|
|
Murat ÇETİN |
Ve sorunuz geliyor, hazır mısınız? |
|
Hayatta ne kadar zor sorularla karşılaşmış olursanız olun…
Sosyal statünün hangi tabakasında, eğitim seviyesinin neresinde, ekonomik çizelgenin hangi noktasında bulunursanız bulunun…
Siyasî yelpazede nereye oturursanız oturun…
Hayatı ciddiye almak ya da almamak hakkındaki kararınız ne olursa olsun…
Kendinizi ne kadar karamsar ya da iyimser, ne kadar hassas ya da vurdumduymaz kabul ederseniz edin…
İster dindar, ister dinsiz sayın kendinizi…
O soru hep olacak. Siz sormasanız da, görmezlikten gelseniz de, yokmuş gibi davransanız da cevaplanmayı bekleyecek:
Niçin yaşıyorum?
“Bilmiyorum” deyip kurtulabileceğiniz bir cevabınız olmayacak.
“Öylesine” diye boş veremeyeceksiniz.
Siz boş verseniz de, o sizi mutlaka bulacak.
Belki gece başınızı yastığınıza koyduğunuzda, belki bütün dostlarınız sizi terk edip yapayalnız kaldığınızda, belki yaşlanıp hayatınız bir film şeridi gibi gözünüzün önünden aktığında…
Sizi zor durumda bırakmak isteyen bir düşmanınızın sorusu olarak çıkmayacak karşınıza.
Belki bir dostunuz da, sizin iyiliğinizi düşünüp sormayacak.
Röportaja gelen o gazeteci, tartıştığınız filanca kişi, merak edip dizinize dolanan o çocuk da sormayacak belki.
Aynanın karşısındaki o adam ya da o kadın soracak.
Kafanızın içindeki o beyin, göğüs kafesinizdeki o kalp soracak.
“İnanmıyor” olmanız hiçbir şeyi değiştirmeyecek.
Allah’ın var olmadığına dair, kendi Tanrı’nızın diğer insanların “Tanrı”sından farklı olduğuna dair yüzlerce maddelik bir metin de olsa elinizde, “Niçin yaşıyorum?” sorusu beyninizi kemirmekten vazgeçmeyecek.
İçinde doğduğunuz aile, toplum cevabı vermiş olsa bile, hayatınızdaki her kritik kararda, o soruyu tekrar soracaksınız.
İşin tuhafı ne, biliyor musunuz? Bu soru için öyle uzun uzadıya araştırmalar yapmanız da gerekmeyecek. Bütün mukaddes kitaplar, peygamberler ve o peygamberlerin yolundan gidenlerin cevabı verdiğini göreceksiniz.
Ve aslında her şey, cevapta değil, o soruyla yüzleşmekte düğümlenecek:
“Niçin yaşıyorum?”
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Medresetü’z-Zehra |
|
Medresenin mektebe yer yer mağlubiyetinin arkasında, medrese ehlinin zaman zaman Kur’ân’dan el çekmelerinin yattığını söylememiz inşaallah yanlış olmaz. Bağdat ve Basra’nın kuruluşundan sonra ilimde aklı vahy ile rekabete sevk edenlerin, medresenin berrak zihnini ve musaffa kalbini bulandırdığını söyleyenlerin dayanağı, kadîm Yunan felsefesinin Süryanî dili üzerinden Arapçaya aktarılışıdır. Bu hususa, ilmin tarihçesiyle meşgul araştırmacıların eserlerinde sıkça rastlayacağımız gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin Muhakemat isimli eserinde asıl kaidelerini görmek mümkündür.
Bu gayet uzun sürecek tartışmayı ehline bırakarak şu noktayı tesbit etmemiz mümkündür. Medrese ehli felsefeyle zihnen müşevveş olunca, kalplerde sıkıntılar başladı. Bu sıkıntı Maveraünnehir, Mezopotomya ve Dimeşk coğrafyalarıyla sınırlı kalmadı. Bulaşıcı bir hastalık gibi tesiri ta Kurtuba, Sevilla ve Gırnata medreselerinde de kendini gösterdi. Abbasiler, Grek felsefesini tercüme etmekle yalnızca Hülagu felâketine dâvetiye çıkarmamışlardı, Endülüs, Sicilya ve hatta İstanbul’daki Sahn-ı Semân Medreselerinin ölümünü netice verecek hastalığın kapısını açmışlardı. Harran gibi yüzlerce medresenin Hülagu ve Cengizlerce katlini ise tarihin derin derelerinde hâlâ yankılanan sesler bize haber veriyor.
Kur’ân düşmanlarının medreseye açıktan cephe aldıkları çok nadirdir. Evvelâ ölümcül bidalar nifak yoluyla medreselere sokulmuş. Kurt gövdenin içine girince de küfür, nifak ve zındıkanın işi kolaylaşmış. Bu husus yalnızca tarihî medreselerimiz için geçerli değildir. Günümüz El-Ezher’ine musallat olmuş modern bolşevikler, iz göstermemek için Mısırlıların sırtından Kahire’ye girerler. Tantavî olmasaydı, Sarkozy El-Ezher’de İslâm düşmanlığını ilân edebilir miydi? Amerikalı muhafazakâr bolşeviklerin Pakistan talebe ve müderrislerini vuran kurşunlarının, M. Kemal hayranı Müşerref’in namlusundan çıktığını tarih çoktan yazdı. Yine semavî dinlere düşman Batılı tahripkâr cereyanın BOP vasıtasıyla Yemen, Kuzey Afrika ve Irak medreselerinin müfredatlarını değiştirmekte olduklarını daha önce de yazmıştık.
Medreseyi vuranlar hep nifak yolunu takip ettiklerinden, Müslümanların mukavemeti elbette kolay değildi. Kuvve-i akliyye dediğimiz duygunun burada “akılcılık mertebesinde” kullanılması, İslâm âleminin bir çok münevverinin kalp nurlarını söndürerek, karşı safa geçmelerine yol açtı. Mübalâğa, cerbeze, efsun, sihir, hipnotizma, istidrac ve nihayet manyetizmaya gelip dayanan akılcılığın oyunlarıyla mektebi ele geçiren dinsiz felsefenin, medreseyi de bu usulle yer yer mağlup ettiğini görmemek için efsunlanmış olmak gerekir.
