Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur'ân'ı kolaylaştırdık. Fakat düşünüp ibret alan nerede?

Kamer Sûresi: 17

03.06.2008


Çocukların iman dersini ihmal etmemeli

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Birincisi: Risâle-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta, masum çocuklardır. Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevî belâ olur. Ahirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: “Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?”

İşte bu hakikate binaen, en bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risâle-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a’mâline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve ahirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlât olurlar.

Risâle-i Nur’un ikinci kısım talebeleri: Fıtraten Risâle-i Nur’a muhtaç, bir derece de dünyadan ürkmüş veyahut küsmüş kadınlardır. Hususan bir derece yaşlı da olsa, Risâle-i Nur, ona hakîkî bir gıda-yı mânevîdir. Çünkü Risâle-i Nur’un dört esasından birisi şefkattir ki, ism-i Rahim’in mazhariyetinden gelmiş. Kadınların da en esaslı hâssaları ve fıtrî vazifelerinin mayası, şefkattir.

Üçüncü kısım: Fıtrî olmasa da, vaziyeti itibarıyla Risâle-i Nur’a ekmek ve ilâç gibi muhtaç olan hastalar ve ihtiyarlardır. Çünkü, Risâle-i Nur hayat-ı bakiyeyi güneş gibi gösterdiğinden ve dünyevî hayatın fanilik cihetinde mahiyetini tam gösterdiğinden, dünyevî hayatlarına ya hastalık veya ihtiyarlıkla darbe gelen ve gaflet veya dalalet cihetiyle ölümü idam tevehhüm eden hastalar ve ihtiyarlar Risâle-i Nur’a o derece muhtaçtırlar ve öyle bir tesellî, bir nur alırlar ki, onların hastalık ve ihtiyarlığını sıhhat ve gençliğe tercih ettiriyor.

Emirdağ Lâhikası, s. 39

***

O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.

Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenâtının bir misli, validesinin defter-i amâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canıyla şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur.

Lem’alar, 24. Lem’a, 1. Nükte

ders-i imânî: İman dersi.

erkân: Rükünler, esaslar.

fıtraten: Yaratılışça.

istiskal: Sakîl, hor ve hakîr görme.

defter-i a’mâl: Amel defteri.

hasenât: İyilikler.

hâssa: Özellik, hususiyet.

hayat-ı bâkiye: Sonsuz hayat.

tevehhüm: Vehmetme, kuruntu.

03.06.2008


PERVANELERİN AŞKI

Eskiden evlerimizi aydınlatmak için gaz lambaları kullanırdık. Hava karardığı zaman babam 7 numaralı gaz lambasını duvardan indirir, önce bir çubuğa sarılmış yumuşak bir bezle camını siler, sonra fitilini makasla düzgün bir şekilde keser, daha sonra da fitili tutuşturarak, duvardaki büyük çiviye itina ile asardı.

Bir müddet sonra lambanın etrafında küçük kelebekler belirirdi. Sıcak camın çevresinde hızla dönen bu küçük canlılar, biraz sonra kendini kaybederek kamikaze pilotları gibi lamba camının dar boğazından dalışa geçerlerdi. Ne var ki, fitilden çıkan ateş, zar kanatlı hayvancıkların kanatlarını kavurur, camın içine cansız uzanırlardı.

Hep düşünürdüm, bu kelebekler göz göre göre kendilerini niye ateşe atıyorlar diye. Sonra anladım ki bazı şeyler için ateşe atılmak bir zevk ve saadetmiş. Anladım ki, pervane ateşe düşmeden önce, pervanenin içine ateş düşmüştür. Onlar da içlerindeki bu ateşi söndürmek için kendilerini ateşe atmaktadırlar. Tıpkı Kur’ân nuruna pervane olan Bediüzzaman Said Nursî gibi.

İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone’nin, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’ân’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” dediğini duyunca, Bediüzzaman’ın da ruhunda volkanlar kaynamaya başlar.

“Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez mânevî bir güneş olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diyerek Kur’ân güneşinin etrafında bir pervane olmaya karar verir. Artık hayatını iman ve Kur’ân hizmetine adamıştır. Bu hizmeti ifa ederken, çekmediği cefa, görmediği eza kalmaz. Ama o bunların hiçbirisine aldırmaz. İnsanların imanını kurtarmak için kendini ateşe atmaktan hiç çekinmez. İman ve Kur’ân hizmeti ne kadar çileli ve meşakkatli ise, o kadar da saadetli ve lezzetlidir.

“Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” Bazı insanlar bu ifadeleri anlamakta zorluk çekiyorlar. Kur’ân aşkının, insan sevgisinin, fedakârlığın ve kahramanlığın bu kadarını idraklerine sığdıramıyorlar. Zaten onlar, Hz. Ebûbekir’in “Ya Rabbi, benim bedenimi öyle büyüt ki, cehennemi tamamen doldursun, başka insanlar cehenneme girmesin” sözünü de anlayabilmiş değillerdir.

Başkalarını ateşten korumak için kendisini Cehennemin alevleri içine atmaya razı olmak, Kur’ân aşkının, insan sevgisinin, şefkat ve merhamet duygusunun zirve noktası olsa gerek. O noktaya ise ancak aşkın kanatları ile çıkılabilir. Bediüzzaman’ın Kur’ân aşkı, pervanelerin ışığa olan aşkından daha aşağı değildi. Onun için Cehennemin alevleri kendisine bir gül bahçesi gibi geliyordu.

Aşkı en güzel anlatan âşıklardan birisi de Yunus Emre’dir. Yunus Emre, “Hamdım, piştim, yandım” diyerek aşkın aşamalarını anlatmıştır.

Aşk, ateşle imtihandır. Bu imtihanı başarı ile geçenler gerçek âşıklardır. Ateşi gördüğü zaman, “Canım yanacak” diye ondan kaçanlar, hakikî âşık olmazlar. Bir pervane kadar yürek taşımayanların aşktan bahsetmeye hakları yoktur.

Abdil YILDIRIM

03.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır