|
|
Nejat EREN |
Mânevî atmosfere girebilmek |
|
“İnsan merkezli” bir zamanda ve dünyada yaşıyoruz. Hâl böyle olunca da, dünyada yapılan bütün faaliyet ve plânlar da “insana” bağlı ve odaklı oluyor. Bu olayın da iki boyutu var: Maddî olarak hayata bakan insanlar. Mânevî olarak hayata bakan insanlar.
Maddî olarak hayata bakan insanlar, büyük ölçüde, felsefe ve Batı Medeniyetinin tesirindedirler. Burada her şey “insanın” dünyalık zevki ve rahatı için yapılmaya çalışılıyor. Başta teknoloji olmak üzere, yiyecek, giyecek, ulaşım, haberleşme, turizm, ev, araba, spor… Hülâsa her türlü zevk ve yaşantı bu çerçevede değerlendiriliyor.
“Felsefe ve batı medeniyetinin” hegemonyasındaki bu şartlarda başarıyı sağlamak için kullanılan en önemli ve öne çıkan araç ve metotlar da; “dikkat”, “motivasyon” ve “konsantrasyon” gibi şeylerdir. Bu konuya ağırlık vererek bu alanda da gerçekten büyük başarılar elde etmişlerdir.
İnsanın maddî boyutunun yanında mânevî değerlerini de birlikte değerlendiren semâvî dinlerin konusu ise çok daha farklı ve derindir. Buna rağmen bilhassa Müslümanların başarısızlıklarının başında bu değerlerin özünde var olan meşrû şartları ve “olmazsa olmazları” kullanmamaktan çıkan başarısız neticeler vardır.
Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle, “mimsiz medeniyet” tarafından, beyni ve fikri darmadağın edilen bîçâre insanın, işinde ve meslek hayatında başarıyı yakalaması için, tam olarak kendini tanıması, insanlığının kıymetini bilmesi ve değerlerine sahip çıkması ve kendine dönmesi gerekmektedir.
İnanan insanların ruh, akıl ve kalp dünyalarında gerçek bir huzuru sağlayacak olan işin “mânevî boyutunda” ibadetlerin “kabul şartları” diye bilinen “olmazsa olmazlar” vardır. Bunların terkinde de gerek şahsî, gerek toplumsal felâketler olagelmiştir. Bunun için gerçek kulluk ve insanlık için lâzım olan şartlar:
Dâvâda “fani olmak,” “mânevî atmosfere girmek,” “fenâfillâhı” yakalamak, “resmî ve ruhsuz” hallerden kurtulmak. Hakk’ın rızasını kazanmak.
Bunun için de, kulun Allah’a karşı farz olan vazifelerinden olan namaz, hac, oruç, zekât gibi ibadetleri ifa ederken takındığı tavır ve kendi iç dünyasındaki ruh ve hissî hâl, çok çok önemlidir.
Meselâ, Allah’ın en büyük emirlerinden olan, Peygamberimizin “gözünün nuru” olan, Risâle-i Nurlarda; bütün ibadetlerin şahı olarak gösterilen bir ibadet olan “namaza” karşı olan hâlimizi hepimiz bir değerlendirelim. Namaza hazırlığımızdan başlayıp, en muazzam bir ibadet olan namazın, tam vaktinde ve büyük bir huzur ve hûşû ile kılınmasına, tesbihâtına kadar itmam edilmesine olan titizlik ve dikkatimizi tek tek bir gözden geçirelim. Bu konuda ne oranda sorumluyuz? Dokuzuncu Söz’de anlatılan şekilde namazın mânâsı ve konumuna uygun bir tefekkür halinde namazlarımızı edâ edebiliyor muyuz? Kalp, ruh, hislerimizi tatmin edecek şekilde zevk ve lezzet veren bir ibadeti icra etme mutmainliği vicdanlarımızda oluşuyor mu? Hepsinden çok daha önemli olan, namazlarımızı, Allah ve Resûlünü memnun edecek makamda edâ ediyor muyuz? Sahabelerdeki ibadet sırrına erme yolunda bir gayretimiz içersinde miyiz?
Meselâ, oruç tutarken, dünyevîlikten ve arzîlikten uzak, sadece Allah rızasına matuf olan ve insanı, “melekiyet” makamına ulaştıracak çok etkili bir “nefis terbiyesi” anlayışıyla mânevî bir yolculuk olduğu şuuru ve huzuruyla açlığı kabullenme ve tamamlayabilme hâsıl olmuş mudur?
Meselâ, hac ibadetini yerine getirirken, meleklere arkadaşlık edecek ve bütün dünyevî zevk ve arzuları geriye atarak, o muazzam meşakkatlere katlanmayı göze alıp “çileden” zevk ve saadet çıkarabilme zevkini tâ gönülden ve kalpten hissedebilme şuuru dikkate alınmış mıdır? Yoksa alış veriş ziyareti görüntüsü mü öne çıkmakta, kafalarda izler bırakmakta mıdır?
Meselâ, zekâtını verirken bunu maddî varlığından bir eksilme değil de, aksine malın “kirinden” arındırma ve temizleme olduğu şuuruyla ve hemcinsi olan insanlarla Allah’ın verdiği nimeti paylaşma olduğu saadeti ve şuuruyla hareket edilebilinmiş midir?
Meselâ, kurbanını alırken de, keserken de, bunun bir “kurbiyet”, yani, Allah’a “yakınlaşma” olduğu şuuruyla yaşayıp hareket edebilme göz önünde bulundurulmuş mudur? Dünyevîler tarafından “et” ve “deriye” indirgenen sığ ve basit hâletten ve “magazinlikten” tamamen uzak olan peygamber yolunu hatırlatan şahane bir ibadeti gönül huzuruyla yapabilme zevkini tadabilmek hedeflenmiş midir?
Evet, bütün ibadetlere başlarken de, icrâ ederken de, Kur’ân ve sünnette emredildiği, ifade edildiği, tavsiye edildiği şekil ve usûle uygun olarak yapma bahtiyarlığını yakalayabilmeyi Cenâb-ı Hak, hepimize ve bütün Müslümanlara nasip etsin. Âmin.
Not: Bu münasebetle, gerçek ibadet sırrına ermeyi Rabbimden niyaz ediyor ve bütün âlem-i İslâmın geçmiş mübarek Kurban bayramını tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Bir bayram daha böyle geçti.
Kimi sılaya ulaştı, kimi gurbetin acı hicranını yaşadı.
Edebiyatımızda gurbetin önemli bir yeri vardır. Birçok şiir ve romanlar gurbet üzerinedir.
Sazlar, sözler, nağmeler...
Hepsi ama hepsi gurbeti anlatır.
“Bir yiğit gurbete gitse gör başına neler gelir.
Garip sılayı andıkça gör başına neler gelir”
Hele gurbetin hicranı bayram sabahlarında bir başka yankılanır gönüllerde ve gözyaşlarında.
Birde sılaya ulaşanların dünyasında buluşma ve ayrılık gözyaşları tanecikler halinde gözlerden dökülür.
Gelen gider, giden gelmez. Öyle bir handır işte Dünya.
Bu duyguyu en canlı yaşayan, analar ve yavrulardır.
Şöyle derinlemesine bir düşündüğümüzde, her insanın gurbeti kendi âleminde yaşadığını görürüz.
Ruhlar âleminden başlayan uzun yolculuğun sadece bir istasyonudur dünya.
Anne karnı, dünya hayatı, kabir âlemi, mahşer yeri, sırat köprüsü, Cennet veya Cehennem...
Bu anlamda her yolcu yolunu bilmelidir.
Yüzde doksan dokuz sevdiklerimiz, ebedî âlemde.
