Son haftalarda yaşanan "kundaklama olayları", terör belâsının bir başka çehresini daha göstermiş oldu.
Bu yakıcı belânın ürkütücü çehresi, yapılan son "sınırötesi operasyonlar"la eşzamanlı şekilde ortaya çıktı.
Son derece dikkate değer bir nokta. Terör örgütü, kuvvetli ihtimalle misilleme yapıyor. Adeta demek istiyor ki: "Siz dağdaki kamplarımı bombalarsanız, ben de sizin meskûn mahallerdeki malınızı, mülkünüzü yakar, harap ederim."
Failler hakkında henüz resmî bilgi net olarak açıklanmış değil. Ancak, kamuoyu notunu çoktan vermiş ve halkın kanaati kesinlik kazanmıştır ki, şimdiye kadar sayısı 50'yi bulan kundaklama olaylarının arkasında yine aynı terör örgütü var.
Ayrıca, terör örgütü bu tür şeyleri yapmaz diye bir kaide yoktur. Kesinlikle yapar ve yapmıştır da. Sâbıkası kabarıktır. Gündüz ortasında bile arabaları, otobüs–minibüs duraklarını, ev ve işyerlerini yakıp yıktığı çok olmuştur.
Dahası, örgütle bağlantılı bazı internet sitelerinde, bu kundaklama olaylarıyla ilgili olarak, açık bir dille "sahiplenme" bilgileri var.
Yani, kundaklama cinayetlerinin failleri hakkında, bize göre herhangi bir tereddüt yok.
Buna göre, terörist faaliyetlerin sadece dağlarda ve kırsal alanlarda yapıldığı yönündeki tezler de çürüyüp suya düşmüş oluyor.
Dolayısıyla, terörün, hele hele etnik terörün tek ilâcı ve yegâne panzehirinin fizikî operasyonlar olmadığı da, kendiliğinden anlaşılmış oluyor.
* * *
Terör olayları ve terörist faaliyetler, hangi yönden bakılırsa bakılsın çirkindir ve tel'ine müstehaktır.
Aynı şekilde, bu belâyı doğuran ve milletin başına musallat eden sebeplerinde şiddetle lânetlenmesi gerekir diye düşünüyoruz... Ama ne acıdır ki, zahirdeki failler ve fiiller—haklı olarak—kınanırken, bahsini ettiğimiz o "doğurgan sebepler" üzerinde ise çoğu zaman hiç durulmuyor bile...
Meselâ, defalarca yazdık ve dilimizde tüy bitecek kadar söyledik ki: Bu vatanda Türkçülük yaparak, Kürtçülük hareketini asla önleyemezsiniz. (İkisi de yanlış ve muzırdır.)
Aklı başında olan hemen herkes dedi ki: Bin yıldır sizinle birlikte yaşayan bir unsurun dilini yasaklamak ve kökenini inkâr etmekle bir yere varamazsınız. Hukuka, vicdana aykırı olan bu inkârcı politikalarla, huzur ve barışı sağlayamaz, sadece ve sadece istismarcılara mazeret ve bol miktarda malzeme üretmiş olursunuz.
Kezâ, defalarca denildi ki: Zalimi takibe alırken, devletin resmî kuvvetlerini—gözdağı verircesine—halkın üzerine salmak ve bu arada masumlara zarar vermek sûretiyle, müsbet bir netice hâsıl edemezsiniz. Dolayısıyla, bir zâlimin, bir câninin yüzünden gidip ailesini tefe koymayın, evini ateşe vermeyin, akrabasını suçlu görmeyin, hele ki köyünü boşaltıp harap etmeyin.
Ama, bütün bu sözleri dinlemediniz; yeni, etkili ve yetkili konumdakiler dinlemediler. Kulak ardı ettiler. Bildiklerini okumaya devam ettiler. Binlerce aileyi bin yıllık yerinden yurdundan ettiler. Büyük şehirlere perperişan bir şekilde göçerttiler. Ve, işte görüyorsunuz ki, bütün bir toplumun huzurunu çökerttiler.
