Dünya çapında yapılan bir araştırma raporunda, son 25 yıllık ilmî gelişmeye Türkiye'nin yüzde 1'lik bir katkısının dahi bulunmadığı ifade ediliyor. (TÜBİTAK; Türkiye Bilimsel Yayın Göstergeleri)
İlim/bilim sahasında gelişme kaydedecek olan kurum ve kuruluşların başında, şüphesiz ki okullar, üniversiteler gelir.
Ee, buralarda da tam 25 senedir yasaklar kaskatı şekilde uygulandığından, dünya çapındaki ilmî gelişmelerin uzağında kalmamız gayet normal sayılır.
Eminiz ki, bilime değil de "yasaklara katkı" konusunda bir araştırma yapılmış olsaydı, Türkiye dünyanın birincisi olurdu.
Yani, kendimizi o kadar gerilerde görüp de eziklik kompleksine girmeyelim.
Evet, övünmek gibi olmasın ama, bazı konularda dünya birincisiyizdir.
Siz bakmayın bize ödül–mödül verilmediğine.
Başarımızı çekemiyorlar; açıkça kıskanıyorlar bizi.
Boşuna söylenmiyor "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" diye...
Final: Bize herkes düşman gibi bakıyor sanki...
Acaba vehim mi, kuruntu mu, yani sanal mı bu?
Evet, sahi değil sanal...
Ama, sahi olan şudur ki: Biz bize daha çok düşmanız ve kimse yapmaz/yapamaz bizim bize yaptığımızı.
Onun için, hayal ve hamaseti bırakalım da, merdane şekilde hakikatin özüne, yüzüne doğru bakalım.
DİKKAT
Hile ve hilebazlar
Ajans haberlerine göre, Jandarma Hastanesinde beş doktor tarafından muayene edilen DTP Genel Başkanı Demirtaş "sağlıklı" bulunmuş.
Yani, çürük raporuna rağmen "askerliğe elverişli" çıkmış.
Buna göre, çürük raporunun sahte olduğuna hükmedilecek.
Demirtaş için görünen yol haritası şudur: "Askerlikten kurtulmak amacıyla hile yapmak" suçuyla önce muhakeme edilecek, ardından da askere yollanıp silâh altına alınacak.
Ancak, önemli bir nokta var ki, hâlâ karanlıkta.
O da şudur: Demirtaş, tek başına böyle bir hileyi yapamaz.
Ortakları, iştirakçileri mutlaka vardır.
Evet, hile ile rapor alan bir hilekâr varsa, ona bu raporu veren, onaylayan ayrı bir hilekâr daha vardır.
Bu iş, tıpkı rüşvet olayı gibidir: Alan varsa, mutlaka veren de var.
Dolayısıyla, yapılacak olan tek taraflı bir muhakemenin âdil olacağına inanamıyoruz.
GÜNÜN TARİHİ 27 Aralık 1928
Osmanlıca tabelaya ağır cezalar
Aralık ayı başında getirilen kànunî mecburiyet gerekçesiyle, eski harflerle (Osmanlıca) yazılı tabelalarını değiştirmeyen dükkân ve mağaza sahiplerine cezaî müeyyide uygulanmaya başlandı.
İlk uygulama, İstanbul Belediyesi tarafından gerçekleştirildi.
O tarihte, belediyelere bu tarz yetkiler verilmişti. Böylelikle, halka hizmet vermesi gereken bu kurumlar, maalesef resmî ideolojinin âleti olup halkın mânevî ve kültürel değerleriyle mücadele eden kurumlara dönüştürülmüşlerdi.
Hürriyet ve demokrasinin tümüyle dışlanmış olduğu 1928'ler Türkiye'sinde, CHP tekelindeki Millet Meclisinde 1 Kasım günkü oturumda Latin harfleri kabul edilmiş, 1 Aralık'ta da bu harfleri her sahada kullanmanın mecburi, Osmanlıcanın ise aynı paralelde yasak olduğu şartı konulmuştu. Bu tarihten itibaren, halkın yüzde 99'u cahil sınıfına düştüğü gibi, milyarlarca eseri barındıran kadim kütüphaneler de birer "tarih mezarlığı"na dönüştü.
Bu durumda, başkaca söz söylemeye hacet yok.
Aradan geçen zaman içinde, bu tür bir dayatmanın, insanî, vicdanî, millî ve medenî değerlerle ne ölçüde bağdaşıp bağdaşmadığı ise, milletin ekseriyeti tarafından herhalde anlaşılmıştır kanaatindeyiz.
Türk harfleri mi, yoksa Latince mi?
Latin harflerinin Meclis kararıyla kabul edilişini manşetten haber yapan Cumhuriyet gazetesi, ilk bir ay boyunca Latince–Osmanlıca neşriyatta bulundu. 1 Kasım 1928'den itibaren ise, tümüyle Latinceye dönüş yaptı.
Zira, o tarihte Osmanlıca alfabe ve rakamlara kesin bir dille yasak getirildi. Nitekim, kısa bir süre sonra eski tabelasını değiştirmeyen dükkân ve mağaza sahiplerine ağır cezalar kesildi.
Burada dikkate değer bir başka nokta şudur:
Ecdat yadigârı ve bin yıllık kültür mirası olan Osmanlıca yazısının yasaklanıp Latince mecburiyetinin getirildiği bu ecnebi uygulamaya "yeni Türk alfabesi" ismi verildi... Oysa, bu yeni harflerin ne Türkçe ile ne de Türklükle bir alâkası vardı. Bu yeni harfler, adıyla sanıyla Latinceydi.
Latincenin mecburi kılınması ayrı bir tartışma konusu iken, Osmanlıcanın, dolayısıyla Kur'ân lisanı da olan Arapçanın yasaklanması hadisesi ise, yakın tarihimizin en garabetli bir sayfası, yahut safhası olsa gerektir.
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|