Bir Yahudî din adamı, yani bir hahamdı. Şam’da hayat sürmekteydi. Günün Tevrat’ını satır satır okumuş, âdetâ ezberlemişti. Allah’ın gönderdiği Tevrat değildi Tevrat. Bir çok âyeti değiştirilmiş, aslından uzaklaştırılmıştı. Ancak ne kadar değiştirilmiş olsa da bazı gerçekler yok değildi. Bunlardan birisi de Peygamberimizden (asm) bahseden âyetlerdi.
O günlerde son Peygamber çıkmış, insanları doğru yola dâvet etmeye başlamıştı. İslâmiyet gün geçtikçe yayılıyor, kuvvet buluyordu. Haham ise bunları duydukça için için kavruluyordu.
Bir de Tevrat’taki Hz. Muhamed’den (asm) bahseden âyetler yok mu? Onlar ise onu bütün bütün çileden çıkarmıştı. İlk gün dört sayfada Peygamberimizden (asm) söz edilmekteydi. O sayfaları çıkarıp yırttı. İkinci gün bu sekize çıkmıştı. Onları da yırttı. Üçüncü gün 24 yerde gördüğü aynı hakikat onu deliye döndürmüştü. Yırt yırt bunun sonu nereye varacaktı? Düşünceye daldı. Bu bir ikazdı. İlâhî bir îkaz. Neresine baksa son peygambere bir işaret bulmak mümkündü. Kitabın hepsi de yırtılamazdı ya!
Evet, Hz. Muhammed olsa olsa son peygamber olabilirdi. Bu gerçek görmezlikten gelinemezdi. Artık kararını verdi. Medine’ye gidecek, ona îmanını belirtecekti. Önce bir haham arkadaşına uğradı. “Yeter arkadaş, bizim bu yaptığımız” dedi, “Ben ona inandım. Medine’ye gidiyorum.”
“Şaşırdın mı sen? O bir sihirbazın tekidir. Gidip de ne yapacaksın?” diye karşılık verdi haham arkadaşı.
Kalbine iman aşkı düşen haham, “Hayır gideceğim” diyordu. “Şimdiye kadar kendimizi aldattığımız yeter. İş senin bildiğin gibi değil.”
Yola koyuldu. Uzun yolları tepip Medine’ye vardı. Köşe bucak Resûlullah’ı (asm) aramaya başladı. Karşısına nûr yüzlü birisi çıktı. Ona sordu. “Ben bir yabancıyım. Son Resûl’le müşerref olmaya geldim. Beni onun huzuruna götürür müsünüz?” dedi.
Bu nûr yüzlü insan Selmân-ı Fârisî’ydi. Resûl adını duyar duymaz ağlamaya başladı. Çünkü Kâinatın Efendisi (asm) ebedî âleme göç etmişti. Bunu bir aylık yoldan tâ çölleri aşıp gelen adama nasıl anlatacaktı? Bu gerçeği ona nasıl söyleyecekti? Onu alıp pâk kabrine götürmek istedi. Yolda yanına Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi de (ra) aldı. Mezarlığa vardılar. Büyük bir üzüntüyle Resûlullahın (asm) mezarını gösterip, “İşte o senin inanıp da yollara düşüp görmek istediğin zât burada yatıyor. O daha dört gün önce aramızdan ayrılıp âhiret yurduna gitti.
Gözyaşları sel olup akmaya başladı. Bu ayrılığa onun sevgili dostları nasıl dayansınlardı? Yeni Müslüman da kendini tutamadı. Gözyaşlarını pınar edip, “Onu gören varsa hiç olmazsa onları göreyim” diyor, dikkatle yüzlerini süzüyor, özelliklerini soruyor, öğrenince de, “Vallahi,” diyor. “Bunlar Tevrat’ta okuyup öğrendiklerime tıpa tıp uyuyor.”
Sonra da Peygamberimizin (asm) bir elbisesini istedi. Getirdiler giydi. Peşinden Kelime-i Şehâdet getirip, duâya başladı: “Ey Rabbim! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Eğer benim Sana ve Resûlüne olan îmanımı kabul ettiysen bu benim için en büyük mutluluk! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun.
“Ben Resûlünsüz duramam artık. Buracıkta benim canımı al da ona bir an önce kavuşayım.”
Duâ kabul olmuştu. Biter bitmez adam yere yıkıldı. Arzuladığı yüce Resûle kavuştu.
20.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|