Batılı mektep üzerinden medreseye hücûm eden dinsiz felsefenin bidalarla İslâm merkezlerine girdiğini arz etmiştik. Sloganlarla mektep ve medrese ehlinin aklını çelen ve zihnini bulandıran dinsiz felsefenin nihaî hedefi küfür, tahrip ve zulmet olduğunu 20. yüzyılın başında tesbit eden Bediüzzaman Hazretleri, medresenin imansız ve emansız düşmanlarına karşı Medresetü’z Zehra’yı çıkarmıştı. Kıt’aları, ülke ve coğrafyaları etki sahasına çekerek dinsizliğini medreseyi tahrip ile ilân eden “siyasal dinsizliğe” karşı ancak Medresetü’z Zehra dayanabilmiş ve dayanmakta… İmam-ı Ali’den usûl ve metodunu ders alan bu medresenin “sırren tenevveret” prensibiyle evvelâ Anadolu’nun en ücra bucağına kadar yerleştiğini ve daha sonra yavaş yavaş âlem-i İslâmın merkezlerinde dalgalandığını medresenin geleneksel düşmanları itiraf ediyorlar. Avrupa zalim dinsizleriyle Asya münafıklarının engellemeleriyle bir türlü maddî şekli kurulamayan “medresenin,” köy odalarından başlayan yürüyüşünün şark ve garp üniversitelerinin kürsülerine kadar devam ettiğini, azıcık dikkat eden herkes işitir ve görür.
Medreseden nebean eden, mektep ile medreseyi barıştıran ve insanlık değerlerini tamire koyulan Risâle-i Nur’u durduramayan tahribatçı dinsiz cereyanlar, medreseyi de durduramayacaklar. Risâle-i Nuru kendisine program edinmiş Medresetü-z Zehra vasıtasıyla; hem doğu ile batının, hem felsefe ile Kur’ân’ın ve hem de mektep ile medresenin barışı er geç bir gün tahakkuk edecektir.
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Gerçeği haykırmak |
|
“Zalim bir sultana karşı doğruyu haykırmak cihadın en büyüğüdür.”1
Bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz (asm) böyle buyuruyor.
Gün gelir zalim bir sultana karşı hakikatleri haykırmak gerekebilir. Gereklidir de. Çünkü kuvvetli hakikatler, zayıf ellerde zayıf gözükmemelidir.
Birgün zalim Haccac’ın yanında Hz. Hüseyin’den söz açılmış, Haccac, onun Peygamberimizin (asm) kız çocuğundan olduğunu belirterek Efendimizin (asm) zürriyetinden olmadığını söyleyecek kadar bir küstahlıkta bulunmuştu.
Oysa Ehl-i Beytinden olan Hz. Hüseyin’e karşı da özel bir ilgi ve sevgisi vardı Peygamberimizin (asm). Bir gün Ashabıyla giderlerken çocuk yaşta olan Hz. Hüseyin’e rastlamış, onun çocuklarla oynadığını görünce ellerini açıp onu yakalamak için ilerlemişti. Hz. Hüseyin kaçıyor, Peygamberimiz de (asm) onu yakalamak istiyordu. Sonunda yakaladı. Bir eliyle kafasının arkasını diğer eliyle de çenesinin altını tutup öptü ve “Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyin’denim. Allah’ı seven Hüseyin’i sever. Hüseyin torunlarımdan bir torundur” buyurdu.2
Efendimizin (asm) “Hasan ve Hüseyin, Cennet gençlerinin efendileridir”3 buyurduğunu da biliyoruz. Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i kastederek, “Ben bunlarla barış içinde olanlarla barış içinde olurum. Çarpışanlarla da çarpışırım” dediğini de.4
Görüldüğü gibi Cennet gençlerinin efendilerinden olan, Resûlullahın (asm) sevgisini özellikle yönelttiği, onu sevmeyi Allah sevgisinin gereği olarak gösterdiği Hz. Hüseyin’i sevmekten başka birşey yapamayız bir Müslüman olarak.
Ne var ki zalim Haccac böyle değildi. Yanındakilere Hz. Hüseyin için, “O, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zürriyetinden değildir” demesin mi? Bunun İslâmla, insaniyetle, insafla, vicdanla bağdaşır yanı yoktu.
Bunca gerçekler göz önündeyken, bu kendini bilmez zalime hakkı haykırmanın tam zamanıydı. Toplantıda bulunan büyük âlim Yahya bin Ya’mür, hemen “Ey Emir, sen yalan söyledin” diyerek bir çıkış yaptı. Havadan sudan bahanelerle kelle uçuran zalim, müthiş bir kızgınlıkla, “Ya bu söylediğini âyetten ispat edersin, ya da seni öyle bir öldürürüm ki etlerini lime lime yaparım” diye çıkıştı.
Yahya bir Ya’mür, En’am Sûresinin 84 ve 85. âyetlerini okudu. Hz. Âdem’e yapılan ihsanlardan bahseden âyetler şu meâldeydi: “Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik ve hepsini de doğru yolda muvaffak ettik. Daha önce de Nuh’a ve onun neslinden Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a da hidayet ve muvaffakiyet vermiştik. İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanları Biz böyle mükâfatlandırırız. Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas’a da öylece ihsanda bulunduk. Onların hepsi de salih kullardandı.”
Sonra da şöyle dedi Yahya bin Ya’mür: “Görüldüğü gibi âyet Hz. Meryem’den doğan Hz. İsa’nın Hz. Adem’in zürriyetinden olduğunu bildiriyor. Bunun gibi Hz. Ali’nin oğlu olan Hz. Hüseyin de, annesi tarafından Hz. Muhammed’in (asm) zürriyetindendir.”
Haccac zalimdi, ama yeri gelince hakperest de davranabiliyordu. “Doğru söyledin” deyip gerçeği kabul eti. “Amma sen beni meclisimde yalanlamaya kalktın” diye ona yüklenmekten de kendini alamadı. Sözünü dudaktan, gözünü budaktan esirgemeyen Yahya bin Ya’mür buna da şu cevabı verdi: “Allahu Teâlâ, gerçekleri gizlememeleri, halka bildirmeleri için peygamberlerden bile söz almadı mı? Kur’ân’ında, ‘Hatırla o zaman ki, Allah, kendilerine kitap verilenlerden, ‘Onu insanlara açıkça bildireceksiniz ve gizlemeyeceksiniz’ diye söz almıştı. Onlar ise bu sözü arkalarına atıp onu az bir menfaatle değiştiler. Ne kötü şeydir o satın aldıkları!’5 buyurmuyor mu?”
Buna da bir cevap bulamamıştı Haccac. Gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştı. Ama Yahya bin Ya’mür de Horasan’a sürülmekten kurtulamadı.6
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Menakib: 31.
2- Müsned, 4:172; İbni Mâce, Sünen: 1:51.
3- İbni Mace, Sünen: 1:52.
4- İbni Mâce, Fiten: 20
3- Münâzarât, s. 37-38.
5- Âl-i İmran Sûresi: 187.
6- Müstedrek, 3:164-165
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Meşrûtiyetin yüzüncü yılı ve gelişme |
|
Tarih boyunca krallık, padişahlık, teokrasi, faşizm, sosyalizm, meşrûtiyet, cumhuriyet, demokrasi gibi çeşitli ideolojik rejimler, siyasî yönetim biçimleri ortaya çıkmış. Meşrûtiyet, bir hükümdarın başkanlığı altında, millet meclisi ile idâre şeklidir. Meşrûtiyet, cumhuriyet, demokrasinin kavramlarının; mânâsız isim ve resim olmamak şartıyla aynı mahiyette olduğu söylenebilir.
Hürriyetin rüyalarına girdiğini söyleyen Bediüzzaman Said Nursî, II. Meşrûtiyet’in ilânının üçüncü günü (28 Temmuz 1908’de) İstanbul, bir hafta sonra da Selânik’te irticâlen “hürriyetin özellikleri, güzellikleri” üzerine kitleleri heyecanlandırıp dalgalandıran konuşmalar yapar. Birçok mütedeyyin ve ulemanın, “Hakimiyet Allah’ındır!” diye dine aykırı bulduğu meşrûtiyeti, o, “milletin hakimiyeti”1 diyerek tebcil eder. Âlim-i Mutlak Allah’tır, ama, insanlara da âlim diyoruz. Demek, hakim de diyebiliriz. Zira, hakimiyet de izafî, cüz’î, âlimiyet de.
Meşrûtiyet konusunda başka medeniyetçileri taklit etmez; dindarlar gibi şeriata aykırı bulup da tekellüflü te’villere girmez.2 Hürriyetin imanın özelliği olduğunu, şer’i delillerle ortaya koyar:
Şeriat; adâlet, eşitlik ve hürriyeti bütün levazımatıyla (gerekleriyle, unsurlarıyla) içine aldığından, meşrûtiyet şer’idir.3 “İşlerde onlarla istişâre et”4 ve “Onların aralarındaki işleri istişâre iledir”5 âyetlerinin tecellîsi; meşrû yönetimin nuranî timsali, “Hepiniz çobansınız, idâreniz altındakilerden mes’ûlsünüz” hadisini esas alır.6 Gerçek meşrutiyet, dört mezhepten çıkar.7
Mezhepler, tek tip, tek kalıp, tek düşünceyi değil, çok sesliliği, farklı yaklaşımları gerektirir. Ki, ibadet, hatta, itikatta bile farklı yaklaşımlar var. Bilindiği gibi, amel/ibadet ve muamelatta, sosyal münasebetlerde (Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî gibi) dört; itikatta ise, (Eş’ari, Matüridi) gibi mezheplerin bulunması bunun en bariz delillerindendir.
Bediüzzaman meşrûtiyeti, günümüz ifadesiyle demokrasiyi boş bir mefhum ve lâfızdan ibaret saymaz; içini doldurarak unsurlarını sıralar: O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir (ilim, bilgidir), lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.8 Ağası hak, akıl, marifet (bilgi, ilim), kanun (hukuk), kamuoyu” olan meşrûtiyet; sıdk (doğruluk, dürüstlük) muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine devam eder.9
“Meşrûtiyette (1908’lerde) hürriyet, lâfızdan ibaretti”10 diyerek meydana gelen her halin11 ondan değil; bâzı bürokratların henüz hazmetmemesinden kaynaklanır. Demokrasilerde meydana gelen menfilikler, istibdatlar, onun mânâ, rûh ve özünden çıkmıyor. Belki istibdat devrinin tortularıdır veya bir kısım şahısların, taassup ve kinlerini demokrasi adı altında göstermeleridir.
Hürriyetin özelliklerini, meşrûtiyetin güzelliklerini anlatıp halkı aydınlatmak için Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yaptığı seyahatte Bediüzzaman’a şöyle bir soru yöneltirler: “Sen meşrûtiyeti, büyütüyorsun. Demokrasilerde, seçim var, millete ‘ne istiyorsun’ diye soruluyor, o da cevap veriyordu. Hepsi bu kadar! Bu kadar övüp büyütmenin, ilâveler takmanın gereği ne?”
Her ne öğrendimse, üstâdımız olan meşrûtiyetten öğrendim,12 Dünyevî saadetimiz de meşrûtiyettedir.13 Ne kadar iyilik var, meşrûtiyetin ziyâsındandır; ne kadar fenalık var, ya eski istibdâdın zulmetinden, yahut meşrûtiyet nâmıyla yeni bir istibdâdın zulmündendir. Meşrûtiyet hükümete düştüğü vakit, fikir hürriyetini her vecihle uyandırır. Her nevide, her tâifede onun san'atına âit bir nev'î meşrûtiyeti tevlid eder (doğurur). Hattâ ulemâda (ilim adamları), medâriste (üniversitede), talebede bir nev'î meşrûtiyeti intâc eder. Evet, her tâifeye ona mahsus bir meşrûtiyet, bir teceddüt (yenilik, yenilenme) ilhâm olunuyor.14
Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk (şevk) ve hissiyât-ı âliyeyi (yüksek duyguyu) uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibka edecek; siz daha me’yus olmayınız.15
İlerleme, terakki, keşif ve icat; fikir, akıl, vicdân, istidat, kabiliyetlerin serbest bırakıldığı nisbettedir. İstibdatın baskısı ve korkusu altında kalan zihinler, hayırlı çalışmalarda bulunamayacakları gibi, düşünmeye ve araştırmaya da fırsat bulamazlar. Çünkü, zihinler istibdat ağlarıyla örülmüştür... Bugün, ilmi ve teknolojik gelişme, zenginlik demokratik ülkelerdedir. İstibdatın hakim olduğu ülkeler ise geri kalmıştır.
Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şâmiye, s. 83.; 2- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 22.; 3- Age., s. 84.; 4- Kur’ân, Al-i İmrân, 159.; 5- Age., Şûrâ, 38.; 6- Münâzarât, s. 23.; 7- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 25.; 8- Münâzarât, s. 23.; 9- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 30.; 10- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 20.; 11- Münâzarât, s. 22.; 12- Münâzarât, s. 16.; 13- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 21.; 14- Münâzârât, s. 39.; 15- Münâzarât, s. 23.
10.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Abdullah Bey:
*“Yüz yirmi dört milyon evliya” tabirinin hikmeti nedir? Gerçekten evliya sayısı 124 milyon mudur?”
İnsanlık tarihi boyunca her kavme bir Peygamber gönderilmiş ve yeryüzünden insanlarla iç içe sayısız evliya ve Allah dostu gelip geçmiş; güzel ahlâk ve insaniyet-i kübrâ, yani ruh, kalp ve sair manevî duyguların azamî hüşyâr olduğu ve nefsin öldürüldüğü “yüksek insanlık” milyonlar tarafından yaşanmıştır. Cennet-i Bakiye bağlarına yolculuk hiç durmamıştır!
Allah dostlarının gerçek sayısını elbette Allah bilir. Bunu belli bir rakamla ifade etme imkânımız yoktur. Sabit rakamlara dökmek yerine; teksir ifade eden “milyonlar” tabirini kullanmak, daha gerçekçi bir ifade şeklidir. “Yüz yirmi dört bin enbiya ve yüz yirmi dört milyon evliya” tabiri İslâm geleneğinde teksir, yani çokluk ifade etmektedir. Enbiya ve evliyanın nefer sayısının en az bu rakamların üstünde olduğuna kinayedir. Nitekim Bedîüzzaman Hazretleri, “yüz yirmi dört milyondan ziyade evliya”1 ifadesini tercih ederek bu rakamın daha da “ziyade” olduğunu beyan etmiştir.