Buradakiler sadece yüzde birdir. Asıl gurbet, ahiret âleminde yaşanır. Anne Cennette, baba Cehennemde... Dede Cennette, torun Cehennemde... Oğul Cehennemde, baba Cennette, kızı Cehennemde... Böyle bir manzara ne acı. Bir daha buluşma, birleşme ve de kucaklaşma artık yoktur...
Dünyadaki ayrılıklar ve gurbetlerde yaşanan hicranlar buna kıyaslanırsa gurbetler çok hafif kalır. İnsanın ana mihenk noktası aslında bunlar olmalı. Bu âlemde bir ve beraber olduğumuz gibi âhirette, yani Cennette de bir ve beraber olmak her insanın arzusudur.
Kabir hayatını yaşamış bir insanın eğer dünyaya dönme ihtimâli olsa ve bize olup bitenleri bir bir anlatsa, elbette bizim ders alacağımız bir çok şey bulunabilir.
Veya geçmişte ya da sonra yaşayacağımız acı hayat manzaraları bize gösterilse acaba hayatımızda ne gibi değişiklikler olur bilemiyorum.
“Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde, hepsi başka biçimde” diye devam eden musikinin nağmeleri bu mânâları dile getiriyor. Gurbeti aramıyoruz. Çünkü gurbet bizim içimizde.
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hadsiz adetle tesbihât |
|
Cenâb-ı Hak sayısız nimetler ihsan etmiştir bize. Saymaya kalksak saymakla bitiremeyiz.
Bunların herbiri ise hamd ve şükür ister. Bazı melekler gibi kırk bin dilimiz olsa yine şükrünü ödeyemeyiz.
İşte burada, Sözler’de (24. Söz; 4. Dal) denildiği gibi küllî bir niyet ve hadsiz bir itikad devreye girer. Namazda “Et-Tahıyyatü lillâh” derken bu küllî niyet ve hadsiz itikadla demek istiyoruz ki, “Ya Rabbi, yaratıkların hayatları boyunca Sana takdim ettikleri kulluk hediyelerini, ben kendi hesabıma hepsini birden Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadarını Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, daha fazlasına lâyıksın.”
İşte bu niyet ve itikad pek geniş ve küllî bir şükürdür.
Aynı yerde zikredilen hadsiz adetle yapılan tesbihatlardan birisi de: “Sübhâneke ve bihamdike adede halkıke…” diye başlayan, “Mahlukatın, Zâtının hoşnutluğu, Arşının ağırlığı, kelimelerinin mürekkebi adedince Sana hamd ederek Seni tehzih ederiz. Bütün peygamberlerinin, evliyalarının ve meleklerinin tesbihatıyla Seni tesbih ederiz”1 meâlindeki duâ.
Duânın birinci kısmı, yani, “Mahlukatın, Zâtının hoşnutluğu, Arşının ağırlığı, kelimelerinin mürekkebi adedince Sana hamd ederek Seni tehzih ederiz” meâlindeki kısmı Buharî’de “o” zamiriyle yer alıyor. Mü’minlerin annesi Hz. Cüveyriye’nin rivayet ettiğine göre birgün Kâinatın Efendisi (a.s.m.) sabah namazını kıldıktan sonra erkenden çıkmış. Hz. Cüveyriye ise o esnada tesbihle meşgul. Peygamberimiz (a.s.m.) kuşluk vaktinden sonra dönüyor ve Hz. Cüveyriye’nin hâlâ orada durduğunu görüyor ve “Senden ayrıldığımdan beri hep aynı halde misin?” diye soruyor. O da, “Evet, ya Resûlallah!” diye cevap verince, “Senden ayrıldıktan sonra dört kelimeyi üç defa tekrarladım. Bugün yaptığın zikirle tartıya girse, mutlaka ona ağır gelirdi” diyor ve yukardaki tesbihatı söyleyerek ağır basan bu kelimelere dikkat çekiyor.
Bediüzzaman Hazretleri Sözler’de bu duâya yer verdikten sonra, duânın “hadsiz adetle tesbih” olduğunu belirtiyor.2
Yine aynı yerde “Bütün mahlûkatının bütün tesbihatı ve bütün masnûatının dilleriyle Seni tenzih ederiz” diyen bir kişinin bütün varlıkları kendi hesabına söylettirdiğine, “Allah’ım, kâinatın zerreleri ve terkip hâlindeki varlıkları adedince Hz. Muhammed’e salât eyle” derken de herşey namına bir salâvat getirdiğine dikkat çekiyor.
Hadsiz nimetlere ancak hadsiz adetlerle yapılan tesbihatlar yakışır.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Daavat: 10.
2- Sözler, s. 325.
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Musibetler ve kader inancı |
|
Fatih Bey: “Hastalıkları, doğuştan sakatlıkları kader açısından değerlendirir misiniz?”
Hastalıkların, doğuştan getirilen sakatlıkların, sonradan meydana gelen özürlerin ve muhtelif yaratılış eksikliklerinin görünen acı ve ıztıraplı yüzüne bakıp hüzne kapılmamalı, kusurlu bir biçimde dünyaya geldiğine pişmanlık göstermemeli; perde arkasındaki büyük mükâfat cihetine, eşsiz güzelliğine ve Allah’ın rızasını kazanmaya elverişli yüzüne bakıp sabretmelidir.
Bediüzzaman Hazretlerine göre, musibet ve hastalıklarda insanın üç vecihle şikâyete hakkı yoktur:
1- Cenâb-ı Hak insana giydirdiği vücut elbisesini sanatına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut elbisesini o model üstünde kesiyor, biçiyor, değiştiriyor, muhtelif isimlerinin cilvelerini gösteriyor. Şafi ismi hastalıkları istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı ve susuzluğu gerektiriyor. Ve hâkezâ… Mülk sahibi Allah’tır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf etmeye elbette hakkı vardır.
2- Hayat musibetlerle ve hastalıklarla arınır, olgunlaşır, kuvvet bulur, yükselir, netice verir, mükemmele ulaşır ve hayatî vazifesini yapar. İstirahat içinde monoton, tekdüze ve hastalıksız bir hayat, mutlak hayır olan vücuttan ziyade, mutlak şer olan yokluğa daha yakındır ve yokluğa bakar.
3- Bu dünya bir imtihan meydanı ve bir hizmet yurdudur. Lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem hizmet yurdudur ve ibadet mahallidir. Hastalıklar, sakatlıklar ve musibetler -dinî olmamak ve sabretmek şartıyla- o hizmete ve o ibadete çok uygun düşüyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şikâyet değil, şükretmek gerektir.
Said Nursî Hazretlerine göre ibadet iki kısımdır:
1-Müsbet ibadet. Bu kısım, bildiğimiz namaz, oruç, zekât ve hac gibi irademize bağlı olarak yaptığımız ve yapılması Cenâb-ı Hak tarafından emredilen ibadetlerdir.
2-Menfî ibadet. Bu kısım ibadet, hastalıklar, sakatlıklar, musibetler ve âfetler gibi insanın iradesi dışında gelip, insana Allah’ın aciz ve zayıf bir kulu olduğunu tam bildiren tecellilerdir. Bu yol ile musibete uğrayan, sakat kalan, hasta olan ve sıkıntı çeken kul zayıf olduğunu, aciz olduğunu tam hisseder, Rabb-i Rahîm’ine tam yönelir, tam sığınır. Yalnız O’nu düşünür, yalnız O’na döner, yalnız O’ndan yardım ister, yalnız O’ndan medet bekler, yalnız O’na yalvarır. Böylece halisane ve masumane bir ibadet dairesi içine girer. Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın yardımı, merhameti ve inayeti olmasa bir hiç olduğunu tam hisseder. Bu tür ibadete riya girmesine imkân yoktur. Onun için halistir.
