Hayatta ne kadar zor sorularla karşılaşmış olursanız olun…
Sosyal statünün hangi tabakasında, eğitim seviyesinin neresinde, ekonomik çizelgenin hangi noktasında bulunursanız bulunun…
Siyasî yelpazede nereye oturursanız oturun…
Hayatı ciddiye almak ya da almamak hakkındaki kararınız ne olursa olsun…
Kendinizi ne kadar karamsar ya da iyimser, ne kadar hassas ya da vurdumduymaz kabul ederseniz edin…
İster dindar, ister dinsiz sayın kendinizi…
O soru hep olacak. Siz sormasanız da, görmezlikten gelseniz de, yokmuş gibi davransanız da cevaplanmayı bekleyecek:
Niçin yaşıyorum?
“Bilmiyorum” deyip kurtulabileceğiniz bir cevabınız olmayacak.
“Öylesine” diye boş veremeyeceksiniz.
Siz boş verseniz de, o sizi mutlaka bulacak.
Belki gece başınızı yastığınıza koyduğunuzda, belki bütün dostlarınız sizi terk edip yapayalnız kaldığınızda, belki yaşlanıp hayatınız bir film şeridi gibi gözünüzün önünden aktığında…
Sizi zor durumda bırakmak isteyen bir düşmanınızın sorusu olarak çıkmayacak karşınıza.
Belki bir dostunuz da, sizin iyiliğinizi düşünüp sormayacak.
Röportaja gelen o gazeteci, tartıştığınız filanca kişi, merak edip dizinize dolanan o çocuk da sormayacak belki.
Aynanın karşısındaki o adam ya da o kadın soracak.
Kafanızın içindeki o beyin, göğüs kafesinizdeki o kalp soracak.
“İnanmıyor” olmanız hiçbir şeyi değiştirmeyecek.
Allah’ın var olmadığına dair, kendi Tanrı’nızın diğer insanların “Tanrı”sından farklı olduğuna dair yüzlerce maddelik bir metin de olsa elinizde, “Niçin yaşıyorum?” sorusu beyninizi kemirmekten vazgeçmeyecek.
İçinde doğduğunuz aile, toplum cevabı vermiş olsa bile, hayatınızdaki her kritik kararda, o soruyu tekrar soracaksınız.
İşin tuhafı ne, biliyor musunuz? Bu soru için öyle uzun uzadıya araştırmalar yapmanız da gerekmeyecek. Bütün mukaddes kitaplar, peygamberler ve o peygamberlerin yolundan gidenlerin cevabı verdiğini göreceksiniz.
Ve aslında her şey, cevapta değil, o soruyla yüzleşmekte düğümlenecek:
“Niçin yaşıyorum?”
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|