***
Ayşe Hanım:
*“Beyanat ve Tenvirler’de adı geçen Hindenburg kimdir?”
Bedîüzzaman Hazretleri, 1335 yılının (Milâdî 1919) Eylül’ünde girdiği bir rüya-yı sâdıkada, manevî bir meclisin İslâmın mukadderatıyla ilgili sorularını cevaplar. Manevî meclis tarafından, Birinci Dünya Harbinde neden mağlup olduğumuz, galip olmamızın kaderce neden önlendiği, şeriatın bu medeniyeti neden reddettiği, şeriatın nasıl bir medeniyet getirdiği, savaşa katılma ve mağlup düşme musibetinin dindeki hangi ihmalimizin neticesi olduğu çerçevesinde sorulan sorulara uzun ve ikna edici bir üslûpla cevaplar verir.
Daha sonra heyecanla uyanarak, terli ve el pençe yatakta doğrulan Bedîüzzaman, aynı gün ümitle dünyevî başka bir mecliste de sorulan sorulara cevaplar verir. Bu sorular ve cevaplar çerçevesinde neden siyasete karışmadığını, din ile siyaset ilişkilerini, din adına neden siyaset yapılmayacağını, İttihat ve Terakki’nin adamlarının neden Antranik ve Venizelos gibi dış düşmanlarla bir tutulamayacağını verdiği cevaplarla açıklığa kavuşturur.
Burada sorulan sorulardan birisi de, baştan mağlup olacağımızı bile bile İttihat ve Terakki’nin bizi neden bu savaşa soktuğu ile ilgilidir. Bediüzzaman bu soruya verdiği cevapta, Hindenburg gibi dehşetli insanlara göre bile tam anlaşılamamış ve anlatılamamış olan Birinci Dünya Harbinin umumî gayesinin, safi halkımız gibi savaş oyunlarında acemi sayılan kesimlerce anlaşılmasına da imkân bulunmadığını, bu bağlamda fikir zannedilen şeyin, arzudan başka bir şey olmadığını, kişilerin zalimane şahsî intikamlarının, arzuya fikir sureti giydirdiğini kaydeder.2
Hindenburg’un kim olduğuna gelince:
1847’de Poznan’da doğan Alman mareşal ve devlet adamı Hindenburg, Harp Okulunu bitirdikten sonra Prusya Muhafız alayında 1866–1871 savaşlarına katılır. Sonra Harp akademisine girer ve Moltke ve Schlieffen’in bakanlığı sırasında Harbiye Bakanlığında hizmet eder. 1900 Yılında tümgeneral olur. 1903’te Magdeburg’ta 4. Kolordu kumandanlığına getirilir. 1911’de Hannover’de emekliye ayrılır.
Fakat 1914 Ağustos’unda 8. Orduya kumanda eden Von Prittwitz Rus istilâsını durduramayınca, Hindenburg tekrar göreve çağrılır. Hindenburg, Ağustos ayında Tannenberg’te, Eylül ayında Masurenland bataklıklarında Rusları bozguna uğratır. Kasım ayında doğu cephesi başkumandanlığına getirilir. Kış mevsiminde Rusları bir kere daha Masurenland bataklıklarında yener. 1917’de doğu cephesinde Galiçya’da, Piave’de Avusturyalıların yardımına koşar. Kasım’da Romanya ve Rusya ile anlaşma imzalar. 1917–1918 Kışı boyunca tümenlerinin büyük bir kısmını batıya gönderir ve Müttefik cephesine dört ayrı korkunç saldırı gerçekleştirir. Fakat cepheyi yaramaz. 1919’da tekrar Hannover’e çekilir.
Hindenburg 1925’te Almanya’da Cumhurbaşkanı seçilir. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra bütün gücüyle Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın sebep olmadığını ispat etmeye çalışır. 1930–1933 yıllarında Almanya’da iç karışıklıkların artması üzerine muhafazakâr bir hükümetin kurulmasına yardım eder. Hitler’i başbakanlığa getirir.
Hindenburg, 1934 yılında Doğu Prusya’da ölür. Ölümünden sonra yerine artık başka birisi seçilmez. Çünkü Hitler’le birlikte Cumhurbaşkanlığı ile başbakanlık birleştirilmiştir.3
Dipnotlar:
1- Asâ-yı Mûsâ, s. 15; Şuâlar, s. 179
2- Sünûhât, s. 64-70; Beyanat ve Tenvirler, s. 85
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Sevgisizliği yaymanın vebali |
|
Sevme duygusu insanı insan eden en önemli duygulardandır. Kâinatın Yaratıcısı olan Rabbimiz varlıkları adeta sevgi hamuruyla yoğurmuştur. Varlıklar arasındaki yardımlaşma, uyumluluk ve uygunluk sevginin ürünü olmalıdır. Bu sebepledir ki şer güçler hayattaki gidişâta müdahele etmediği müddetçe nizam ve intizam en güzel bir şekilde hayatiyetini devam ettirmektedir. Şüphesiz varlıklar arasındaki insicamı bozan kötü duyguların başında sevgisizlik gelmektedir.
Varlıkların en güzeli ve mükemmeli olarak yaratılan insan, muhabbet denilen sevgi bakımından da Rabb-i Rahîm tarafından imtiyazlı yaratılmıştır. Hâlık-ı Rahîm en güçlü muhabbet duygularını insanlara vermiş ve insanlardan bu güzel duygunun lâyık olana ve olanlara verilmesini istemiştir. Bu emir yerine getirildiği takdirde insanlar “eşref-i mahlûkat” denilen mertebeyi hak edebilmekte ve varlıklar arasındaki muhabbetin güçlü bir şekilde devam etmesine katkıda bulunmaktadırlar.
İnsanlardan istenen, sevgiyi gerçek sahibi olan her şeyin yaratıcısı olan Allah’a vermek ve onun rızası dairesinde mahlûkata sevgi göstermektir. Bu yapılmadığı takdirde varlık âlemine en büyük zarar verilmekte, nizam ve intizamın bozguncusu olan sevgisizliğin biraz daha yayılmasına sebep olunmaktadır.
Kâinatın Rabbi tarafından biz insanlara verilen her nimeti Onun izni dairesinde kullanmak zorundayız. İnsanlığın en büyük görevi, kendisine Yaratıcısı tarafından yüklenilen mükellefiyetleri yerine getirmektir. İnsan görevini hakkıyla yapmadığı zaman gerçek insanlıktan uzaklaşmakta, varlıkların en şereflisi iken, varlıkların en değersizi haline gelmektedir. Bu şekilde değer kaybeden insanlardan artık sevgiyi yerli yerinde kullanmasını bekleme imkânı kalmamaktadır.