Musibete uğrayan, hasta olan, sakat doğan veya sakat kalan kişi eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o zaman her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hatta öyle hastalar, özürlüler, sakatlar ve musîbetzedeler var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçmektedir.
Üstad Bediüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak hadsiz kudretini ve sonsuz rahmetini göstermek için insanı hadsiz derece aciz ve sonsuz derece fakir yaratmıştır. Hem isimlerinin hadsiz nakışlarını göstermek için insanı hadsiz elemlere ve lezzetlere mazhar kılmıştır. Nitekim insanın mahiyetinde yüzlerce duygu ve latîfe vardır ki, her birisinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazîfesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Âdeta büyük insan olan kâinatta tecellî eden bütün isimlerin, küçük kâinat olan insanda da cilveleri vardır. Sıhhatte ve âfiyette olmak, lezzetleri hissetmek, güzel tatları tatmak ve mutlu olmak gibi nimetler nasıl şükür gerektirir ve şükür dedirtir, o vücut makinesini çok cihetlerle vazifesine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olursa; musibetler, hastalıklar, özürler, sıkıntılar, dertler, elemler ve muhtelif arızalar da o vücut makinesinin diğer çarklarını harekete getirir, heyecan verir. İnsanın mahiyetine konulmuş olan acz, zaaf ve fakr madenini işlettirir. Böylece insan yalnız bir dil ile değil, her bir azanın dili ile Allah’a sığınır, duâ eder, Allah’tan ister ve Allah’a niyaz eder. Güya insan o arızalar dili ile ayrı ayrı binler kalem hükmünde hareketli bir kalem olur. Hayat sayfasında misal âlemine giden levhalarda hayatının şükürlerini, zikirlerini ve tesbihlerini durmadan yazar. Allah’ın isimlerini böylece ilân eder, Allah’ın isimlerinin manzum bir kasidesi hükmüne girer, fıtrat ve yaratılış vazifesini tam yapar.1
Allah, ehl-i imanın hastalarına acil şifalar ihsan eylesin. Âmin.
Dipnot:
1-Lem’alar, s. 16–19.
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KAPLAN |
Salih Bey ve villası! |
|
Salih Bey; lüks villasına doğru yaklaştı…
Tam otomatik garaj kapısı açılıp son model arabasını park etmek üzere iken cep telefonu çaldı!
Annesi:
“Salih oğlum bu ne gamsızlık. Baban çocukları çok özledi! Hani her hafta torunlarını babana getirecektin.
Bu mu sözünde durmak? Zaten villa diye tutturup taa nerelere taşındınız!” deyince.
Salih Bey:
“Söz anneciğim… Akşam getiriyorum çocukları babama ve sana. Doya doya sevin bıdırcıklarınızı!” deyip telefonunu kapatır kapatmaz bu defa da eşi Leyla Hanım aradı ve:
“Salih hayaaaaatım söyle bakiyim kiminle görüşüyordun öyle? Baksana hayatım akşama İsmail Beyler bize gelecek… Pencereden görüyorum, park ettin ama bir zahmet şu köşedeki pastaneden tatlı-tuzlu bir şeyler alıver akşam için…” dedi.
“Hayatım annem arıyordu. Babam çocukları çok özlemiş akşama onlara gidecektik. Ne olacak şimdi?!”
Şeklinde cevap verip öylece kalakaldı!
Eşi Leyla Hanım:
“Aşkııııııım sen merak etme. Ben annemleri arar gidemeyeceğimi uygun bir dille anlatırım. Onlar halimizi anlar…” deyince de çâresiz pastanenin yolunu tuttu!
***
Akşam…
Salih ve İsmail Beyler sohbet ediyorlar.
İsmail Bey soruyor:
“Salihçiğim işler nasıl?”
"Allah bereket versin; atıyoruz üç-beş milyar her gün kasaya…. Eski işler yok ama!”
Ama demesine fırsat kalmadan:
Zıııııırrrrrrrrrrr….
Diye acı acı çalıyor Salih Beylerin ev telefonu!
Telefonda hüngür hüngür ağlayan annesi Salih Bey’e şöyle diyor:
“Evladım yetiiiiiş… Salihçiğim baban vefat etti…
Sizlere ömür yavruuuum. Yetiş çabuk!”
***
Saygıdeğer okuyucular:
Anneniz ve babanız hâlâ hayatta iseler değerlerini iyi bilin!
Benim yerime de öpün ellerini!
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
84. yıl marşı: Fukaralık |
|
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ‘’2006 Yoksulluk Çalışması Sonuçlarını’’ açıklamış. Buna göre, Türkiye’de 2006 yılı itibarıyla yaklaşık 539 bin kişi açlık sınırı, 12 milyon 930 bin kişi de yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
Türk-İş’in yaptığı ve aynı gün açıklanan hesaplamalara göre de, bu yıl mutfak enflasyonu önceki yıla göre yüzde 11,84 artmış. Dört kişilik ailenin Aralık’ta açlık sınırı yaklaşık 688, yoksulluk sınırı 2 bin 241 YTL’ye olarak belirlenmiş. (AA, 26 Aralık 2007)
Tabiî ki rakamların gerçekleri ne ölçüde yansıttığı tartışılabilir. Ancak ortada bir vak’a var: Ülke olarak zenginleştiğimiz, millî gelirimizin arttığı ifade ediliyorsa da, bu zenginliğin dağıtılmasında problem yaşanıyor. Zenginler daha zengin olurken, fakirler de daha fakir olma yolunda ilerliyor.
Türkiye İstatistik Kurumunun, yoksulluk konusundaki çalışmasının sonuçlarını duyunca, geçmiş yıllardaki ‘söylem’leri hatırladık. Meselâ, cumhuriyetin ilanının 10. yılında bestelenen ve 28 Şubat süreci sonrasında da tazelenen meşhur bir marş vardır. Bu marşa göre, 10 yılda 15 milyon genç ‘yaratılmış’tı her yaştan...
Şiire göre durum böyle, ama görüldüğü gibi gerçekler daha farklı. Cumhuriyetin ilânının üzerinden 84 yıl geçti ve bir devlet kurumu, acı gerçekleri gözler önüne serdi: Yaklaşık 13 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor!
Bu araştırmaların neticesi; sloganla, hamâsetle, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ demekle mesafe alınmadığının delilidir. Türkiye’yi ‘idare eden’ler bu tabloyu iyi tahlil etmeli ve probleme iyi teşhis koymalıdırlar.
Ayrıca, “Bu tablo kimin eseri?” sorusunun da cevabı araştırılmalıdır. Bu tablodan dolayı her halde ‘sade vatandaş’ suçlanamaz. Bu tablonun sorumluları, “millete rağmen, millet için” anlaşıyında olanlardır. Çünkü onlar, her fırsatta milleti ‘cahil oy çoğunluğu’ olarak görmüş ve ona göre davranmışlardır. (‘Cahil oy çoğunluğu’nın son yıllardaki tarifi değişti. Şimdi ‘göbeğini kaşıyan adam’ diyorlar.)
Ülkenin ve yaşayanların fakirlikten kurtulması şunun için önemli: Hatırlanacağı üzere fakirlik, ‘üç büyük düşman’dan biridir. Diğer iki büyük düşman, cahillik ve ihtilaftır. Bu üç düşman bir araya geldiğinde krizler çıkmakta ve ülke geriye gitmektedir. Babalarımıza nisbetle daha zengin olmamız, bu gerçeği değiştirmiyor.