Demek ki, evvelâ terörü doğuran dahildeki ana sebeplerin ortadan kaldırılması ve sabıkalı politikaların sona erdirilmesi gerekiyor.
Gerisini getirmek hiç de zor olmayacak, buna eminiz.
GÜNÜN TARİHİ 26 Aralık 1919
Şeyh Eşref İsyanı
Bayburt–Trabzon arasındaki bölgede 1919 yılı sonlarında vuku bulan "Şeyh Eşref Ayaklanması", iki ay kadar süren bir kanlı çatışmanın ardından, nihayet 26 Aralık günü kat'i şekilde sona ermiş oldu.
Başlangıçta 400 kadar silâhlı müridiyle küçük çaptaki askerî birliklerle çatışan ve kısmî üstünlük sağlayan Şeyh Eşref, hadisenin büyümesi ve üzerine kalabalık topçu birliklerin gönderilmesiyle işi bitirilmiş olunur.
Şeyh'e isabet eden bir şarapnel parçası onun ölümüne yol açarken, müritlerinin de mücadele ve karşı koyma iradesini berhava etmiş olur.
* * *
Bu fecî hadisenin asıl mahiyeti ve çıkış sebebi hakkında ise, muhtelif rivâyetler var. Bir rivâyete göre, bu tamamiyle irticaî bir vak'adan ibaret olup, en sıkıntılı bir zamanda halkın ve ordunun başına açılmış kanlı bir gailedir.
Bir diğer rivâyete göre ise, bu kanlı hadisenin mahiyeti ve çıkış noktası şudur: Bayburt civarındaki Hart kasabası kırsalında kendince irşat hizmetinde bulunan ve aynı yerde bir Namazgâh inşa ederek müritleriyle toplantılar yaparak hayatını idame ettiren Şeyh Eşref ismindeki şahsın aynı Namazgâhına gece vakti avanesi ve birkaç aşüfte ile birlikte gelip âlem yapan Nahiye Jandarma Başçavuşu, bu hallerine şahit olan ve itiraz eden şeyhin müritleriyle kavgaya tutuşur. Kan dökülür ve hadise halka halka büyüyerek iş çığrından çıkar.
Bizim tesbit ve kanaatimizin de bu ikinci rivâyet doğrultusunda olduğunu hemen ifade edelim.
Ayrıca, buna emsâl olacak daha başka vak'alar da var. Meselâ, 1913'te Bitlis'te vuku bulan ve neticesiz kalan "Şeyh Selim Hadisesi", 1925'te vuku bulan "Şeyh Said Hadisesi" ve 1936'da yaşanan "Sason İsyanı" gibi kanlı dahilî olayların çıkış noktaları arasında büyük benzerlik ve paralellikler var.
Hepsinde de, dine ve ahlâka aykırı hal ve davranışların olduğu muhakkaktır.
Meselâ, Sason bölgesinde kanlı hadisenin yaşandığı köylere bizzat gittik ve araştırarak öğrendik ki, kanlı olaylar zinciri, aşiret ağasının evine giden jandarma yüzbaşısının bir kadına sarkıntılık yapmasıyla başlamış.
Bu arada şunu da hemen ifade edelim ki, devlete kuvvetle karşı gelmenin, orduyla çatışmanın ve asker kanı dökmenin doğru bulunacak ve tasvip edilecek hiçbir yönü yoktur.
Ne var ki, halkın örfünü ve toplumun psiko–sosyal durumu nazara alındığında, baştakilerin gayr–ı ahlâkî hal ve tavırlarının büyük aksülâmel meydana getirdiğini veya getirebileceğini de nazardan uzak tutmamak gerekir.
Netice–i kelâm: İki yanlıştan bir doğru çıkmıyor.
.............................
NOT: Daha geniş bilgi için, Kâzım Karabekir'e ait "İstiklâl Harbimizin Esasları" isimli kitabın ilgili bölümlerine müracaat edilebilir.
26.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|