İmansız bir sinede bulunan sevgi tohumları yeşermemekte, burada sevgi tohumları gittikçe çürümeye başlamaktadır. İmansızlıkla sevginin bir arada bulunması mümkün olmadığı gibi, iman ile sevgisizlik de bir sinede uzun süre barınamaz. Rabbini tanıdığını ve ona itaat ettiğini söyleyen bir insandan sevgisizliğin sadır olması muhal olur.
Bütün hareket ve davranışımızla Rabbimizi memnun etmek istiyorsak önce muhabbetten başlamamız gerekir. Rabbimize olan muhabbetimizi, Onun sevdiği insanları sevmekle, Onun yarattığı mahlûkata karşı şefkatli olmakla göstereceğiz. Zira O, Habibine (asm) şöyle seslenmektedir: “Habibim insanlara de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, Onun sevdiği Zâta tabi olmalısınız.” Çünkü insan sevdiğine tabi olmak ve ona benzemek ister.
Eğer bir insan Kâinatın Yüce Hâlıkını seviyorsa herkesten önce Onun “Habibim” dediği Hz. Muhammed’i (asm) sevmesi gerekir. O yüce Resulü sevmenin göstergesi de onun gibi yaşamak, mahlûkata onun gibi sevgiyle yaklaşmak ve onun aydınlık yolundan gitmektir. Aksi takdirde sevme iddiaları inandırıcı olmayacaktır.
Hâsılı, Rabbimizi sevmeli, O'nun sevdiklerini sevmeli, O'nu sevenlere arkadaş olunmalıdır. Allah’ın bize kardeş kıldığı mü’min kardeşlerimizi de sevmeli, nefsimizin kardeşlerimizi bizlerden soğutan oyunlarına da gelmemeliyiz. Şeytanın en büyük fitnelerinden biri ve belki en önemlisi, sevgisizliği, sevgi pınarından su içmeleri gerekenlerin arasında yaymaktır.
“Madem imanı var o cihetle kardeşimizdir” düsturunu önemseyip iman ve Kur’ân hakikatlerini bilfiil hayatına geçirmeyi hayatının en önemli hedefi haline getirenler, aynı sevgi pınarından su içen kardeşlerinden nefret edemez. Eğer nefret ederse ve nefsinin kendisine bu yönde verdiği şeytanî fetvayı kale alırsa, şüphesiz içinde olduğu muhabbet mesleğine aykırı hareket etmiş olacaktır.
Zaman muhabbet fedaisi olma zamanıdır. Husûmetin karanlıklarında kendimizi heder etme hakkımız bulunmamaktadır. Kimsenin, muhabbet atmosferinde zulmet bulutlarından medet bekleme hakkı olmamalıdır. Nefsinden fetvayı alarak kardeşlerine karşı cephe alanlar, elbette imandan kaynaklanan bir muhabbeti kendilerine meslek haline getiren bütün hakikî insanların hukukuna tecavüz etmiş olacaklardır. Sevgisizliği yaymakla kendilerini kurtaracağını sananlar varsa yanılmaktadırlar. Rabbim bizleri muhabbet iklimi içinde yaşayanlardan etsin...
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Dâvâmız dünyaya mal olmalı |
|
Sosyal yapılar biyolojik yapılara benziyor ve onlar gibi belli zamanlarda farklılıklar, belli zamanlarda bütünleşme şeklinde tevhid yansımaları sergiliyorlar. Her sosyal yapı aslında bir beden özelliğinde önce organlaşan, ardından organize olan ve kâinat kitabında üzerine yüklenmiş mânâları sergileyen bir yapı arz ediyor.
Aslında varlık sahnesine sığdırılması gereken esmanın detayları ve çeşitleri için çok çeşitlenmiş bir yapıya ve farklılık içinde yansımalara ihtiyaç var. Sosyal çatışmaların ve farklılaşmaların da kader ve hikmet boyutundaki karşılığı bu olsa gerek. İstenmeyen ve nehyedilen bir durum olmasına rağmen ümmetin ihtilâfında var olduğu ifade edilen rahmet bu kaderi incelikten ortaya çıkıyor olmalı.
Sonsuz bir güzelliğin varlıklara yansıyabilmesi için ve o güzellikteki ayrıntıların gözlenebilmesi için çeşitlilik gerekiyor. Bu noktada varlığı şekillendiren kudretin önümüze koyduğu farklılıklara razı olamama gibi bir yaklaşımla kendi bakış açımızın ve doğrularımızın dışındakileri ötekileştirmek ve biz tanımının dışına çıkarmak fıtratın ve yaratılış gayesinin gereği olan çeşitliliğe karşı bir tavır olarak önümüze çıkıyor. Oysa her alanda çeşitlilik varlığın inceliklerine muhatap olma noktasında bir ayrıcalık ve güzellik önümüze sunuyor. Sosyal hayat ve maddî dünya farklı düşüncelerin, farklı bakışların, farklı zevklerin bir arada bulunduğu ve birinin diğerinin renklerine mukabil olmakla kendi rengini de güzelleştirdiği renk renk bir çiçek bahçesine benziyor.
Bu noktada vahyi bize ulaştıran kaynaklar ve kâinat kitabının çizdiği sınırlar, yani hakkı arayan bilimlerin ortaya koyduğu kurallar ana çerçeveyi çiziyor olmalı. Bunlar doğru ve yanlış ile ilgili olarak zihinlerdeki yansımaların ana çerçevesini çizen unsurlar gibiler. Bu çerçeve içinde de doğrunun ve güzelin kişiler yani küçük âlemler adedince farklı şekillerde yansımaları olsa gerek. Bu farklılıklar da hayata farklı renkler katıyor ve maddî bir âlemin var olmasını gerekli kılan mukaddes gayenin daha netleşmesine imkân veriyor. Bu sebeple ana çerçevenin rencide olmayacağı ve yerleşmiş genel kabullerin dışına çıkmayacak şekilde olabildiğince farklılıkları kabul etmek ve belki de sınırlı idraklerimizin kuşatamayacağı geniş hakikatlerin farklı yansımalarını görmek için teşvik etmek gerekiyor.
Önümüzdeki yıllar farklılıkların muhafaza edildiği ve değerlendirildiği bir bütünleşme sürecine doğru gidiyor. Yersiz ve gereksiz kırgınlıkların ortadan kalkması ve kimliklerin dayatılmadığı, her farklılığın bir zenginlik olarak kabul edildiği kuşatıcı bir bünye oluşturulması ile hizmetimiz insanlık âleminin ihtiyaç duyduğu insanı kâmil mânâsını daha net yaşayacak ve hissettirecektir.
Akla takılan sorulardan biri de bugün hizmet içinde ehl-i ilimden bir meclisi mebusan bulunup bulunmadığıdır. Yukarıdaki iki örnekte de görüldüğü gibi artık dâvâmız farklı alanlarda yeşeren ve cennetasa bir baharda arzı endam edecek olan renk renk çiçekler şeklinde ve farklı zeminlerde münevverlerini yetiştirmiştir. Bundan sonra olması gereken sonuç ve duâ edilmesi gereken istikbal bu güzellikleri bir buket tarzında ve kendi renklerini koruyarak muhabbet bağı ile bir araya getirilmesidir.
Bu noktada gaye-i hayalimiz memleket sınırlarını aşmış ve artık hakikatler nuraniyeti ile bütün dünyayı kuşatmıştır. Bu durumda olayları değerlendirme ve gelecek ile ilgili planlama yapmada ufkumuzun genişlemesi zarureti ortaya çıkmıştır. Gelişen hizmet zemini, hizmet erbabının zihinlerinde de aynı paralelde gelişmezse arzu edilen mânâya ulaşmada yetersizlik problemi önümüze çıkacaktır. Bu anlamda oryantasyonumuzu yani nerede olduğumuzu ve nasıl bir dâvâya hizmet etmek durumunda olduğumuzu ve omuzumuzda hangi vazifelerin olduğunu tekrar gözden geçirmeye şiddetli bir ihtiyaç doğmuştur.
Bütün bu değerlendirmelerden sonra gelecek günler dâvâmız ve insanlık açısından inşallah daha hayırlı olacak ve semavat ve arzın nuru olan Allah nurunu tamamlayacaktır.
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
23 Mart ilâvemiz |
|
Geçen hafta bahsettiğimiz 23 Mart ekimizin muhtevası büyük ölçüde şekillendi.
Bu yılki Üstadı anma programlarının konu başlığı olan “Meşrutiyetin 100. yılında demokratikleşme süreci”ni, Batılı aydınlar, Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında Yeni Asya için yorumladılar.
Bu orijinal yorumlardan bazı başlıklar verelim.
Robert Miranda (Latin Amerikalı gazeteci): Said Nursî’nin ışığı demokrasi ve özgürlük getirecek.
Fred A. Reed (Kanadalı yazar): Onun demokrasiye en büyük katkısı, tavizsiz duruşuydu.
Elmira Ahmetova (Rusyalı tarihçi): Said Nursî, hürriyet içinde birliğe çağırdı.
Prof. Dr. Oliver Leaman (Amerikalı felsefeci): Bediüzzaman, birliği korumanın yolunu demokraside gördü.
Prof. Dr. Thomas Michel (Vatikan Dinlerarası Diyalog Cizvit Sekreteryası eski Genel Sekreteri): Said Nursî demokrasiye, ilâhî ölçülerle bağdaştırarak sahip çıktı.
Genç arkadaşımız Umut Yavuz’un gerçekleştirdiği bu çok değerli çalışmayla ilgili olarak şimdilik bu kadarcık ipucuyla iktifa edip, detaylarını sonraya bırakalım.
Tabiî bu arada, 23 Mart için başka sürprizlerimiz olduğunu da ekleyelim.
***
21 Şubat yenilikleri
39. yılımıza girdiğimiz 21 Şubat’tan bu yana geçen haftalarda gazete muhtevasında yaptığımız yenilikleri gördünüz.
Ama bunları bir de biz kısaca hatırlatalım:
Hukuk sayfası
Avukatımız Kadir Akbaş’ın hazırladığı Hukuk sayfası, çoktandır dile getirilen bir talebi karşılamak üzere başladı. Şimdiye kadar çıkan örneklerde görüldüğü gibi, bu sayfada aktüel hukuk tartışmaları yorumlanıyor, yeni çıkan kanunlara ilişkin bilgiler veriliyor ve günlük hayattaki hukuk sorunlarına dair aydınlatıcı ve yol gösterici bilgiler sunuluyor, gelen sorular cevaplanıyor.
***
Çalışma hayatımız
Ahmet Arıcan’ın hazırladığı bu köşede çalışma hayatı ve bilhassa sosyal güvenlik, emeklilik konuları işleniyor ve okuyucu soruları cevaplandırılıyor.
***
İstanbul’daki Anadolu
14 yıl önce de yaptığımız bir çalışmanın daha kapsamlısı niteliğindeki bu dosyada, İstanbul’daki hemşeri dernek ve vakıflarını tanıtıyoruz. Şimdiye kadar Sivas Platformu, Antalya Vakfı ve Vakfıkebir Kültür ve Yardımlaşma Derneği yöneticileriyle yaptığımız görüşmeleri yayınladık. Devam edeceğiz.
***
Gün gün tarih ve Bizim Mahalle
Turhan Celkan’ın hazırladığı Gün Gün Tarih köşesiyle, Hamit Yüksek’in Bizim Mahalle’si, yazı ve fotoğraf yüklü muhtevamızı çizgilerle rahatlattı ve gazetede çocukların da ilgisini çekecek pencereler açtı.
***
Osman Gökmen
Kadîm yazarlarımızdan Osman Gökmen, Karekök köşesinde haftalık yazılarına tekrar başladı.
***
Bu yeniliklerimize katkıda bulunan değerli arkadaşlarımıza teşekkür ediyor ve evvelce de ifade ettiğimiz üzere, gazetemizi her gün daha da geliştirmeyi ve mükemmele doğru götürmeyi amaçlayan bu süreci yeni atılım ve sürprizlerle devam ettirmeye yönelik çalışmalarımızın aralıksız sürdüğünü bir kez daha okurlarımızın bilgisine sunuyoruz.
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İlzam ve iltizam |
|
‘İslâmın cezalandırıldığı yüzyıl’ yazımda İsmet İnönü’den bir alıntı aktarmıştım: “Biz Müslüman olduğumuz için bağımsız olmamıza izin vermiyorlar...” Bunun mefhumu muhalifi şudur: Müslümanlığımızdan sıyrıldığımız oranda bize bağımsızlık verdiler. Ama üst yapımız yani devlet erkânı ve sistem İslâm’dan ayrılsa da halk tam ayrılmadığından dolayı da bize tam bağımsızlık vermediler ve vermek istemediler. Çünkü güven sağlanamadı. Küllendirseler de koru söndüremediler. Merhum Ahmet Kabaklı Hoca, ‘Temellerin Duruşması’ adlı kitabında bağımsızlık ve istiklâliyet sürecinde Lozan’da Lord Curzon’un Türkiye’den bazı somut talepleri olduğunu yazar. Bunlardan birisi de elbette bağımsızlık karşılığında hilâfet ve İslâm dünyası ve İslâmî değerlerle bağların koparılmasıdır. Nitekim de öyle olmuştur. Bununla birlikte, bu dikte şartların sadece Türkiye’ye mahsus olduğunu düşünmek İslâmiyetin evrenselliğini unutmak olur. Nitekim, İslâmcılığı sadece Türkiye’ye hasrederek İsmail Kara bir nev'î böyle bir yanlışa düşmüştür. Türkiye merkez olabilir ama kenarlarda da benzer süreçler yaşanmıştır. Bunun tipik misallerinden birisi de Taha Hüseyin’in tarihe tanıklık eden sözleridir.