Türkiye; fakirliği mağlup edemediği sürece, slogan atarak, hamaset edebiyatı yaparak bir yere varamaz. Toplamda millî gelirimizin artması da derde çare olmuyor. Zenginliğin tabana yayılması ve adaletli bir gelir dağılımı şart. Bunun yolu da Türkiye’yi idare edenlerin konuyu ciddiyetle ele almasından geçiyor.
Bu araştırma ve tesbitler, ‘rapor’ olarak kalır ve gereği yapılmazsa, önümüzdeki yıllarda bu sayı katlanarak artar. Bilhassa ekonomik konularda önemli bir dönüm noktası olacağı ileri sürülen cumhuriyetin 100. yılında (2023) yazılması muhtemel ‘marş’ta “100 yılda 25 milyon fakir/ fukara/ muhtaç insan buluştuk” dememek için biraz daha gayret...
Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak istiyorsak, ‘üç düşman’ olan; cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilafı bertaraf etmeyi başarmalıyız.
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Türkiye’nin meselesi... |
|
Bediüzzaman, daha Osmanlının son döneminde, “ayrılıkçı” düşüncelere karşı, Kürtlere hitaben yazdığı bir makalede, “İttifakta kuvvet var, ittihada hayat, kardeşlikte saadet ve selâmet vardır” diye ikaz eder. “İttihadın ipini (zincirini) ve muhabbetin şeridini iyi tutun ki, sizi belâdan halâs etsin” diye, birlik ve beraberliği tembihler.
“Milyonlarla şühedânın (şehidlerin) bahasına kanlarını verdiği İslamiyet” başta olmak üzere, “civânmertlik ve insanlığı halkın nazarında dünyaya göstermenin” ve “ruhu İslamiyet, aklı iman ve Kur’ân olan milliyetimizin korunması”nın lüzûmunu nazara verir.
“Cehâlet, fakirlik, keşmekeş ve dahilî ihtilâf” olarak teşhis ettiği üç düşmana karşı, “şimdi bize üç elmas kılıç lazımdır; ta ki üç cevherimizi muhâfaza ve üç düşmanımızı mahvetsin” diye açıklar.
Ve “din, nâmus ve gayret lisânıyla muhâfazası”nı istediği bu “üç kıymettar cevher”in en birincisini “ittihad-ı millî” olarak belirler. İkincisini “ sa’yi insanî (insanî hizmet ve emek) ve üçüncüsünü de yine “muhabet-i millî” olarak sıralar. (Asâr-ı Bediiye, 452-453)
Bediüzzaman’ın bundan yaklaşık bir asır önce devrin gazetelerinde ve çeşitli zeminlerde ifade ettiği bu temel tezlere bu ülkenin bugün de büyük bir ihtiyacı vardır. Hakikaten günümüzde “Güneydoğu meselesi”nin, “sa’yi insanî”nin yanısıra, “ittihad-ı millî ve muhabbet-i millî” ile ancak çözüme kavuşabileceği, dünden bugüne gelişen olaylarla ortada…
* * *
Bundandır ki ifsad odakları, Bediüzzaman’ın, “Bu ittihadla altıyüz seneden beri, bayrak-ı tevhidi (İslâmın tevhid ve birlik bayrağını) umum âleme karşı i’la eden (yükseltip yücelten) (…) bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim” cümlesinde özetlediği “birlik ve beraberlik mesajı”na mukabil, “ayrılık ateşi”ni alevlendirmekte; “meyl-i iftirak marâzını (ayrılık düşüncesi hastalığını)” azdırmakta; fitneyi tahrik etmekte…
Bu desise ile, tıpkı dünkü Lawrenceler gibi bugünkü Neocon’lar, politik atraksiyonlarla Irak’ın güneyinde Şîi, kuzeyinde “Kürdistan projesi”yle yalnız Irak’ı değil, “Kürt sorunu”nun kışkırtılıp terör örgütünün tasfiyesiyle “solcu Kürt partisi”ne “sağcı Kürt partisi”ni ekleyip, “muhafazakâr Kürtleri de siyasallaştırma” perdesinde ayrılıkları körüklemekte…
Çeyrek asrı aşkındır Türkiye ve bölge ülkelerine karşı kullanılan PKK terör örgütünün “kullanma miâdı” dolduğundan, Bediüzzaman’ın tâbiriyle “zındıka tarafından kullanılıp -işi bittikten- sonra kırıp atılan her âlet” gibi bir kenara itilmesi senaryosunun arkasında bu var. Esasen, hangi sâikle olursa olsun, etnik ve mezhebî ayrılıklar üzerinde siyasetin dizaynı, ırk ve mezhebe göre partilerin kurulması, fitnenin tâ kendisi.
Zira bu taktik, yeni dünya düzeninde ABD’nin “büyük Ortadoğu projesi”yle İslâm coğrafyasında ve mazlum dünyada her türlü etnik ve dinî ayrılıkları ateşleyip, karışıklık ve iç çatışmayla ırklara, mezheplere ve dillere göre ufak devletler kurmak plânının bir parçası. 50 eyaletten oluşan ABD’nin işgal ve istilada selefi İngiltere ile işbirliği yapıp özellikle Asya ve Afrika’daki güçlü ülkelerin küçük küçük devletçiklere parçalanması buna mâtuf…
Irak’ta, “Sünnî Arap” – “Şii Arap”, “Kürt”, “Asurî” ve hatta “Sünnî Türkmen”, “Şîi Türkmen” gibi ırkîve mezhebî ayrılıklara göre daha baştan anayasaya konulan kota ile sözde Irak birliği iradesinin temsilcisi meclisin ve devletin ırklar ve mezhepler arasında çapraz ayrılıklarla bölüşülmesinin hedefi bu.
Bununla “Kissinger’in önerisi”yle Amerikan Kongresinden geçen “Irak’ın üçe bölünmesi tasarısı” tatbik ediliyor. İngilizler Irak’ın güneyini Şîilere devretti; ayrı bir devlet kurmaları için. Amerikalılar da Kuzey Irak’ı peşmergelere devrediyor…
İngilizlerin ufalttığı ülkeleri, şimdi Yahudi lobisi güdümündeki Amerikan yönetimleri daha da ufaltma emelinde. BOP’un Ortadoğu’da ırklara ve mezheplere göre “küçük devletçikler” türetme plânının amacı bu.
Ve Kuzey Irak’ta “ikinci İsrail” işlevini görecek kukla bir devleti bölgenin kalbine bir hançer gibi sokuşturmanın yanısıra, terör örgütünün tasfiyesiyle “Kürt sorununu siyasallaştırma” paravanı altında “meyl-i iftirak marazı”nı Türkiye’nin içine bulaştırma peşinde.
Bin yıldır Türklerle birlikte yaşamış ve beraberce cihad etmiş Kürtleri, Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunu Pentagon’da çizilen haritalara göre Anadolu’dan koparmak komplosuyla, koca koca adamların çıkıp “Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur” diyerek, Washington merkezli projelere göre meseleyi salt “etnisite”ye indirgeyip “Kürt partileri”nin kurulması teklifleri bu açıdan dikkate değer…
Oysa Türkiye’nin meselesi, “etnik ayrılık” değil. Türkiye’nin meselesi, demokrasi ve özgürlükler sorunudur; devletin ideolojik baskıdan kurtulması ve milletle, milletin değerleriyle topyekûn kucaklaşması meselesidir. Ancak, Bediüzzaman’ın “serbestî inkişaf” dediği, “adalet ve müterâkim (birikmiş) hukuk” diye isimlendirdiği, demokratik gelişme, insan hak ve hürriyetleri de yine “ittifak”la elde edilir.
Bediüzzaman’ın Kürtlere, “Hodserâne hareket (başıbuyruk, dinlemezlik, ayrı gitmek) yok” telkiniyle olur. Zira, “ittihadda kuvvet var, uhuvette (kardeşlikte) saadet var, Hablü’l metin-i ittihada (birlik ve beraberliğin sağlam ipine) ve şerit-i muhabbete (muhabbet halatına) sarılmak zaruridir,” (a.g.e.)
Türkiye’nin meselesi budur…
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
2007’nin bitmeyenleri |
|
2007’de siyasî deprem şiddeti oldukça yüksek olaylar yaşandı. Türkiye’nin sabır eşiğini fazla zorlayan olaylardı bunlar. Kargaşanın yeni boyutlarıydı yaşanalar.
Gergin geçen cumhurbaşkanı seçiminin artçı sarsıntıları ve devlet gemisini karaya oturtma çabaları şükür ki, netice vermedi. Bir anlamda gerilimden sükûnete geçiş travmaları yaşandı. Belli başlıklar halinde konulara değinirsek;
1- Rahiplere yapılan saldırılar, gençlerin bu işlerde kullanılmaları, beraberinde bazı görevlilerle çıkan ilişki ağı, başlı başına bir muamma olmaya devam ediyor. İnşallah son bulur.
2- Ermeni meselesinde, diasporanın ekmeğine yağ süren ve içerde Ermeni vatandaşlarımızı tedirgin eden Hrant Dink cinayeti, ayrı bir gerilim sahnesi oldu. Yeni gerginliklerin habercisiyken, Allah’tan suikastçı/tetikçi genç yakalandı. Arkası kısmen çözüldü. Ancak sistemin temizlenmesi gereken bir hayli bağırsağı var hâlâ.
3- Şemdinli olayı da tazeliğini koruyarak devam etti. Yargılanmanın yönü ile birlikte ilgili mahkeme değişti. Kararlar bir daha değerlendirildi. Olan iddia makamı savcı Ferhat Sarıkaya’ya oldu. “İyi çocuklar” serbest bırakıldı. Kamuoyunu hiçbir anlamda tatmin etmeyen ve içinde kuşkular barındıran bir dâvâ önümüzde duruyor. Maalesef, bu bağırsaklar “kalın bağırsak” olduğu için uzanılamadı, tersine suç da, suçlu da ortada kaldı. Kamu vicdanında aklanmamış bir dâvâ olarak zihinlerde yer etti. Umarız emsalleri olmaz.
4- Başörtü meselesi de gündemdeki yerini korudu. Sessiz çığlıklar yeterince duyulamaz oldu. Hükümet pişkin gidiyor. Hâlâ kurumlar arası bir koordinasyon ve uzlaşma arandığı söyleniyor. Bunun açıkça ne ifade ettiği ve nasıl olabileceği, ya da olmadığı takdirde hak ihlâllerinin ağırlığı altında binlerce masumun ıstırabına, nasıl dayanacaklarını düşünmeleri gerekiyor. Tevhide, Elif Büşra örnekleri bile, başörtü yarasının bütün tazeliğiyle hükmünü koruduğunu göstermektedir. Bu kasvetli tablo, dirayetli bir siyasetle aşılmayı bekliyor.
6- Benzer şekilde katsayı adaletsizliği de sürüp gidiyor. Bir çok gencimiz, aldıkları puanlara göre tercihleri doğrultusunda bir yere yerleştirilemediler. Mağduriyetin çapı gittikçe büyüyor.
7- İki kurumun başkan değişimi de kayda değer 2007 olayları olarak zikredilebilir. Bunlardan biri Anayasa Mahkemesi Başkanı, diğeri ise YÖK Başkanı. Devlet organları içinde özel misyonlar yüklenmiş ve olağanüstü dönemlerde devlet çarkını etkileyen iki önemli kurum. Özellikle YÖK’ün “özgürlük ve bilim” özetiyle yeni dönemi açıklaması önemli bir açılımın başlangıcı olabilir.
8- Bu yılın UNESCO tarafından Dünya Mevlânâ Yılı olarak kutlanması, ayrı bir mazhariyetti Türkiye için. Bu vesileyle Mevlânâ’nın ruh iklimi programlara yansıtılmaya çalışıldı. Çeşitli yönleriyle tanıtıldı. Toplumun hafızasına Mevlânâ’nın mesajları nakşedildi.
9- Kurulan yeni üniversiteler de kayda değer bir gündemdi. Ancak rektör atamalarında yaşanan yetki aşırma taktikleri ve YÖK’ün yorum adaletsizliği yeni bir uygulamayı beraberinde getirdi. Çoğu, vekaleten bir başka eski üniversitenin himayesinde yapılandırılıyor ki, sağlıklı bir kuruluş altyapısını kurma çabalarını zora sokmaktadır.
10- Geçim sıkıntısı ve işsizlik, değişmeyen gündem olarak hayatımızdaki en derin izini devam ettirdi. Kangren bir hal. Yoksulluk ve yolsuzluk ikilisi, halkın çaresizleştiği iki hayatî mevzu. İstihdam politikaları, teşvik sistemi, girişimci yetiştirme programları istenen noktayı yakalamış değil. Umarız bu zayıf halka güçlendirilir.
11- Sağlıkta yapılan reformları ise, başarı hanesi olarak görmek lâzım. Akreditasyona geçilmesi ve devam eden iyileştirme süreci, özel sektörü işin içine çekmeye muvaffak oldu.
12- Eğitim bütçesinin birinci sıraya oturması da problemin kaynağına inme ve insana yatırım konusunda önemli ve kararlı bir adım olarak devam etmektedir.
13- Komşumuz Irak’ın işgali devam ederken, Türkiye’nin suskunluğu ve işgal kuvvetine karşı gerek sivil inisiyatif, gerekse devlet ve hükümet olarak dilini yutmuşçasına bir tepkisizlik var. Şeytan karşısında “dilsiz” kalınmıştır. Çaresizlik, aczimiz olmuştur.
14- Filistin meselesinde meşru ve seçimle gelen Hamas devre dışı bırakılmış, Batının isteği doğrultusunda yeni bir hükümet kurdurulmuştur. Filistin fiilen ikiye bölünmüştür. Hamas’ın himayesindeki bölgeler tamamen tecrit altında ölüme terkedilmiştir. İlâç ve gıda ihtiyaçları bile karşılanamamaktadır. Türkiye sonuçlar üzerinden gitmeyi kabullenmiştir. Bu durum, tutarlı bir meşruiyet yaklaşımı değildir.
Temennimiz; yeni yılda, gündemde olan, ancak sonlanamamış bu başlıkların mecrasında çözüme kavuşması ve Türkiye’nin refahına yol açacak düzenlemelerle sağlıklı bir şekilde ilerlemesidir.
27.12.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Nur kampı |
|
LANCEFIELD - Bu satırları Melbourne’e 80 km. uzaklıkta bulunan bir kasabanın yakınındaki Bench vadisinde kurulmuş bir tatil kampında yazı-yoruz.
(Buradaki kamp programıyla ilgili notlara gelmeden önce, Ballarat-Melbourne dönüşünde araba seyir halinde iken elle yazdığımız, bilahare bilgisayarda acele ile ‘tebyiz’ edilen ve kontrole fırsat bulamadan gönderilen yazıdaki tashih hataları için özür diliyoruz.)
Bulunduğumuz tatil kampı, sık ve gür ormanların çevrelediği, küçük göllerin etrafında oluşan ve sabah saatlerinde şirin kanguruların otlayıp zıpladıkları, son derece güzel manzaralara sahip bir beldeye kurulmuş.
Bazıları keselerinde sevimli ve minik yavrularını taşıyan annelerden oluşan kangurulara; tavşanlar, kirpiler ve bir kısmı bu kıtaya mahsus olan renk renk kuşlar eşlik ediyor.
Muhteşem bir san’at galerisi olarak yaratılan kâinat sarayında, kendisine ait güzelliklerinin teşhir edildiği bu özel köşedeki eşsiz sanat eserlerini temaşa ederek okunan nur derslerinin manevî lezzet ve hazzı bir başka oluyor.
Melbourne ve Sydney‘deki okurların ailecek iştirak ettikleri bu okuma programı ve tatil kampı, Avustralya’da ilk defa gerçekleştiriliyor.
Erkeklerin, hanımların, çocukların ortak bir program çerçevesinde bir araya geldiği; namazların cemaatle kılındığı, namazları takiben nur derslerinin yapıldığı, özel okuma saatlerinde herkesin okuduğu kitapla başbaşa kaldığı, bu mütalâların bilahere gruplar halinde gerçekleştirilen yürüyüşlerle kâinat sayfalarında devam ettirildiği programın ‘beşte bir’ ölçüsüne uygun şekilde gençler ve çocuklar arasında yapılan futbol, basketbol ve voleybol müsabakaları, göldeki kayık ve bot turları, bir çeşit teleferik sistemiyle telde kayma ve orman içlerine gizlenmiş ilginç spor parklarındaki jimnastik hareketleriyle, ok atma yarışlarıyla bu aile kampı, öyle görünüyor ki yeni sezonda beşinci kıtadaki nur hizmetlerinin ayrı bir şevk ve heyecanla devamına büyük bir katkı sağlayacak.
Türkiye‘de Barla, Tekirdağ, Geyve gibi mahallerde yapılmakta olan benzer programlara iştirak edenler, buradaki atmosferi çok daha iyi hissedebilirler.
Ancak beşinci kıtadaki bu ilk programın en orijinal ve dikkat çeken özelliği, aile katılımının en geniş şe-kilde gerçekleşmiş olması. Yani, Melbourne'deki Nur Vakfında devam eden ve büyük ölçüde oturup yerleştiğini gördüğümüz, ‘dersler ve programlara ailelerle katılma’ uygulaması bu tatil kampına damgasını vurmuş.
Bu enerjik katılımla oluşan manevî atmosfer, henüz on gün önce dünyaya gelmiş ve kundağıyla buraya getirilmiş, bebekleri de, bir yaşından 15-16-17 yaşlarına kadar yayılan abi ve ablalarını da, anne ve babalarıyla dede ve ninelerini de kucaklıyor.
Geceleri yakılan kamp ateşi etrafında gençlerin hep bir ağızdan söyledikleri ilâhî ve marşlar bu coşku ve heyecanı perçinleyen ayrı bir aktivite olarak 80 sene önce Barla’da yakılan Nur meşalesinin beşinci kıtadan yankılanan bir aks-i sadasını canlandırıyor.
Cennet-âsâ bir baharın güzelliklerini müjdeleyen nur nesilleri, acele edip kışta gelen ve o kışın zorlu fırtınaları içinde ektiği nur tohumlarıyla bu günleri hazırlayan bir üstada ve onun fedakâr saff-ı evvel talebele-rine lâyık olma ve onların izinden sebat, sadakat ve ihlasla yürüme cehdindeki kararlılıklarını bu programda bir kez daha perçinliyorlar.
NOT: Sizler bu satırları okurken, biz Allah nasip ederse Türkiye’ye dönüş yolunda olacağız. Tekrar buluşmak dileği ile.
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bilime katkımız niçin yok? |
|
Dünya çapında yapılan bir araştırma raporunda, son 25 yıllık ilmî gelişmeye Türkiye'nin yüzde 1'lik bir katkısının dahi bulunmadığı ifade ediliyor. (TÜBİTAK; Türkiye Bilimsel Yayın Göstergeleri)
İlim/bilim sahasında gelişme kaydedecek olan kurum ve kuruluşların başında, şüphesiz ki okullar, üniversiteler gelir.
Ee, buralarda da tam 25 senedir yasaklar kaskatı şekilde uygulandığından, dünya çapındaki ilmî gelişmelerin uzağında kalmamız gayet normal sayılır.
Eminiz ki, bilime değil de "yasaklara katkı" konusunda bir araştırma yapılmış olsaydı, Türkiye dünyanın birincisi olurdu.
Yani, kendimizi o kadar gerilerde görüp de eziklik kompleksine girmeyelim.
Evet, övünmek gibi olmasın ama, bazı konularda dünya birincisiyizdir.
Siz bakmayın bize ödül–mödül verilmediğine.
Başarımızı çekemiyorlar; açıkça kıskanıyorlar bizi.
Boşuna söylenmiyor "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" diye...
Final: Bize herkes düşman gibi bakıyor sanki...
Acaba vehim mi, kuruntu mu, yani sanal mı bu?
Evet, sahi değil sanal...
Ama, sahi olan şudur ki: Biz bize daha çok düşmanız ve kimse yapmaz/yapamaz bizim bize yaptığımızı.
Onun için, hayal ve hamaseti bırakalım da, merdane şekilde hakikatin özüne, yüzüne doğru bakalım.
DİKKAT
Hile ve hilebazlar
Ajans haberlerine göre, Jandarma Hastanesinde beş doktor tarafından muayene edilen DTP Genel Başkanı Demirtaş "sağlıklı" bulunmuş.
Yani, çürük raporuna rağmen "askerliğe elverişli" çıkmış.
Buna göre, çürük raporunun sahte olduğuna hükmedilecek.
Demirtaş için görünen yol haritası şudur: "Askerlikten kurtulmak amacıyla hile yapmak" suçuyla önce muhakeme edilecek, ardından da askere yollanıp silâh altına alınacak.
Ancak, önemli bir nokta var ki, hâlâ karanlıkta.
O da şudur: Demirtaş, tek başına böyle bir hileyi yapamaz.
Ortakları, iştirakçileri mutlaka vardır.
Evet, hile ile rapor alan bir hilekâr varsa, ona bu raporu veren, onaylayan ayrı bir hilekâr daha vardır.
Bu iş, tıpkı rüşvet olayı gibidir: Alan varsa, mutlaka veren de var.
Dolayısıyla, yapılacak olan tek taraflı bir muhakemenin âdil olacağına inanamıyoruz.
GÜNÜN TARİHİ 27 Aralık 1928
Osmanlıca tabelaya ağır cezalar
Aralık ayı başında getirilen kànunî mecburiyet gerekçesiyle, eski harflerle (Osmanlıca) yazılı tabelalarını değiştirmeyen dükkân ve mağaza sahiplerine cezaî müeyyide uygulanmaya başlandı.
İlk uygulama, İstanbul Belediyesi tarafından gerçekleştirildi.
O tarihte, belediyelere bu tarz yetkiler verilmişti. Böylelikle, halka hizmet vermesi gereken bu kurumlar, maalesef resmî ideolojinin âleti olup halkın mânevî ve kültürel değerleriyle mücadele eden kurumlara dönüştürülmüşlerdi.
Hürriyet ve demokrasinin tümüyle dışlanmış olduğu 1928'ler Türkiye'sinde, CHP tekelindeki Millet Meclisinde 1 Kasım günkü oturumda Latin harfleri kabul edilmiş, 1 Aralık'ta da bu harfleri her sahada kullanmanın mecburi, Osmanlıcanın ise aynı paralelde yasak olduğu şartı konulmuştu. Bu tarihten itibaren, halkın yüzde 99'u cahil sınıfına düştüğü gibi, milyarlarca eseri barındıran kadim kütüphaneler de birer "tarih mezarlığı"na dönüştü.
