Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Fatma Nur ZENGİN

Mısır gerçekleri (1)



Mısır’a taşındıktan sonra çoğu eş-dosttan buradaki hayata dair sorular aldım. Mısır’da ne yapılır, ne yenir, ne içilir, çok mu pis kokar Mısır sokakları, bütün kadınlar çarşaflı mıdır, erkekler hep elbiseyle mi gezer, her yere deveyle mi gidilir, piramitler ne kadar büyüktür gibi. Soruların bazıları inanılmaz gelse de, evet; bu tarz sorularla da karşılaştım.

Mısır, seksen milyon nüfusuyla son yıllarda özellikle Türk yatırımcıların gözdesi olan bir Kuzey Afrika ülkesidir. Hepimiz her zaman Mısır için Kuzey Afrika ülkesi deriz, ama aslında Mısır Türkiye ile aynı coğrafî kaderi paylaşmaktadır. Çünkü Mısır da aynı ülkemiz gibi iki kıt'ada birden yer alıyor: Büyük bir kısmı Afrika kıt'asında yer alan Mısır’ın bir kısmı da Asya kıt'asındadır. Yani İstanbul’da nasıl on beş dakikada köprüyü geçip, Asya kıt'asında çayınızı yudumlayabiliyorsanız, Mısır’da da aynı şekilde on beş dakika içerisinde Süveyş kanalını geçip, Asya’da mango suyu içebiliyorsunuz.

Yirmi milyonluk Kahire’yi de bazen İstanbul'umuza benzetmek mümkün oluyor. Bu, bazılarına göre acımasızlık olsa da, özellikle bizim gibi gurbette olan ve her yerde gözü ülkesini arayanlar için güzel bir destek noktası oluyor zaman zaman. Nasıl İstanbul’u Boğaz ikiye bölüyorsa, Kahire’yi de Nil ikiye bölüyor. Fakat yine de Nil, Boğaz’ın yerini tutamıyor. “Hilal ve Yıldız: İki dünya arasında Türkiye” kitabının yazarı Stephen Kinzer, bir e-mailinde, Kahire’yi İstanbul’a çok benzettiğini ve bu düşüncesini Türkiye’de görev yapan Mısırlı bir diplomatla paylaştığını belirtmişti. Mısırlı diplomatın cevabı ise manidardı: “Ama maalesef bizim Boğaz’ımız yok”. Fakat biz yine de güzel görenin güzel düşüneceği, güzel düşünenin de hayatından lezzet alacağı düsturuyla, Nil’i Boğaz varsayıp, kendimizi İstanbul’da hissetmeye çabalıyoruz.

Kahire’den bahsetmişken, Kahire dışında yaşayan Mısırlılar, Kahire’ye de Mısır diyorlar. Bunun sebebi belki Kahire’yi erişilmez bir yer olarak görmeleri olabilir, belki de Kahire’nin onlar için taşı toprağı altın bir yer olmasındandır. Kahire aslında her tarafta çöp yığınları olan ve sokakları pis kokan bir şehir değil. Her şehirde, her ülkede olabildiği gibi, Mısır’da da, Kahire’de de bakımsız ve pis yerler mevcut. Belki bunların miktarı Mısır’da biraz fazla olabilir, ama İstanbul’da da insanların sokaklarında yürüyemediği semtler var. Buraya turist olarak gelen insanlar genelde belli bir ekonomik seviyenin üzerinde oldukları için, maalesef İstanbul’un ve Türkiye’nin bu yüzünden habersiz oluyorlar. Ve Mısır’a gelince de beklenmedik, umulmadık yerlerde birden karşılarına çıkan pis bir sokak, kötü kokan bir cadde hemen “pis kokulu Kahire” imajını destekliyor.

Mısır, sadece Müslümanların yaşadığı bir ülke de değil. Hatta Türkiye genelinden farklı olmak üzere, Mısır’daki Hıristiyanlar sadece yabancılar değil, Mısırlıların ta kendileri. Sadece bu gerçek bile Mısır’da herkesin çarşaflı olup olmadığı sorusuna tek başına cevap veriyor. Ama daha detaylı bilgiye değinecek olursak, Mısır kılık-kıyafet açısından hemen hemen Türkiye gibi. Tabiî bu kılık-kıyafet yasası değil; sadece halkın giyimi. Çünkü Mısır’da herkes olduğu gibi neredeyse her yere kabul ediliyor. Başörtülü, başı açık, Haç kolyeli, çarşaflı olan (kimlikleri onaylatılmak suretiyle), modayı takip eden, etmeyen her tür insanı Mısır sokaklarında bir arada görmek mümkün. Mısırlı Hıristiyanlardan bahsetmişken, onların da “Selamünaleyküm, elhamdülillah, inşallah” gibi kelimeleri kullanması sizi sakın şaşırtmasın. Ana dilleri Arapça olduğu için, dile yerleşmiş bu kelimeleri bütün Mısırlılar aynı amaç ve mânâyla kullanıyor. Yine Mısır’da Mısırlı Hıristiyanlar olduğu için, Mısırlıların büyük bir çoğunluğu diğer Müslüman ülkeleri de aynı sanıyorlar. O yüzden gittiğiniz hemen hemen her yerde Türk olduğunuzu öğrendikten sonra “Müslüman mısın?” sorusunu duymak sizleri şaşırtmasın. Her seferinde “Elhamdulillah” diye sabırla cevap veriyorum, ama arada Müslümanlığı temsil eden giyim-kuşamıma rağmen böyle sormaları beni kızdırmıyor değil. Fakat yine de “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” diyerek, Türkiye ile ilgili gerçekleri insanlara anlatmaktan çekinmiyoruz.

Burada yaşadıkça her gün yeni şeyler öğrenmeye ve Mısırlılara ve Mısır’a dair keşifler yapmaya inşallah devam edeceğim. Bana kalırsa farklı bir ülke ve kültür içerisinde yaşamanın en büyük avantajı, kendi kültürünü ve ülkeni hiç olmadığı kadar iyi tanımana imkân vermesidir. Bu yüzden, Mısır’da bulunuşum sadece eğitim, ya da Mısır kültürünü öğrenmem açısından değil; aynı zamanda uzaktan sevdiğim güzelim ülkemi tekrar tekrar bütün güzellikleriyle öğreniyor olmam açısından da güzellikler getirmektedir. Ben de elimden geldiğince her iki ülke adına fark ettiğim, öğrendiğim ve farkına yeni vardığım bu benzerlikleri ve farklılıkları dile getirmekle yükümlü olacağım.

03.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çoğunluk özgür mü?



Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın AB’ye “Türkiye’de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dinî özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor” demesi üzerine laikçilerin başlattığı yaygara hâlâ devam ediyor.

“Efendim, 80 bin camiden beş vakit ezan sesleri yükseliyor. Namazı, orucu, haccı engelleyen mi var? Kimin ibadetine karışılıyor? Türkiye laiklik sayesinde İslâmın en güzel yaşandığı ülke!”

Baykal’la aynı gün ve aynı frekanstan konuşan Demirel de “Dindar vatandaşlarımıza 40 yıldır soruyorum: Dini serbestçe yaşamanızı engelleyen ne varsa bana gelin” beyanını tekrarlıyor.