***
Hadislerde belirtildiği gibi, batılıları, kertenkele çukuruna dahi girseler taklit etme taraftarı olan Taha Hüseyin: “Medeniyette onlarla ortak ve onlara rakip olabilmek için onlardan gelen herşeyi ayırım yapmadan almamız gerekir. İyisini kötüsünü, sevileni, sevilmeyeni, ayıp olanı, olmayanı ayırt edemeyiz. Velhasıl bütün ürünlerini toptan almamız gerekir...” demişti. Batı ile ilişkileri şu iki kelime ile özetler: Onlardan ilzam/zorlama bizden de iltizam/bağlanma. Yani Batı medeniyetini kabul ettirmek için onların zorlamalarını meşrû görür. Onların bize baba şefkatiyle çocuğuna ilâç içirir gibi batı medeniyetini aynı şekilde zorla zerketmeleri gerektiğini savunur. Buna mukabil bizden de onu içselleştirmemizi ister. Tam bir mankurt misali.
***
Mısır’da Kültürün Geleceği adlı tartışmalı ve tepki toplayan eserinde şöyle yazar: “Avrupa önünde, onun yönetim şeklini tereddütsüz kabul edeceğimize dair söz verdik. İdarede de onu örnek alacağımızı deklare ettik. Yasamada yine onu izleyeceğimizi duyurduk. Batı (Avrupa) önünde, bütün bunları iltizam ettik, kabul ettik. 1936 yılındaki Bağımsızlık Muahadesi ve keza 1938 yılında Kapitülasyonları Kaldırma antlaşmasında da sarih ve açık bir biçimde Avrupalılar önünde onlar gibi olacağımıza dair söz vermedik mi? Taahhütlerimizin mahiyeti bundan başka nedir ki? Bu anlaşmalar mucibince, rejim, idare ve yasamada onlar gibi olacağımıza ve onları taklit edeceğimize söz verdik. Medeni dünya önünde kat’i bir biçimde bu yöndeki taahhütlerimizi ve iltizamlarımızı bildirdik...”
Demek ki, ‘Temellerin Duruşması’ sadece Türkiye için değil aynı zamanda Mısır gibi ülkeler için de geçerlidir. Türkiye bu hususta sadece bir ilk, yani arkatiptir. Muhammed Umara’nın dediği gibi, Batı’dan elde ettiğimiz özgürlüğün bedeli asaletimiz, mazimiz ve öz kimliğimizdir. Alınan değil de verilen özgürlüğün bedeli budur. Kasım Emin’in yapmak istediği gibi kadınımız geleneğinden ve dinî vecibelerinden, ülkelerimiz de bu özgürlük algısıyla birlikte İslâmî hususiyetlerinden koparıldı. Bu özgürlük anlayışı gelenekten ve İslâm’dan kopmak anlayışını temsil ediyordu.
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kriz ve tedbir |
|
Yakın tarihimiz, birbirini takip eden siyasî ve ekonomik krizlerle doludur. Biri bitmeden diğeri başlayan krizler, bir bakıma ‘bağışıklık’ kazanmamıza da sebep olmuştur. Öyle ki, başka ülkelerde meydana gelen ekonomik krizler sonrası; derin sosyal ve siyasî çalkantılar yaşanırken, ülkemizde bu durum nisbeten sakin bir geçişle aşılır. Dünyadaki krizleri değerlendiren uluslar arası uzmanlar da Türkiye’deki bu durumu anlamakta, kavramakta ve izah etmekte zorlanırlar.
“Her 10 yılda bir ihtilâl, her 3-5 yılda bir ekonomik kriz” şeklinde özetlenebilecek bu durum, Türkiye’nin kalkınmasını ve ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşmasını engellemiştir. Son yıllarda ekonomik krizlerin yaşanma sayısı nisbeten azaldı. Buna karşılık, siyasî krizler daha da arttı. Oluşturulmaya çalışılan siyasî krizler millet nezdinde itibar görmeyen krizler olsa da, neticesinde olan yine millete oluyor.
Siyasî iktidarın en çok övündüğü konuların başında da yine ekonomik istikrar geliyor. Geçmiş yıllara nisbetle enflasyon düşmüş, yaşanan krizler de azalmıştır. Ancak bu durum, “Türkiye’de artık kriz olmaz” anlamına gelmiyor. Ekonomi, hassas dengeler üzerinde yürümeye devam ediyor ve her an krizlerin yaşanması muhtemeldir...
Dünya, gittikçe ‘büyük bir köy’ halini alıyor ve bu durum, herhangi bir ülkede yaşanan krizlerin, sadece o ülke ile sınırlı kalmasını engelliyor. Amerika ya da Avrupa ‘nezle’ olsa, Türkiye gibi ‘kalkınmasını tamamlamamış ülkeler’ bir anlamda yatağa düşüyor. Bu sebeple, “Türkiye’de artık kriz yaşanmaz” demek “Türkiye’de ihtilâl olmaz” demek anlamına geliyor. Tabiî ki şartları yerine getirilirse ihtilâl de olmaz, ekonomik kriz de... Ama demokrasiden nasibini almamış bazı siyasiler ve siviller, ‘ihtilâlsever’ olursa maalesef her iki musibet de yaşanabilir.
MÜSİAD’ın (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) hafta sonu Kahramanmaraş’da düzenlediği ve Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın da konuşmacı olarak katıldığı Genel İdare Kurulu (GİK) toplantısı sonrasında basın mensuplarıyla birlikte Başkan Ömer Bolat’la bu konular üzerine sohbet etme imkânı bulduk. 19 Nisan 2008’de yapılacak Genel Kurul sonrası başkanlığı yeni bir isme devredecek olan MÜSİAD Başkanı Bolat, ekonomik kriz ihtimali noktasında ihtiyatlı konuşuyor. “Yavaşlama ve durgunluk var, ama kriz yok şimdilik” diyen Bolat, Türkiye’nin 2007’de siyaseten zor günler geçirdiğine, dünya ekonomisinde de taşların yerinden oynadığına dikkat çekiyor. “Eskiden KİT’lere dayanan bir ekonomi vardı. Yüksek enflasyon üreticiyi memnun ediyordu. Şimdi ise, düşük enflasyon sebebiyle üreticiler zorda, tüketiciler sevinçli. Yoğun gündem sebebiyle de ekonomi ikinci planda kaldı. Dikkatler yeniden ekonomiye yönelmeli” diyen Bolat, bir sorumuz üzerine de “AB’ye uyum noktasına da ağırlık verilmeli. Ama Avrupa Birliği yöneticileri de -Merkel ve Sarkozy örneklerinde olduğu gibi- Türkiye’nin işini zorlaştırmamalı. Sürecin kesilmesi önlenmeli” şeklinde konuşuyor.