Bu durumda, başkaca söz söylemeye hacet yok.
Aradan geçen zaman içinde, bu tür bir dayatmanın, insanî, vicdanî, millî ve medenî değerlerle ne ölçüde bağdaşıp bağdaşmadığı ise, milletin ekseriyeti tarafından herhalde anlaşılmıştır kanaatindeyiz.
Türk harfleri mi, yoksa Latince mi?
Latin harflerinin Meclis kararıyla kabul edilişini manşetten haber yapan Cumhuriyet gazetesi, ilk bir ay boyunca Latince–Osmanlıca neşriyatta bulundu. 1 Kasım 1928'den itibaren ise, tümüyle Latinceye dönüş yaptı.
Zira, o tarihte Osmanlıca alfabe ve rakamlara kesin bir dille yasak getirildi. Nitekim, kısa bir süre sonra eski tabelasını değiştirmeyen dükkân ve mağaza sahiplerine ağır cezalar kesildi.
Burada dikkate değer bir başka nokta şudur:
Ecdat yadigârı ve bin yıllık kültür mirası olan Osmanlıca yazısının yasaklanıp Latince mecburiyetinin getirildiği bu ecnebi uygulamaya "yeni Türk alfabesi" ismi verildi... Oysa, bu yeni harflerin ne Türkçe ile ne de Türklükle bir alâkası vardı. Bu yeni harfler, adıyla sanıyla Latinceydi.
Latincenin mecburi kılınması ayrı bir tartışma konusu iken, Osmanlıcanın, dolayısıyla Kur'ân lisanı da olan Arapçanın yasaklanması hadisesi ise, yakın tarihimizin en garabetli bir sayfası, yahut safhası olsa gerektir.
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Mülâkat sınavları |
|
Hâkimler ve savcıların seçimi ile ilgili kanun birçok kesimin tepkisini çekti. Yargı bağımsızlığını olumsuz olarak etkileyeceği iddia edilen mülâkat sınavlarının Adalet Bakanlığının personeli tarafından yapılmasına karşı çıkılıyor.
Temelde haklı olmakla birlikte, kanuna karşı çıkanların hareket noktası objektiflik veya tarafsızlık olmadığı için, bunları ciddiye almak yersizdir. Zira kanuna karşı çıkanlar, kendi istedikleri kişilerin hâkim ve savcı olmasını istedikleri için, yargı bağımsızlığından dem vurmaları. “Merd-i kıptî şecaat arz ederken sirkatini söylermiş” misâline benziyor. Kendileri için mülâkat meşrû, fakat farklı düşüncede olanlar için değil. Bu şekilde yargı bağımsızlığı olmaz…
Aslında bütün mülâkat sınavları tarafsızlıktan uzaktır. Birçok sınav yapan kişi kendi kanaatleri ve dünya görüşleri doğrultusunda karar verecektir. Gerçekten adaletli bir sınav isteniyorsa, mülâkat sınavından vazgeçilerek ÖSYM’nin yaptığı türden merkezî sınav sistemine geçilmelidir.
İyi, ama mülâkat sınavı, “Kişinin konuşma özürlü olup olmadığını, işitme kusuru var mı, yok mu, bu gibi sağlık sorunlarını tespit etmek için yapılmaktadır. Özellikle hâkim ve savcı gibi görevlerde bulunanların işitme, görme kusurları olmamalıdır” diye bir soru akla gelebilir. Cevap zaten soruda gizlenmiştir. Bu gibi sağlık sorunları, sağlık elemanları tarafından teknolojik imkânlar kullanılmak sûreti ile yapılmalıdır. Biz denizciler, pilotlar vesâire birçok meslekte sağlık kurullarından alınan raporlar mülâkat sınavından alınmak istenen sonucu kat kat daha iyi bir şekilde vermektedir.
Bugüne kadar, statüko adı verilen ve devletin köşe başlarını ele geçirmiş kişilerin, mevcut durumun değişmemesi açısından vermiş olduğu mücadeleyi gayet iyi anlayabiliyorum. “Egemenlik bilâ kayd-ü şart milletindir” demek sûretiyle milletin başında boza pişirenler, ne yazık ki hep aynı kişiler olmuştur. Onlar milletin iktidar olmasını, halkın yönetimde söz sahibi olmasını asla istemezler. Jakoben, yani “halk için halka rağmen” zihniyeti temel düşünce kaynaklarıdır. Cahil halk ne anlar devlet yönetiminden?
Mülâkat sınavları, sadece hâkim ve savcıların değil, tüm kamu kurumlarının adaletli sınav yapılamaması sorunudur. Özel sektörde olsa, kimse işverene çalıştıracağı kişinin seçiminde karışamaz. Zaten özel sektörde çabukluk sağladığı için, mülâkat sınavı tercih edilmektedir. Ama konumuz kamu; kamuda böyle bir sınav yapmak, adaletten uzaklaşmaya yol açar.
Ben, hayatım boyunca adaletli davranmaya çalıştım. Fakat yaşadığım bir hatıramı aktaracak olursam, bazen adaletten uzaklaşabildiğim durumlar da olduğu görülecektir.
Bahriyede görev yaparken, çavuşluk sınavına katıldım. Gelen onbaşıları mülâkat sınavı ile çavuşluğa nasb ediyorduk. Bir asker imam hatip lisesi mezunu olduğunu söylemişti. İmam hatiplilerin üniversite ve askerî okul sınavlarında mağdur edildiğini bildiğim için, genel kültür soruları sorarken kolay olsun diye bu askere “namazın farzlarını” sordum. Amacım hemen cevap alıp geçer not vermekti. İlginç bir durum yaşadım, çocuk kem küm etmeye başladı. Kopya falan verdim, ama nafile. Çocuk bir tane bile doğru cevap veremiyordu. Çok kızmıştım. Bu ne biçim imam hatip lisesi eğitimi diye bir hayli hayıflandım. Sonunda başka sorular sorarak, askerin sınavdan geçmesini sağladım.
İşte benim gibi, kendisini “adaletli bir yönetici” gibi gören birisi dahi, kendi değer yargıları ile hareket edebiliyor. Mülâkat sınavını yapan birçok kişi benzer kararlar verebilir. Dolayısı ile konunun başına dönüyorum, yani kamu ile ilgili tüm mülâkat sınavları iptal edilmelidir. Zira adaletten uzaklaşmaya sebep olmaktadır.
Benim gösterdiğim tavır, farklı dünya görüşüne sahip insanlar için de geçerlidir. Onlar da mağdur edildiğini düşündükleri insan kesimlerini desteklemek amacıyla sınavlarda kayırmacılık yapabilir.
Okuyucularım, “niçin bir sınavda küçük bir kayırmacılık yaptığımı” sormasın. Zira o yıllarda yaşanan bazı acı gerçekler, insanı böyle bir hataya zorlayabiliyor. Örneğin, imam hatip lisesi mezunlarının askerî okul sınavlarına alınmaması ve bazı okulların mülâkat sınavları esnasında namaz kılıp kılmadığı ile ilgili sorular sorularak mağdur edilmesi, bu ve benzeri tepkilerin oluşmasına yol açmıştı.
Hiç unutamam; askerî liseye girecek öğrencilerin ayağında namaz kıldığına dair iz bulunması yüzünden sınavlardan elenmeleri beni derinden etkilemişti. Yapılan bu haksızlığa, kendimce bir tepki göstererek, yaptığım kayırmacılığın hoş görülmesini isterim.