Peki, madem “Türkiye İslâmın en özgür yaşandığı yer” diyorsunuz, şu sorulara cevap verin:

Eğer öyle ise, en başta başörtüsü yasağı neyin nesi? Yasağın bilumum öğrencilere uygulanması yetmiyormuş gibi, veliler de ucundan kıyısından yasak kapsamına alınmıyor mu? Daha geçen hafta Zonguldak Üniversitesindeki bir mezuniyet törenine katılan anneler salonu dolaşan güvenlik görevlilerince tek tek uyarılarak örtülerini “tavşan kulağı”na çevirmeleri istenmedi mi?

Aynı şekilde, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesindeki rektörlük seçimlerinde en yüksek oyu alan adaylardan biri, sırf eşi örtülü olduğu için YÖK tarafından listeden çıkarılmadı mı?

Ve Yargıtay Başsavcısı, AKP’yi kapatma dâvâsı için verdiği esas hakkındaki görüşte, başörtüsünü insan hakkı saymadığını tekrarlamadı mı?

Tesettürü dinin gereği olarak gören ve kendi hayatında yaşamak isteyen insanların maruz bırakıldığı bu baskı, tek başına, çoğunluğun din özgürlüklerinin kısıtlandığını ispatlamıyor mu?

Ve maalesef örnekler bununla da sınırlı değil.

Eğer Türkiye’de çoğunluk din özgürlüğünü en geniş anlamda yaşama imkânına sahipse, din eğitimi veren imam hatiplerin orta kısımlarına 28 Şubat’ta vurulan kilit niye hâlâ kaldırılmadı?

Çocuğunun yeterli ve tatminkâr bir din eğitimi almasını isteyen halkın ısrarlı ve yoğun taleplerine rağmen bu ihtiyaca istenen şekilde cevap vermeme inadından niçin vazgeçilmiyor?

Aynı şekilde Kur’ân öğrenmeye yine 28 Şubat’ın getirdiği yaş sınırı neden kaldırılmıyor?

Okullarda veya kamu kurumlarında mescit açılıp namaz kılınması niye suç gibi gösteriliyor?

Faiz, millî piyango, flört, ölçüsüz kadın-erkek ihtilâtı gibi—laikçi cenahın tabu olarak görüp cansiperane savunduğu—konularda dinî hükümlerin dile getirilmesi üzerine niçin kıyametler koparılıyor; Diyanet başta olmak üzere bu “suç”u işleyenlere linç kampanyaları açılıyor?

Alkol tüketimi ve müstehcenlik alabildiğine teşvik edilirken, bunlara karşı dile getirilen herhangi bir itiraz niye amansız bir karşı hücum ve yıldırma kampanyasıyla susturulmak isteniyor?

Oruç ve Ramazan huzuru, niçin her defasında ipe sapa gelmez uyduruk iddialar, asılsız suçlamalar ve yapay gündemlerle sabote ediliyor?

Zekât ve fitrelerle kurban derilerine THK adına el koymak için sürdürülen “devlet terörü” halkın onca itirazına rağmen niye bitirilmiyor?

Afet ve musibetleri Kur’ân’ın geçmiş kavimlerden bahsederken verdiği ölçüler çerçevesinde “ilâhî ikaz” olarak yorumlayanlar niye mahkemelere verilip hapislerde süründürülüyor?

Müslüman çoğunluk içinde önemli bir yer oluşturan cemaat ve tarikatlar devletin güvenlik belgelerinde ve kimi devlet kurumları adına yapılan açıklamalarda niye tehdit unsuru ve tehlike olarak gösteriliyor ve böylece cemaat-tarikat mensubu insanlar niçin itilip kakılıp incitiliyor?

Ucu bucağı, kaydı sınırı belli olmayan irtica iddialarıyla, dindar insanları sürekli bir psikolojik baskı altında tutmaktan niye vazgeçilmiyor?

Said Nursî gibi muteber din âlimlerinin eserlerini öğrencilere tavsiye etmek, dağıtmak veya önemli hakikatleri, ahlâkî öğütleri içeren özlü vecizelerini okulların internet sitelerine koymak neden çok ağır bir suç olarak telâkkî ediliyor?

Sorular ilânihaye çoğaltılabilir. Peki cevaplar?

03.06.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Dünyevîleşmenin ölçüsü nedir?



Dünyevîleşmenin ölçüsü ve görüntüsü nedir? Böyle bir ayrımın kesin hatları, belirgin ifadesi, kalıplaşmış şekli var mıdır? Kesreti elde etmek onda boğulmayı zarurî mi kılar, az şeyle de dünveyî olunmaz mı?

Aklın ve kalbin uhrevî olmayan düşünce ve isteklerle işgalidir dünyalaşma… Kalp kabının çürük şeylerle dolmuşluğu, zihin zeminin sinek istilâsıyla kapanmışlığıdır… Lâtifelerin lezzet arzusuyla uyutulmuşluğu, düşüncelerin zevk zoruyla zapt edilmişliğidir…

Fikrin haz ve şehvetle esareti, idrakin sığ hislerle boğulmuşluğudur… Sırrın sahi olana kapanması, gönlün dün ve yarından habersiz bugüne hapsolmuşluğudur…

Düşüncelerde doğar, duygularla beslenir, sonrasında hayata yansır dünyalaşma… “Ben” böbürlenmesi en belirgin ifadesidir; ben yaptım, ben başardım, ben hallettim, ben olmasaydımlı sıralanan saçma sözler…

Sadece lüks evlerde oturmak, lüks elbiseler giymek, lüks yemekler yiyip lüks arabalarla sayfiye yerlerinde seyahat etmek değildir dünyalaşma… Bunları elde edemeyenler de dünyaya sırt çevirenler değildir; elde etme niyeti ve arzusunu taşıyanlar, bir fırsatını bulursam böyle yaparım diyenler de dünyevîdir…

Kesreti kalben terk edebilmektir uhrevî olan; zihni tefekkürle zenginleştirmek, lâtifeleri bâkî olana yönlendirmek, şuuru şükürle doldurmak, vicdanı konuşturmak, hayali arındırmaktır… Gözü haramdan muhafaza etmek, kulakları kem kelimelerden korumak, nazarı çoklukta dağıtmamak, konuşurken hayırdan başka bir şey konuşmamaktır uhrevî olan… Dünyanın göz kırpmasına aldanmamaktır aklı kullanmak, kaybolup gidenin arkasından koşup gitmemektir gönülden sevmek…

Hikmeti muhabbetle karmak, iman gözlüğüyle hadiseleri ibretle seyretmek, uhuvvet ellerle mü’min kardeşine sarılmaktır uhrevî olan… Mahlûkata şefkatle muâmele etmek, Hâlıkına şükür ve hamdle ibadet etmek; dünyanın esmâya ve ahirete bakan yüzünü bulmak; hayatın hakikîsi, hakikatin hayatı…

Fitnelerden kaçmak, dünya ve ahiretin hasenesini aramak, akıl-kalp-nefis dengesini kurmak; sonsuzluk yolcularının bir gölgelikte buldukları saadet…

Dünya; geçici, değişken, kısa, bîkarar, kederlerle dolu… Fakat daimînin izini taşıyor, devamlılığa dönüyor, karardade bir denize akıyor, kemale koşuyor… Esmâ cevelangâhı, ahiretin mümbit bir mezrası… Bu yönüyle bakılırsa dünyevîlikten korunmuş, uhrevîlik kazanılmış olunur…

Bol, bereketli kazançlar duâsıyla...

