin var mı?” diye sorulmuş. O da “Bu, bana ders olsun” demiş. Evet, olaylardan iyi ders almalı ve gereği de yapılmalıdır. Afyon terminalinde Ali ve Fehmi kardeşlerle buluşup hizmet merkezine gittik. Üniversiteli genç kardeşler bizi bekliyordu. Öğle namazını müteakip onlarla bir buçuk saat sohbet ettik. Oldukça verimli geçmişti. İkindi sonrasında esnaf dostlarımızı ziyaret ederek vaktimizi değerlendirdik. Afyonlu gönül dostlarımız, dört katlı hizmet binasının son katını uzay çatı yaptırarak, yekpâre seminer salonu haline getirmişler. Yüz altmış tane sandalye vardı ve hepsi doluydu. Bir buçuk saate yakın “Risâle-i Nur Mesleğinde müsbet hareket ve cihad kavramı” adını verdiğimiz seminerimizi dostlarımızla paylaştık. Bediüzzaman Hazretleri, mesleğinde müsbet hareketi esas almış, hayatı boyunca menfî hareketlerin hiçbirisine karışmadığı gibi öyle olanları da vazgeçirmeye çalışmış. 31 Mart 1909 ayaklanmasında yatıştırıcı rol oynayan hizmetleri, 1. Cihan Savaşı öncesi Şeyh Selim hadisesi ve Cumhuriyet döneminde patlak veren Şeyh Said isyanı ve Menemen Olaylarındaki müsbet hareketi buna delildir. Dahildeki cihad ile hariçteki cihad arasındaki farkı ortaya koyan Bediüzzaman “Kuvvet kullanarak hak aramaktan Kur’ân bizi men ediyor” diyerek, dahildeki mânevî tahribâtı, mânevî ihlâs sırrı ile, irşât ve tenvir eksenli bir hizmet metoduyla tamir etmeyi asıl kabul etmiştir. Çeşitli sebeplerden dolayı Türkiye’yi “dar-ül harp” sayanlara karşı, bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan necip bir milletin miras bıraktığı bu vatan topraklarını bir İslâm diyarı olarak nitelemiş, böylece radikal ve siyasal İslâmcı olanların çıkarmak istediği fitnelerin önünü almaya Allah’ın izniyle muvaffak olmuştur. Seminerimiz bu minval üzere sona erdi. Dostlarımızla vedâlaşarak ayrıldık. Gece 24 otobüsü konforlu değil vasat bir otobüstü. Yan koltukta oturan Ali Rıza isimli genç adam, Sivas ili Su Şehri ilçesinde yedek parça ticareti yapan bir iş adamıydı. Onunla bir hayli sohbet ettik ve kaynaştık. Ona “Ölümsüzlük Ülkesine Yolculuk” kitabımızı imzalayarak hediye ettik, karşılıklı kartlarımızı verdik. Bu sohbetlerin devamı olarak da www. asyanur.info adresindeki Risâle Sitesini izlemesini tavsiye ettik. Çok memnun oldu. Tekrar görüşmek dileğiyle vedâlaştık. Saat ise, sabaha yakın üç buçuğu gösteriyordu. 03.06.2009 E-Posta: [email protected] |