Üniversite ve YÖK reformlarında ilerleme sağlanamadığına da dikkat çeken Bolat, “ekonomik sıkıntı varken, hükumetin başörtüsüyle ilgilenmesi”ni eleştirenlere katılmadığını da ifade ederek şöyle diyor: “Tek başına iktidara gelen bir hükümetin yasağı kaldırmak istemesinden tabiî ne olabilir? Aksine geç bile kalınmış...”
‘Şimdilik’ ekonomik kriz yok, ama şimdiden ‘tedbir’ almak en iyisi...
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Büyük tezgâh” |
|
Ankara son dönemde bir dizi oynuna teşne hale getiriliyor. Türkiye göz göre göre başkalarının çıkar savaşının içine sürükleniyor.
Amerikalı generallerin “Türkiye’nin terör örgütü ile diyalog kurması”nı önermeleri, tesâdüf değil. İşgalin başından beri beş yıl Kuzey Irak’taki Amerikan birliklerinin komutanı olan ve Süleymaniye’de Türk özel kuvvetlerine baskın yapılıp başlarına çuval geçirilmesinin birinci derecede sorumlu olan Korgeneral Raymond Odiermo’un, “Türkiye PKK işbirliği” önerisi, dil sürçmesiyle ortaya çıkmış fevrî bir şey olamaz.
Pentagon’da önemli görevlerde bulunan ve Irak’taki işgal başarısından dolayı Amerikan Kara Kuvvetleri Komutan yardımcılığı göreviyle ödüllendirecek olan üst düzey bir generalin Pentagon ve Amerikan yönetiminden habersiz konuşmaz.
Bu durum, ABD’nin sınırötesi kara harekâtına verilen iznin arkasındaki “büyük tezgâh”ın bir defa daha doğruluyor. Sözkonusu “askerî harekât”ın ABD’nin Türkiye ve bölge üzerindeki senayoya âlet edildiği iddiasına kuvvet veriyor.
Amerikan genel siyaset konseptinin bölgeye yönelik ana stratejisi, Türkiye’nin 40 bin insanın katline sebebiyet veren cani terör örgütüyle masaya oturmasıyla kalmıyor ve Kuzey Irak’ta kukla bir devletle de kalmıyor. Türkiye’nin Güneydoğu’sunu binbir desîse ve fitne ile koparma oyunu da oynanıyor.
* * *
“Kürt sorunu”na “siyasî çözüm” bahanesiyle “özerklik”le başlayan ve “ferderatif sistem”e vardırılan Anadolu’nun Güneydoğusunu koparma oyunu, sinsî taktiklerle sürdürülüyor. Talabani’nin Ankara ziyaretinin de, sözkonusu “büyük tezgâh”ı Türkiye’ye kabul ettirme amacını taşıdığı anlaşılıyor. Çankaya’da Gül’ün yanında söylediklerinin satır aralarında, Türkiye’ye bu “büyük tezgâh”a teşne etme taktiği açıkça sırıtıyor.
“Türkiye’ye bir Kürt kedisi vermem’ demedim, ‘bir Irak kedisi vermem’ dedim; buna Irak anayasası müsaade etmez” tashihi, gizlenen “büyük tezgâh”ı ele veriyor. Çeyrek asırdır Türkiye’ye yönelik maddî ve mânevî tahribatta bulunan terör örgütü elebaşlarını “Irak anayasası”na göre teslim etmeyen Talabani, tıpkı ağababası Bush gibi konuşuyor. Sıkıştığında, hukuka, insan haklarına ve hürriyetlerine saygısı varmış gibi, istediği zaman rahatlıkla çiğneyip altüst ettiği yasaları öne sürüyor…
Irak anayasası, okyanuslar ötesinden gelenlerin yüzbinlerce askerle Irak’taki hükûmeti devirip ilk hafta içinde sekiz bin Iraklının katledilmesine müsaade ediyor mu? Irak halkının malı olan devletin elindeki petrol tesislerini ve rezervlerini 30 yıllık uyduruk anlaşmalarla Bush’un yardımcısı Cheney ve Dışişleri Bakanı Rice’in ortak olduğu uluslararası petrol şirketlerine peşkeş çekilmesi, Irak anayasasının hangi maddesine göredir?
Irak anayasası, hergün onlarca, yüzlerce Iraklının öldürülmesine müsaade ediyor mu? Savaş uçaklarının kentleri, köyleri, mahalleleri, pazarları bombalaması, şımarık conilerin küstahça gün ortasında, sahur ve iftar vakitlerinde evlere baskın yapılıp binlerce, onbinlerce Iraklının tutuklanıp cezaevlerine gönderilmesi, işkence edilip kurşuna dizilmesi, Irak anayasasına göre mi?
* * *
Türkiye’nin bir demokrasi sorunu olduğu ortada. Demokratikleşmede, insan hak ve hürriyetlerinde bir yığın eksiği var. Şüphesiz yalnız bir bölge için değil, bütün vatandaşlar için, inanç hürriyetinden ifâde hürriyetine kadar demokratik değerleri hayata geçirmesi, özgürlükleri geliştirmesi gerekiyor…
Ancak tıpkı Bediüzzaman’ın Osmanlının son yıllarında yine “muhtariyet” ve “adem-i merkeziyet” talebiyle “meyl-i iftirakı (ayrılık hissini) tahrikle Fransa’da akdettikleri bir “mukavele”yle Kürtleri Ermenilerin yanına çekip Osmanlı’dan ayırmaya çalışan Ermeni Bogos Nubar Paşa ile Şerif Paşa’ya verdiği cevapta olduğu gibi…
“Kürdlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar” diyen Bediüzzaman, İslâmiyetin herhangi bir ırkın diğer bir Müslüman halk aleyhine menfî bir surette kullanılmasını kabul etmediğini belirtir. Hakikî Kürtlerin kimseyi kendilerine “vekil-i müdafi’ (savunma avukatı)” kabul etmediklerini bildirir.
Sözde “Kürtlerin hakkı”nı savunan bir iki dernekle beş on kişinin, “büyük bir tezgâh”ın âleti olduklarını haber verir.
“Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor. Kürtler ecnebî himâyesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ediyorlar. Eğer Kürdlerin serbest-i inkişâfını (demokratik ve hürriyetlerin geliştirilmesini) düşünmek lâzım gelirse; bunu Bogos Nubar Paşa ile Şerif Paşa değil, devlet-i âliye (Osmanlı devleti) düşünür” diye plânlarını deşifre eder. (Asâr-ı Bediiye, 520-521)
“Güneydoğu meselesi”ni Türkiye’nin Meclisi düşünsün; “büyük tezgâh”ı tezgâhlayan Amerikan Kongresi ya da Bush ile bölgedeki işbirlikçi avaneleri değil…
10.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|