03.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Gönülden dile...



“Bu nurdan ses, gerilmiş ufka, bazen bir gümüş tüldür,

Ve bazen, ah ü feryad eyleyen bir dertli bülbüldür!..

Yakar ateşli feryadiyle, dem tuttukça eflâkî,

Mezamiriyle coşmuş, Hazret”i Davud okur sanki!... ’’

Ali Ulvi Kurucu “Hafız Kani”yi Dinlerken”

Kani Karaca’yı anarken…

Özellikle Cuma namazı vakti yaklaşırken, işyerimde isem namazdan önce Kur’ân dinlemeye çalışırım. Hemen Kâni Karaca merhumun Kur’ân okuduğu sesli ve görüntülü CD’lerden birini çıkarır bilgisayarıma koyar, sesini de biraz açar ve dinlemeye başlarım. Kendine has okuyuşu ve tarzı ile Hafız Kani Karaca’nın sesinden dinlediğim o yüce kelâm, günlerdir biriken kalp pasını çözmeye birebirdir.

4 yıl önceydi. Acı haberi bir konser programı vesilesiyle, diğer müzisyen arkadaşlarımızla Almanya da iken almıştık. Mayıs ayının son günüydü sanırım. “Kani Hoca’yı da kaybettik, duydunuz mu?” dedi neyzenimiz Ahmet Gürsel. Bir anda hüzün sarmıştı arkadaşlarımızı ve bizi. “Allah rahmet etsin” dedik hep birlikte. Vefatından yaklaşık iki ay önce Mart ayı gibi, değerli mûsikîşinas, şair Memduh Cumhur Bey’le Üsküdar’daki eczahanesinde sohbet ederken Kâni Hoca’nın ağır hasta olduğundan bahsetmiş, bazı hatıralarını paylaşmıştı benimle. Bir gün ziyaretine gidelim demiştik. Nasip olmadı. Demek vefatı çok uzak değilmiş. Hafızamda ve kulağımda artık kendine has o nefis üslûbuyla okuduğu Kur’ân-ı Kerim ve naatları kalacak. Aşağıda yıllar önce Hürriyet Gazetesi’nin kendisiyle yaptığı röportajdan bir bölümü okuyacaksınız. Orada bir san'atçının dile getirmek zorunda kaldığı sıkıntıyı ve serzenişi de göreceksiniz. Kani Karaca gibi bir san'atkâra “Üç kuruş için takla atıyoruz. Aç mısın diye soran yok” dedirtmemeliydi bu millet. Maalesef toplumumuzun, devletimizin ve kurumlarımızın bu ilgisizliği sürdükçe gerçek san'atkârlardan, daha çok bu acı sözleri duyarız. Neyse bakalım Kani Hoca merhum neler demiş o röportajda:

“Klâsik müzikte iyi bir üstadın tavrını elde edeceksiniz. M. Nurettin’i beğendiyseniz onun tavrını elde edene kadar çalışacaksınız. Makam ve nazariyatı öğrenmek ayrı ayrı şarttır. Usullerde ritm kabiliyeti olacak.

Eskiden bir İstanbul tavrımız, şivemiz vardı. Bu şiveyi tatbik ederken Kur’ân’da tecvit ve talim usûlü hocadan öğrenilir. Makam tatbikatını yaparken kelimeleri ezip bükmemek makam yapmamak lâzımdır. İyi Kur’ân okuyan birçok arkadaşım var. Ama makam bilmezler. Yunus Balcı, Muharrem Aslantürk, Fatih Çollak, bunlar ehli Kur’ân’dırlar. Zamanımızın iyi hafızlarıdır. Arapların tavrı vardır ki kimse bunu taklit edemez. Ederse Kur'ân’ın halâvetini bozar. Her kimse, bu şiveyi taklit etmesi için iyi bir Arap hafızından tavır elde etmesi radyodan onların nasıl Kur’ân okuduklarını dinleyerek gırtlağına vasıl olması lâzım.

Öyle bir ortamda çıktık ki… Dede Efendi çilekeşlik yaparmış. Karısı çoluk çocuğu yakınırmış. 'Bize bir faydan yok diye. Bestekârlığa başlamış. İlk şarkısı ‘Zülfündedir benim bahtı siyahım’, padişah 2. Mahmud’un huzurunda okunmuş. Dede Efendiyi buldurtmuş ve bir kese altın vermiş. Evdekiler saymakla bitirememiş. O zamanki ortamda olsaydık elimiz soğuk sudan sıcak suya girmezdi. Üç kuruş için takla atıyoruz. Aç mısın diye soran yok…’’

Kani Karaca kimdir?

1930’da Adana'da doğar Kani Karaca. Üç ay sonra aldığı yanlış bir ilâç neticesinde gözleri görmez olur. Çiftçi olan babasının vefatı üzerine halası yanına alır. Dokuz yaşında hafız olur. Yeraltı Camii imamı Hafız Ali Efendi ile tanışıp, Kurân’ın inceliklerini öğrenir. 1950 yılında İstanbul’a gelir ve Yeni Cami'de mukabele yaparken ilk hocası Hafız Saadeddin Kaynak ‘la tanışır. Mesut Cemil, Nuri Halil Poyraz, Saadeddin Heper, Alaeddin Yavaşça, Refik Fersan, M. Nurettin Selçuk’la meşk eder. Ruşen Ferit Kam, Vecihe Daryal, Necdet Yaşar, Niyazi Sayın, Cevdet Çağla gibi büyük san'atkârlara refakat etmiştir. 29 Mayıs 2004 yılında vefat etmiştir.

Kani Karaca’dan bir anı

“1965 ‘te Hicaz’a gitmeden evvel İstanbul’da İslâm ülkelerinden delegeler ve Mekke’nin ileri gelenleriyle dinî sohbet yaptık. Arap tavrıyla Kur’ân okudum. Mekkeli ve buranın Vehbi Koç’u gibi olan Hac Bakanı da vardı. Dedi ki, “Türkiye’ye gelip böyle bir hafızla karşılaşacağım aklıma gelmezdi. “Beni hacca davet etti. Âlem-i Rabıtatü’l-İslâm isimli bir toplantı, Kral Faysal‘ın sarayında yapıldı. O toplantının açılışında Kur’ân-ı Kerim’i bana okuttular. Arap tavrıyla okudum. Çok beğendiler. Hâlâ Cidde Radyosu’nda okuduğum Kur’ân yayınlanıyor. “

03.06.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Ahmet DURSUN

HAZİN BİR MAĞLÛBİYET ÖYKÜSÜ



Bir yazısında; genç kızların saçlarını rejim meselesi haline getiren, her yerinden çeteler fışkıran, “demokrasi” bilincinden yoksun kuşaklar yetiştiren bir ülke haline geldiğimizi belirten Ahmet Altan, bu durumun bizi ‘bir ülke’ görüntüsünden uzaklaştırdığı tesbitini yaptıktan sonra şu soruyu sormuştu: “Türkiye Cumhuriyeti varlığını sürdürebilecek mi?”