Sonuç olarak, eğer gerçekten adaletli bir sınav sistemi istiyor isek, mülâkat sınavından vazgeçmek zorundayız. Çok az insan kendi paradigmasından ve dünya görüşlerinden farklı olarak karar verebilir. Seçilen ve seçici insanları zor durumda bırakmaktan başka hiçbir işe yaramayan bu uygulamadan bir an önce vazgeçilmelidir, vesselâm…
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Fıttırmalarına az kaldı |
|
Almanya’da yayınlanan Der Spiegel dergisi “İslâm ve medeniyet” konulu sayısını çıkarınca, bizdeki çağdaş/Batı müritlerinde şafak attı. “Aman efendim nasıl olur da Avrupa kökenli bir dergi böylesine İslâma hoş bakan, Kur’ân’ı yücelten bir yazı yayınlar? Nasıl olur da medenîleşme konusunda Türkiye’yi örnek gösterir? Nasıl olur da dincilere, gerici yobazlara böylesine olumlu bakar?” diye feveran etmeye başladılar.
Öyle ya, onlar Türkiye’de dinin kökünü kazımak için bu kadar sene mücadele vermişler. Bu kadar senedir “tarikatçı, cemaatçi, yobaz, mürteci” diyerek dindar insanları hapislerde, zindanlarda çürütmeye çalışmışlar. Bu kadar yıldır her “Müslümanım” diyene potansiyel tehlike, sakıncalı kişi gözüyle bakmışlar, baktırmışlar. Her dinî olay karşısında, “Din sömürüsü, dini pazarlama, sahte dinci” diye karalama kampanyalarında bulunmuşlar. Her Menemen yıldönümünde, her 10 Kasım’da, her resmî bayram kutlamalarında sürekli “Rejimi değiştirmek isteyennnn… İlke ve inkılâplara düşmannn… Bölücü ve gerici hainnnnn…” diye tahkir edilen bu Müslümanlara nasıl böylesine ilgi, sevgi, hoşgörü ile yaklaşılır?
Daha dün Menemen’de Kubilay’ı testere ağızlı bağ bıçağıyla kıtır kıtır kesip, yeşil bayrağın tepesine geçiren Nakşi tarikatçı yobazları nasıl görmezden gelirsiniz? Nasıl olur da devleti gizliden gizliye ele geçirmeye çalışan tarikat ve cemaatleri böylesine tehlikesiz görebilirsiniz? Nasıl olur da yüzlerce Batı ülkesinden binlerce bilim adamı “ Uluslararası Bediüzzaman Said Nursî Sempozyumuna” bildiri sunmak için gelir? Alimallah bunlar bir gün, Almanya başta olmak üzere, Avrupa’ya hakim olurlarsa, sizleri kıtır kıtır, kör testere ile keserler. Siz Menemen olayını duymadınız galiba. Bu Müslümanlar var ya bu Müslümanlar… Ahhh, sevgili Avrupalılar, onların ne menem bir şey olduğunu gelin de bize sorun, arşivlere bakın..
Kur’ân’a gelince o zaten Arapçasıyla, Arapça ezanıyla, Arapça duâlarıyla biz Türkleri Araplaştırdı. Medeniyet yarışında geri bıraktı. Eğer Türkler Orta Asya’nın çadırlarından, göçebe bir kavim olarak çıktıktan sonra İslâmiyete girmemiş olsalardı, bu gün Avrupa’nın en büyük devi olacaktı. Amma şu Arapların dini yok mu, biz Türkleri işte böylesine per perişan bıraktı. İçki içmek yasak, domuz eti yasak, flört yasak, kumar yasak, faiz yasak… Yasak da yasak… Böyle bir dine nasıl güvenirsiniz? Böyle bir yasakçı Kur’ân’a nasıl dergilerinizde özel sayı çıkararak sempatiyle bakarsınız?
Her şey bir yana, gelin, bakın şu kurban bayramlarındaki vahşete. Her tarafta sular seller gibi kan akmakta. Gözü dönmüş gibi o zavallıcık hayvanları boğazlayan, karnını deşen, bağırsaklarını, işkembelerini söken, derilerini yüzüp o derilerden davul yapan, kızının, oğlunun düğününde o davulu çalıp oynayan bu adamlara nasıl güvenebilirsiniz? Yarın Paris sokaklarında, Berlin caddelerinde, Amsterdam, Lizbon, Londra meydanlarında bu hayvan katliamını gözlerinizin önünde yapacaklar unutmayın. O kör gözlerinizi dört değil, beş açın. Bizden söylemesi..
Siz, aklınızı peynir ekmekle mi yediniz? Hadi peynir ekmek yemiyorsunuz, kafayı mı yiyeceksiniz ne? Fıttırmanıza az kaldı her halde? Akıllı olun. Bizden söylemesi…
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Milletin duyguları sömürülmesin |
|
Star’da yeni bir program start aldı: Hayalin İçin Söyle!
İlerde çok da tartışılacak bir program olduğunu söyleyebiliriz.
Sebebine gelince.
Doğrudan insan istismarına yönelik bir format belirlemişler. Jüri koltuğuna oturan, müthiş egolarıyla yarışmacıları adeta ezen “sultan”, “duayen” ve “imparator” stüdyoda hazır bulunuyor.
Kim bu “duayen”: Muazzez Abacı…
İmparator: İbrahim Tatlıses!
Ve sabahların sultanı: Seda Sayan.
Maşallah kendilerine biçtikleri misyonlarla birbirine iltifat yağmuruna tutuyorlar. Sonra da dönüp, yarışmacıların duygularını eziyor, dürüstlük primi topluyorlar.
Bu programlar, müthiş bir duygu sömürüsü yaşanırken, onlar da yalancıktan “es, pes geçtin” diyerek eleştiri yapıyor.
*
Entresandır, gerek Popstar Alaturka’nın, gerekse Herkesin Hayalleri Var programının jüri üyeleri “süyük sanatçılar” son zamanlarda kendi meslekleriyle ilgili bir şey üretmediklerini görüyorsunuz.
Evet, üretim yok.
Var olan tek şey; tüketim.
“Duayenler”, ama üretimde eksi sıfırın altına düşmüşler.
Orhan Gencebay, Bülent Ersoy, Ebru Gündeş, İbrahim Tatlıses, Seda Sayan, Müslüm Gürses... say sayabilirsen.
Ferdi Tayfur’un son çalışması satmadı. Dizi yaptı, tutmadı. Bunalıma girdiği bir gerçek… Sıkıntısını “boşanarak” atmaya çalıştı. Bir hafta bürosundan çıkmadı. Şimdi de Asya ülkelerine uçarak bunalımını aşmaya çalışıyor.
Müslüm Gürses bile artık kaset çıkarmıyor… Reklamlarla idare etmeye çalışıyor.
Söyler misiniz, ismini saydığımız çok saygı duyulan şarkıcıların doğru dürüst albümü çıkıyor diyebilir misiniz?
Peki ne yapıyor, nasıl geçiniyorlar?
Çok basit… Üretmek zor geldiği için, magazin programlarına malzeme oldukları sansasyonel haberlerle gündeme geliyorlar. Sansasyon demek, bedava reklam demek. Böylelikle stüdyolara girip üretim yapmaktansa, bir format altında yarışma programında jüri üyeliği yapmak daha cazip… Çünkü oturdukları yerden paraları cukkalıyorlar.
Yani, eski şöhretin sermayesini tüketiyorlar. Tüketim, aynı zamanda sansasyonu, kokuşmuşluğu ve tahribatı beraberinde getiriyor. Her gün magazin sayfalarında ahlâksızca yazılıp çizilen “beraberlikler” tüketim toplumunu daha fazla tahrip ediyor.
“Duayen”miş, “İmparator”muş, “Sultan”mış… Hadi canım sen de!
27.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|