“Türkiye Cumhuriyeti varlığını sürdürebilecek mi?” sorusu tersinden “Türk inkılâbı neden başarılı olamadı?” şeklinde de okunabilir. Bu sorunun cevabını “Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek” diyerek Cumhuriyet’in kurucu iradesini uyaran, bu büyük inkılâba uygun bir cereyan isteyen, İslâm düşüncesinin Türk toplumundaki derin köklerine işaret eden Bediüzzaman’ı doğrular tarzda, bu günlerde Şerif Mardin vermektedir. Kemalist ideolojinin “iyi, doğru ve güzel”e dair bir şeyler üretemediğini belirten Mardin “İslâmî düşünce tarzı”nın bu boşluğu doldurduğunu, Cumhuriyet projesinin inşasında, cumhuriyet aydınını temsil eden öğretmen ile onun rakibi olan imamın rekabetinde öğretmenin kaybettiğini ifade ediyor. Ne acı! Cehaletin en büyük düşmanımız olarak kabul edildiği bir anda, toplumu dönüştürecek, eğitecek, yükseltecek iki unsurun karşı karşıya getirilmiş olması gerçekten pek hazin bir öyküdür.

İyiye, doğruya ve güzele ait ne varsa yıkıp yok etmek, yerine modernleşme-çağdaşlaşma kimliğiyle din dışı değerleri koymaya çalışmak Türk inkılâbının temel çıkmazlarından biri olmuştur. Bu bağlamda, “Öğretmenin imam karşısında mağlûp olması” Kemalist ideolojinin geldiği noktayı ve mağlûbiyetini ifade eden trajik bir değerlendirmedir. Bu trajedinin temel çatışması aydın-köylü, mektep-medrese, laik-antilaik tarafları arasında ve manevî değerler üzerinde yüz elli yıldan beri devam etmektedir. Bu mücadelede ‘öğretmen’ ve ‘imam’ birer semboldür. Öğretmen ilericiliğin, çağdaşlığın; imam ise gericiliğin, yobazlığın sembolü olarak lanse edilmiştir sürekli.

Meselâ; Cumhuriyet dönemi romanlarının temel konularından biridir “aydın-köylü çatışması.” Cumhuriyet aydınının görevi kendisiyle arasında derin farklılıklar bulunan Anadolu köylüsünü adam etmek, bilinçlendirmek, hizaya getirmektir. Yakup Kadri’nin ‘Yaban’ın da olduğu gibi ülkesi uğrunda sağ kolunu kaybettikten sonra bir Anadolu köyüne yerleşen Ahmet Celal, bu mücadeleci-vatansever aydın tiplerinden biridir. ‘Yaban’da, bu aydının ağzından Anadolu insanının kunduza, kediye, sansara, çakala, tarla faresine, sakat keçiye, tavuğa, gorile, salyangoza… benzetildiğini görürüz. Cumhuriyet romanlarında bu özelliklere sahip cahil köylülerle birlikte millî mücadeleye inanmayan, düşmanla işbirliği yapan hain, aç gözlü, yobaz din adamlarına, ham softalara rastlarız. Reşat Nuri’nin ‘Yeşil Gece’sinde Şahin Öğretmen, Halide Edip’in ‘Vurun Kahpeye’sinde de Aliye Öğretmen Ahmet Celal’in yerini alır. Bunlar, gelecek nesiller için hayatları pahasına, gericilerle ‘aydınlık’ mücadelesine girişmiş aydınlardır ve bu mücadelede Eyüp Hoca ve Fettah Hoca gibi gericiler hep karşılarında olmuş, cahil halk da bu gericileri desteklemiştir! ‘Yaban’da olduğu gibi Anadolu köylüsünü bu kadar kötü gösterme çabasının altında tek bir sebep yatar; o da Anadolu insanının kendi değerleriyle uyuşmayan inkılâpları bir türlü benimseyemeyişidir, kendisine rağmen yapılan ve kendisine dayatılan inkılâpları hazmedemeyişidir. Cumhuriyet elitinin çağdaşlaşma diyerek takdim ettiği projesinde dinî değerlere bağlı bir Anadolu tiplemesine yer yoktur. Köylü-aydın, mektep-medrese arasındaki bu çatışma cumhuriyetin temel paradoksu olarak günümüze kadar gelmiştir. Bu paradoksu aşmadan bugün yaşadığımız süreci de anlayabilmemiz ve çözebilmemiz zordur.

Netice olarak, Cumhuriyet projesinin başarısızlığından söz etmek tarihî, siyasî bir süreci içine alan bir çok soruyu da beraberinde getirecektir. “İyi, doğru ve güzel” hususunda medeniyetler kurarak kendini ispatlamış bir İslâmî yapıya ve geleneğe alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan Kemalist ideolojinin temel değerleri, bugün niçin tartışılmaya devam etmektedir? İkincisi: -Önder Sav’ın tavrında da görüldüğü gibi- kendilerini hâlâ milletin efendileri olarak görenler, bu memleketin hayrı için milletin değerleriyle çatışmaktan, kendi milletiyle didişen, kavga eden, kendi milletini küçümseyen, hor gören, aşağılayan bir görüntü sergilemekten ne zaman vazgeçecektir? soruları temel sorulardan sadece ikisidir.

03.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bol bol futbol!



Kimi, sporcunun zeki ve çevik olanını, kimi de çok koşturanını sever. “Zevkler ve renkler tartışılmaz” denilse de; konuşmadan, tartışmadan hakikatlerin ortaya çıkması kolay değildir.

Türkiye’de çok yaygın olan bir kanaate göre spor, ‘dostluk, barış ve kardeşlik’tir. Böyle kabul edildiği için de bilhassa gençlerin spor ile ilgilenmesi her zaman teşvik edilir. Tabiî burada sözkonusu olan spor, genellikle futboldur. Dağda, bayırda, çayırda velhasıl her yerde oynanabildiği için de tabana yayılan bir ‘futbol sevgisi’nden bahsetmek mümkündür. Hafta başında başlayan maçların yorumları, hafta sonuna kadar devam eder ve ‘hayalî gerçekler’ sebebiyle insanlar zaman zaman birbirlerine karşı kırıcı da olabilirler. Ama bütün bunlar sözkonusu futbol olduğunda ‘normal’ karşılanır.

Elbette her konuda ‘dikkatli ve ihtiyatlı’ olmak gerektiği gibi bu konuda da dikkatli olmak gerekiyor. Başka kötü alışkanlıklara nisbetle ‘zararsız’ olan bu alışkanlığın ilerleyen yıllarda insanı tamamen teslim alabileceğini unutmamak gerekiyor. Futbol sevgisinin, “Türkiye’yi idare edenlerce” de her fırsatta enjekte edilmesi acaba sadece bir tesadüf olarak görülebilir mi?

Yeri geldiğinde, insanları uyuşturmak için ‘vasıta’ olarak kullanılan futbol sevgisinin teşvik edilmemesi gerekir. Medyanın da teşvikiyle, daha anne babasının adını söyleyemeyen çocukların, ‘meşhur’ futbolcuların isimlerini sıralaması ‘normal’ kabul edilebilir mi?

Tabiî ki “sağ-sol-orta yol” bütün kesimlerin ‘sıcak’ baktığı bu sevgiyi ‘sorgulamak’ da çoğu kişinin aklına gelmiyor. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, haftalık Alman dergisi “Der Spiegel”e verdiği bir röportajda bunu sorgulamış ve futbolun Türkiye’de milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve otoriter düşünce üreten bir makine haline geldiğini hatırlatmış.

Türkiye’nin Dünya Kupası ön elemeleri için Kasım 2005’te İsviçre’ye karşı oynadığı olaylı maçta iki takımın oyuncuları ve yetkililerin maç sonundaki tartışmalarını hatırlatan Pamuk, Türk futbolcuların, futbolseverlerin ve basının tutumunu doğru bulmadığını da söylemiş. (Sabah, 2 Haziran 2008)

Muhtemelen bu yorum sonrası ‘futbol camiası’ Orhan Pamuk’a tepki gösterecektir. Ama futbolun ‘milliyetçilik’ ürettiği inkâr edilebilir mi? “En büyü takım, bizim takım” anlayışı ile ‘dostluk’ kurulabilir mi?

Dikkat edilmesini arzu ettiğimiz nokta şudur: ‘Spor dostluktur’ sloganına aldanarak futbol taraftarlığını teşvik etmeyelim. İnsanların ve gençlerin ilgilenmesi gereken çok daha önemli konular olduğunu bilelim. İmkân ölçüsünde bu ‘muhabbeti’ mekânlarımızdan uzak tutmaya çalışalım.

Elbette bu ‘afet’den tamamen uzak kalmak mümkün değil. Hele hele, ‘hacısından hocasına’ herkesin muhabbetle baktığı, zaman zaman da taraftarı olduğu spor kulübünün kazanması için ‘sabahlara kadar’ duâ edenlerin olduğu bir toplumda bunu yapmak kolay değil. Ama hiç değilse ‘gerçekler’i görelim ve spor muhabbeti altında ‘milliyetçilik ve ırkçılığın’ boy salmaya çalıştığını fark edelim.

“Bol bol futbol” diyerek milletimizin uyutulmaya çalışıldığını da unutmayalım.

03.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kendimizi ve ailemizi ateşten korumanın yolu



Kimse göz göre göre ne kendisini, ne de aile fertlerini ateşe atar, atmak ister. Rabbimiz: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun. O ateşin yakıtı, insanlar ve taşlardır”1 buyurur ki ateşe girmekten sakınalım. Ancak, âyetten öğrendiğimize göre, bir kısım kimseler, kendilerini de, ailelerini de ateşten korumamaktadırlar.

Ne zaman kendimizi ve aile fertlerimizi ateşe atmış oluruz? Hz. Ali, âyette geçen “koruyun” emrini, “Sizler iyi şeyler öğrenin ve ailelerinize de iyi şeyler öğretin” şeklinde yorumluyor.

Demek bir insan, dünya ve ahirette işe yarayacak şeyleri öğreniyor ve aile fertlerine öğretiyorsa, ateşten korunmuş olur.

Yirmi gün Peygamberimizle (asm) kalıp dinlerini, dünya ve ahiretle ilgili faydalı bilgileri öğrenen gençler evlerine dönerlerken; Efendimizin (asm), öğrendiklerini, ailelerine de öğretmelerini istemesi dikkat çekicidir. Güzellikler, faydalı şeyler paylaşılacaktır. Bilindiği gibi iyilikler, ateşe karşı birer perdedir.

Resûlullah’ın (asm) uygulaması buydu. Gerekli iş, san'at ve mesleğimiz yoksa, kendimizi ve çoluk çocuğumuzu geleceğe hazırlamamışsak, kendimizi de, onları da dünya ateşinde yakmış oluruz. Cehennem ateşinden koruyacak olan iman, ibadet ve güzel ahlâkla donanmamış, çocuklarımıza da bunları kazandırmamışsak, kendimizi de, onları da orada yakmış oluruz. Ne kendimizi, ne de çocuklarımızı tehlikeye atmaya hakkımız var.

Nasıl canımızdan daha çok sevdiğimiz çocuklarımızı ateşe atabiliriz? Lem’alar’da dikkat çekildiği gibi bir şefkatli anne, çocuğunun dünya hayatının tehlikeye düşmemesi için her türlü fedâkârlığa katlanır, eğitimi için hiçbir şeyi eksik bırakmaz, “Oğlum paşa olsun” der, bütün malını mülkünü verir, hafızlıktan alıp Avrupa’ya gönderir. Fakat ebedî hayatı tehlikeye düşecekmiş, umurunda bile olmaz. Dünya hapsinden kurtarmaya çalışır, fakat inanç ve ahlâk zaafı sebebiyle Cehennem hapsine düşebileceğini nazara almaz. Fıtrî şefkate ters düşer tarzda o masum çocuğu ahirette şefaatçi olabilecekken, dâvâcı eder. Oysa o çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şikâyetçi olacak. Dünyada da İslâmî terbiyeyi tam almadığı için validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Annenin karşılıksız fedâkârlık taşıyan validelik şefkati de kötüye kullanılmış olur.

Evet, o anne, masum çocuğunun yüzünü, elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini düşünmeyerek, muvakkat fani şişeler hükmünde olan dünyaya çevirmekle o harika şefkatini sûistimal etmiş olur.2

Böyle olunca da, ebeveyn de, çocuklar da ateşe atılmış olurlar. Oysa Kur’ân ne buyuruyordu: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun.”

Dipnotlar:

1- Tahrim Sûresi: 6.

2- Lem’alar, s. 280.

03.06.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yeryüzüne indirilen nimet yumakları - 2



Salih Sütçüoğlu: “Lem’alarda tefsir edilen Zümer Sûresinin 6. âyetinde mübarek ehli hayvanlar ‘sekiz çift’ olarak geçiyor. Bu âyeti izah edip, sekiz çift hayvanın hangileri olduğunu açıklar mısınız?”

Dünden devam:

Bediüzzaman’a göre, yağmura “rahmet” dendiği gibi, koyun, keçi, sığır ve deveden ibaret olan eti yenen evcil hayvanlara “en’âm” denilmesi, bu hayvanların her yönüyle nimet olmasındandır. Yani nasıl ki rahmet cisimleşmiş yağmur olmuş; nimet de cisimleşmiş keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almışlar. Gerçi bu hayvanların maddeleri ve cismânî vücutları dünyada yaratılıyor. Fakat nimet sıfatı ve rahmet mânâsı bu hayvanlarda, maddî vücutlarının tamamen üstüne çıktığından; “enzele” (İndirdi) tâbiriyle anlaşılıyor ki, Hâlık-ı Rahîm bu mübarek hayvanları doğrudan doğruya rahmet hazinesinin birer hediyesi olarak, yüksek rahmet mertebesinden ve mânevî ve ulvî Cennetinden yeryüzüne indirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri bunu şöyle örneklendirir: Nasıl ki bazen çok kıymetsiz bir maddeye çok kıymetli bir san'at nakşedilebilir. Bu durumda o şeyin maddesi nazara alınmaz ve ona san'at noktasında kıymet verilir. Bazen de bunun tersi olabilir. Aynen bunun gibi bazen cismanî bir maddede o kadar nimet ve rahmet mânâsı bulunur ki, yüz defa maddesinden ziyade ehemmiyetli oluyor. Âdeta cismânî maddesi gizlenir; hüküm nimet cihetine bakar.1 Diğer yandan; sivrisinekten yılana, akrepten kurta ve aslana kadar insanlara zarar veren ve korku salan bir yığın hayvana karşı; koca manda, koca öküz ve koca deve gibi mahlûkat insana son derece itaatkâr, insana boyun eğmiş, insanın emrinden çıkmıyor. Hatta zayıf çocuğa kocaman bir devenin yuları verilirse, koca devenin küçük çocuğa itaat ettiği görülüyor.

İşte Kur’ân, “Allah sizin için sekiz eş en’âm (nimet hayvanları) indirdi” âyetiyle mânen bildiriyor ki: Bu mübarek hayvanlar dünya hayvanları değil ki vahşet versin, korku salsın, zararı dokunsun! Bu hayvanlar bir manevî Cennetin hayvanlarıdırlar. Onun için her yönüyle faydalı ve zararsızdırlar. Çünkü bunların nimet ciheti yukarıdan, yani rahmet hazinesinden indiriliyor. Nitekim bu hayvanların yaşamaları rızık ile mümkündür. Rızıkları ottur. Otların rızıkları yağmurdur. Yağmur ki hayat kaynağıdır, rahmettir ve rahmet cihetiyle elbette semadan gönderilmektedir. Kur’ân’ın “Rızkınız semadadır”2 âyeti de buna işaret ediyor.3

Öyle ise denilebilir ki, zaten Cennetten indirilen bu hayvanlar Allah için kurban edilmekle aslında ölmüş olmamakta, yok olmamakta, hayattan gitmemekte; bilâkis, bir nev'î şehâdet rütbesi kazanarak Cennetteki derecelerini arttırmaktadırlar.

Demek Kur’ân, “Biz, her ümmete, en’âm hayvanlarından kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye, kurban kesmeyi gerekli kıldık….”4 âyetiyle ve “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes”5 âyetiyle meşrû ve vacip kıldığı kurban kesme işini, “en’âm” diyerek birer nimet yumağı olduklarına işaret ettiği ve yukarıya aldığımız âyette de açıkça isimlendirdiği koyun, keçi, sığır, manda ve deve ile sınırlandırmış bulunmaktadır. Başka hayvanların kurban edilmemesi de bundandır.

DUÂ

Ey Rahman-ı Rahîm! Ey erhamürrâhimîn! Ey merhametlilerin en merhametlisi! Ey acıyan, bağışlayan, esirgeyen, nimet veren, merhamet eden, şefkat eden, sonsuz rahmet sahibi Allah’ım! Dünyada bizi rahmetinde yüzdürdüğün gibi, bizi rahmetinin, re’fetinin, hilminin, kereminin, lütfunun ve şefkatinin kadrini bilenlerden eyle! Bizi şükür kılanlardan eyle! Bizi hamd edenlerden eyle! Bizi nankör eyleme! Rahmetine ve şefkatine karşı bizi vurdumduymaz kılma, bizi teşekkürsüz kılma! Âhirette de bizi rahmetine gark et! Bize darlık ve zorluk gösterme! Bizi rızana al! Bizi cennetine al! Bizi azabından koru! Âmin!

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 368

2- Zâriyât Sûresi: 22

3- Lem’alar, s. 368, 369

4- Hac Sûresi: 34

5- Kevser Sûresi: 2

03.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bunlar “sorun değil!” mi?



Dışişleri Bakanı Ali Babacan, “Müslüman çoğunluğun da sorunları var!” deyince, bazı çevreler cehalet, echeliyet ve cebr-i keyfî-i küfrîlerini ortaya koyarak ona yüklendi. Müslüman çoğunluğun sorunları yokmuş!

Tekke ve zâviyeler 30 Kasım 1925’te kapatıldı; kapatılış o kapatılış! Peki, bu sorun değil mi? Tarih 3 Kasım 1928. Harf inkılâbı senesi. 1353 sayılı kanuna göre, 1000 yıldan beri yoğrulduğumuz kültürün harfleri yasaklanır. Hedef: İslâm kültürünü imhâ etmek; kökünü kazımak! Ve 14 asırlık İslâm kültürünün, kütüphanelere hapsedilmesine karar verilir. Pekâla, İslâm harfleri muhafaza edilirken de, Lâtin harflerine yumuşak bir geçiş yapılabilirdi. Müslüman gençler, ecdadlarının yazdığı eserleri, dedelerinin mezar taşlarını okuyamıyor! Bu, sorun değil mi? 1057 Sayılı “Kitâbelerin Kaldırılması Kanunu” 1927’de çıkarılır. Bu; kitâbelerin, tuğraların yağmalama emridir. Kitâbeler yasak, yağmalamak serbest! 1927 yılından başlanarak 1930’lara kadar, orta dereceli okullardan din dersleri tedricen kaldırılır. Yıl 1928: 1924 Anayasasının 2. Maddesi olan, “Bu devletin dini, din-i İslâmdır” ibâresi kaldırılır. Müslüman olmak yasaktır. 1932 yılı kara, kap kara bir yıldır. Dinin şehâdeti minârelerden susturulur. Birçok cami kapatılır. Sene 1934: 2590 Sayılı Kanunla, “hacı, paşa, efendi, beyefendi, hâfız, molla” gibi lâkap ve ünvanların kullanılması yasaklanır. Yıl 1937: Anayasa, 9 yıl sonra “Türkiye Cumhuriyeti laiktir” ibâresine kavuşur. TBMM’de, İslâm dinini değiştirip Hıristiyanlığı kabul etmenin yanında, imân esaslarının nasıl çürütülmesi gerektiği tartışmaları yapılır. İthal ve resmî ideolojinin jakoben terörü olanca hıncıyla saldırmaktadır. Korku dil, beyin, kafa, gönül, zihin, dağ ve taşlara sindirilmiştir.

İlke ve inkılâplar adına ortaya konan demokrasisiz cumhuriyet, “insan haklarından” mahrumdur. Militarizm, demokrasi diye yutturulmaya çalışılır. Hülâsa halka, “altın tasta zehir” içirilmektedir. Meşhur 163. madde, 70 yıl boyunca, mütedeyyin insanların tepesinde Demokles’in kılıcı gibi asılı durmadı mı? Ve şimdi onun yerine ikame edilen 301 ve 125. maddeler sorun değil mi?

Bugün, bütün aydınger kafaların, şu soruyu cevaplandırmaları vicdânî borçlarıdır: “M. Kemal, milletle birlik olarak, emperyalist güçlere karşı savaştı. Din, imân, vatan diyerek hep birlikte zafere ulaşıldı. Ve sonunda, Batı emperyalizmi ne yapmak istediyse, aynısı Türkiye’de neden uygulandı? Eğer Batı müstemlekesi devam etseydi, acaba onlar daha ne gibi inkılâplar yapar, ne gibi ilkeler yerleştirmeye çalışırlardı?”

Bu sorunun cevabını bilmiyoruz; bu sorun değil mi?

Medya, fitne kazanının başına çökmüş, habire resmî makamlara “jurnal” pişirip gönderiyor. Tarikat ve cemaatler illegal sayılıyor. Mütedeyyin ilim ve fikir adamları tutuklanıyor, hapis ve mahkemelere sevk ediliyordu. “Tetik çekenler” serbest, “tesbih çekenler” mahkûmdu.

İnançlarının gereği başörtüsü örtenler üniversiteye alınmıyor; bunlar sorun değil mi? İmam-Hatipliler yüksek puan tutturduğu halde, İlahiyat fakülteleri dışında üniversiteye alınmıyor; bu sorun değil mi? Küçük çocuklar ilköğretimi bitirmeden Kur’ân kursuna gidemiyor; bu sorun değil mi? Bazı memurlar veya bir kısım şirketlerde çalışanlar vakit namazlarını kılamıyor veya Cuma namazına da gidemiyor! Bu sorun değil mi? Ve Müslümanların dinî değerleriyle alay ediliyor, dindarlara hakaret ediliyor ve onlar hakkında gerekli soruşturma yapılamıyor; bu sorun değil mi? Peki, bu çoğunluğun oyunu alan iktidar; Meclis’ten 411 milletvekilinin oyu ile geçirdiği başörtüsü serbestisini uygulayamıyor; bu sorun değil mi? Bu çoğunluğun seçtiği parti kapatılma ile karşı karşıya; bu sorun değil mi? Bu çoğunluğun seçtiği iktidar; çoğunluğun problemlerini halledemiyor; bu sorun değil mi?

03.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Keneler ve keklikler



Havalar ısındıkça, kene istilâsı da yaygınlaşıyor. Artan ölüm vak'aları karşısında yaşanan korku dalgası, dehşet saçan bir kâbusa dönüşerek ülkenin bir ucundan diğerine yayılarak gidiyor. Medet yâ İlâhî!..

Bu öylesine ürkütücü bir belâ ki, âdeta eski kavimlerin başına gelen bit belâsını, yahut çekirge âfatını andırıyor.

Hükümet yetkilileri ile sağlık görevlileri durmadan halka uyarıda bulunuyor. Bir taraftan da kene ısırmasının tesbit edildiği yerlerde yoğun şekilde ilâçlama yapılıyor.

Ancak, yine de ölümcül vak'aların önüne geçilemiyor. Hemen her gün, bir veya birkaç ölüm haberiyle sarsılıyoruz.

Dehşet uyandıran bu musibete karşı harekete geçen kuruluşlardan biri de Çevre ve Orman Bakanlığıdır.

Bakanlık, kene istilâsına karşı en etkili bir çare olarak, keklik ve sülün gibi hayvanların sürüler halinde üretimi ile bunların korunmalarının şart olduğunu hatırlatıyor. Bu maksatla, şimdilik kaydıyla Yozgat ve Kahramanmaraş'ta keklik ve sülün üretme çiftlikleri kurulmuş. Bundan güzel neticeler alındığı için, benzer çiftlikler yurdun başka merkezlerinde de kurulacakmış.

Cidden, hem çok etkili bir yöntem, hem de son derece düşündürücü bir çaredir bu.

Zira, bu tür hayvanlar, daha ziyade kene gibi böceklerle besleniyor.

Ayrıca, özellikle kene yiyen daha başka kuş türleri de var. Bunların da araştırılarak tesbit edilmesi gerekiyor.

Küçükken, çobanlık yaptığımız zamanlardan hatırlıyorum. Uzak yerlerden gelerek büyük baş hayvanların sırtına konan çeşit çeşit kuşlar görürdük. Bu kuşlar, hayvanın üzerinde serbestçe dolaşırlar, kulak kenarlarından ta kuyruk sokumuna kadar gidip gelerek, o hayvanın vücuduna yapışmış olan keneleri ayıklayıp yerlerdi.

Muhtemelen, sonradan kene ile beslenen o kuşların, kekliklerin ve sülünlerin nesli azaldı ki, başımıza bu kene belâsı çıktı.

Usûlünce avlananları tenzih ederiz, ancak öyle zalim avcılar vardır ki, ne kànun dinler, ne de nizam tanır. Bunlar, kaçak avlanmaktan zevk aldıkları gibi, yavrulama zamanlarına da hiç bakmaksızın rastgele bir şekilde uçan hayvanları vurup öldürürler.

Netice itibariyle, İlâhî kànuna tabi ekolojik dengenin, bazı dengesizler tarafından bozulduğu anlaşılıyor. Dileriz, bu aymazlık yeni nesillerde devam etmez. Temiz ve sağlıklı bir dünyada yaşamak herkesin en tabiî hakkıdır.

Tarihin yorumu : 3 Haziran 1889

İttihad-ı Osmanî'den komitacılığa

Türkiye'nin on yıllık (1908–1918) tarihinde çok tesirli bir rol oynayan İttihat ve Terakki Cemiyeti gizli bir şekilde kuruldu.

Başlangıçta "İttihad–ı Osmanî" ismiyle (3 Haziran 1889) teşkil olunan İttihat ve Terakki, zaman içinde isim ve mahiyet değiştirerek, nihayet vatan ve milletin mukadderatına hükmedecek bir seviyeye kadar geldi. Sonra da ismen tarihe karıştı; ancak, fikir ve siyaset sahasında bırakmış olduğu tortular başkalaşarak da olsa günümüze kadar devam edegeldi. Halk Partisinin (CHP) kurucuları ile etkili aktörlerinin tamamına yakını eski İttihatçıdır.

* * *

Kurucuları arasında Askerî Tıbbîye kökenli İbrahim Temo, İshak Sukûtî, Abdullah Cevdet ve Şerafettin Mağdumî gibi şahısların bulunduğu bu cemiyetin sonraki meşhûr yöneticileri ise, Talât, Cemal, Enver Paşalar ile Ahmet Rıza, Dr. Nâzım ve Ziya Gökalp gibi asker ve sivil kişiler olmuştur.

Bu arada, cemiyetin siyasî gücünü en çok kullanan kişinin Talat Bey olduğunu özellikle hatırlatmak gerek. Zira, Sultan II. Abdulhamid'i Meclis kararıyla tahttan indirtenlerin de, Tehcir Kànunu çıkarttıranların da başında yine bu şahıs geliyor. Ayrıca, Talat Paşanın hem mason, hem de dönme olduğuna dair iddialar var.

* * *

1908 seçimlerinden sonra Meclis'i dolduran İttihatçılar, başlangıçta muhtelif grupların bir çeşit koalisyon kuvveti gibiydi.

Çok kısa aralıklar dışında hükümetlerin teşkilini de adeta ipotekleri altında tutan İttihatçıların içinde, Alman, İngiliz, Fransız taraftarları ile Amerikan mandacıları ve Selânikli (Sabetay Sevi) sempatizanları da vardı. Hükümet üyeleri, bu cemiyetin emrinde gibiydi. Komitacılar, her istediğini hükümete yaptırmak istiyordu. Aksi halde, cinayet işlemekten çekinmiyordu. Nitekim, kendilerinin sadrâzamlık makamına getirtmiş oldukları Mahmut Şevket Paşayı bile faili meçhûl bir cinayete kurban ettiler. Daha sonra yapılan seçimleri de "sopalı seçim"lere çeviren İttihatçılar, kendilerini övmeyen fikir adamları ile kendilerine muhalif gördükleri siyasîleri çeşitli zamanlarda bertaraf etme yoluna saptılar.

Böylelikle, 1918'e kadar devam eden tek parti istibdadı altında, hem milleti inlettiler, hem de ülkeyi savaştan savaşa sürükleyip tükettiler. Bu arada kendileri de tükenir gibi oldu, ne var ki, bir başka isim altında varlıklarını sürdürmeye ve ülkenin mukadderatına hükmetmeye devam ettiler. 1950 seçimlerinden sonra kuvvet kaybettiler, bu sebeple kanlı bir darbe yaptılar.

Esasında, sonraki darbe ve muhtıraların arkasında da yine aynı cereyanın kalıntıları vardı. Son yıllarda büyük güç kaybına uğradıkları için, kanlı darbeler yapmak yerine başka yolları deneme, başka kanalları zorlama eğilimine girdiler.

03.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Danimarka içimizde



Önder Sav ve arkadaşları telekulak meselesinde bir bardak suda fırtına kopardılar. Sözkonusu haberle birlikte manevra yapıp üste çıkmaya yeltendiler. Haberi karşı hamle için bir manivela aracı yaptılar. Haber de kısmen bu gerekçeyi onlara sunmuş oldu. Dolayısıyla, CHP köşeye sıkışmışken karşı atak ve hamle yapma imkânı buldu. Bu karşı hamle onu kurtarır mı, kurtarmaz mı? O da bahs-i diğer.

Bu arada asıl önemli konu; haberin mahiyeti unutuldu. Kimse haberin mahiyetinden bahsetme gereği duymuyor. Varsa yoksa usûl meselesi. Esasata gelen yok. Ama burada sorulması gereken ikinci soru haberin esası yani temeli var mı yoksa sadece CHP’ye usûl atağı yapmasına izin veren bir köpük müydü? Sözkonusu haber mahalle baskısı gibi bir füzyon ortaya çıkardı. CHP bu füzyonu bir yakar top haline getirmeyi denedi. Sahi neydi haberin mahiyeti? Gerçekten de haberde bir haber değeri bulunuyor muydu? Hiç... O mesele de bir haber şehveti yansımasından başka bir şey değildi. Gerçekten de haberin içeriği incir çekirdeği doldurmayan bir şeydi. Bir başka ifade ile kaş yapayım derken göz çıkartmak. Ya da kendi kalesine gol atma denemesi. Bu içerikle doğrusu bunu birileri sızdırdı ise ya onlar kuş beyinli ya da CHP hesabına çalışıyor olmalılar. Birileri bunu mahallelinin hayrına yaptıysa şüphesiz o hayrı bilmeyen birisidir ve bu bir vakay-ı hayriye değil şerriyedir. Son sıralarda bu tür işgüzarlıkların ardı arkası kesilmiyor. Kimileri haber şehvetine, kimileri merak-ı muzır veya sızdırma şehvetine mağlup oluyor. Peşinden sürükleniyor. Haberin mahiyetine gelecek olursak; merkeze alınan Bolu valisi ile Önder Sav arasında geçen konuşmanın içeriği CHP’lilerin kamuoyu önünde yaptıkları konuşmalarındaki uslûp ortalamasının gerisinde. Vali Efendi kendisi mülki amir olmasından dolayı Nakşi şeyhlerinden Ocak ayında dar-ı bekaya irtihal eden Muhyiddin Efendi’nin oğlu Ahmet Efendi’nin cenazesine katılmamış ama İçişleri Bakanı vesair yetkililer katılmış. Bunu konuşuyorlar. Bir de başbakanın kayıp günlerinde Abant-Mudurnu eksenindeki ziyaretinde kendisini atlamış veya bypass etmiş. Eşlik etmesine imkân vermemiş.

***

Netice itibarıyla, bu deşifrenin haber değeri olduğunu varsaysak bile küçük sütunlarda geçiştirilebilecek bir haber. Türkiye’nin gündemini işgal etmeyi kesinlikle haketmiyor. Dolayısıyla mesele esastan ziyade usûl yani dinleme üzerine odaklanmış ve kaymış vaziyette. Aksi olsaydı, haberin mahiyeti hâlâ tartışılıyor olacaktı. Dolayısıyla haber değerlendirme meselesinde kesinlikle teknik veya seviye sorunumuz var. CHP bu haberle birlikte atak ve hamle yaparak asıl skandalın üzerini örtmek istedi. Bu haberin elde edilme yönteminden güç devşirmek istedi. Böylece asıl mesele de güme gitmiş ve ötelenmiş oldu. Halbuki haberden önce Sav ortalıkta gözükmüyordu. Sav’ın sözkonusu konuşmalarıyla birlikte CHP zihniyeti bir kez daha su yüzüne vurmuştu. Zira, bir müddet önce Mümtaz Sosyal, Mustafa Akyol’un huzurunda başörtülüler için ‘karafatmalar’ tabirini kullanma bedbahtlığında bulunmuştu. Turhan Selçuk ise (elbette CHP’li olduğundan değil onunla daha geniş havzada aynı eğilimde buluştuğundan dolayı) başörtülüleri domuz suretinde çizmişti. Bütün bunlar Danimarka’yı dışımızda değil içimizde aramamız gerektiğini telkin ediyor. Onur Öymen’e göre, devlet adamlığı durumundan Önder Sav’ın dokunulmazlığı ve ilişilmezliği varmış. Ona la yüs’ellik zırhı giydiriyor. Peki dinî ve kutsal şahsiyetler daha büyük dokunulmazlığı ve saygınlığı hak etmiyorlar mı? Bu durumda, had öğretenlerin evveliyetle hadlerini bilmeleri gerekmez mi? Bu durumda CHP kesinlikle çözümün bir parçası değil aksine sorunun ve düğümün bir parçası belki de büyük parçasıdır. CHP’nin ıslah olma kabiliyeti var mı? Hiç zannetmiyoruz. Zaten yeminli muhalifleri olmasa klikler olarak birbirlerini yiyorlar. Bununla birlikte, bizim camiamızın da durduk yerde yanlış mukabele etmesi veya tahriklerde bulunması ve onlara hamle gücü kazandırması gerekmez. Onları asıl yaşatan kendi doğruları değil bizim yanlışlarımız olur.

***

Karşılıklı sorumluluk bilincine varmamız gerekir. Aksi hâlde, nahoş hâller kaçınılmaz. Türkiye ile yakından uzaktan alâkası olmasa bile Danimarka odaklı karikatür krizinin nerelere kadar vardığı İslâmabad’daki Danimarka Elçiliğine yapılan bir saldırı ile ortaya çıktı. Şimdi belki de Danimarka feryad u figan edecek ama sorumluluğunu kuşanarak toplumlar arası barışa katkıda bulunmamıştı. Belki barışın ve ahengin duvarından ilk parçayı, ilk önce o yıkmıştı. Şimdi sebep olanlara: Yaptığınızı beğendiniz mi, diye sormak lâzım. Dolayısıyla barışı ve uyumu korumak herkesin ortak görevidir. Bunun misillemelerle yıkılmasına imkân vermemek lâzım. Bundan dolayı bir hadiste ‘el badiu azlam’ denilmiştir. İyilikte insiyatif sahibi ne kadar makbul ise kötülükte de siftah yapan o derece bedbahttır. Uykudaki fitneyi uyandırmıştır. Benden CHP’ye bir tavsiye: Önce, Sav’ın sözlerinden dolayı milletten özür dilesin ve arkasından hakkını arasın. O zaman doğru bir başlangıç yapmış olur...

03.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır