Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Vehbi HORASANLI

Kuzey Irak Operasyonu



Operasyon ile ilgili değerlendirmeler devam ediyor. Görsel ve yazılı medyada şu ana kadar üzerinde durulmayan ve gerçekten de önemli bir noktayı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Evvelâ; hemen hemen herkesin ortak olduğu değerlendirmeler şu şekildedir. Operasyon, siyasî ve diplomatik açıdan başarılıdır. Zira bundan iki ay önce yapılsaydı gök kubbeyi üzerimize yıkmaya hazır ABD, Batı Avrupa, Rusya ve Arap ülkeleri seslerini çıkaramamışlardır. Demek ki sabır ve itidal gösterilmeye başlandığında zamanlama da uygun olduğu takdirde olumlu sonuç almak mümkün olmaktadır. Lütfen hatırlayalım, referandum esnasında medyada Irak’a saldırı için ne büyük bir kışkırtıcılık başlamıştı. Çok şükür Hükümet dolduruşa gelmedi ve optimal zaman ve zemini kollayarak harekâtı başlattı.

Saniyen; askerî açıdan bir başarı söz konusudur. Türk Silâhlı Kuvvetlerinin teknolojik olarak sahip olduğu imkân ve kabiliyetleri dost ve düşman bütün ülkelere gösterme fırsatı bulunmuştur. Meselâ gece vuruş ve savaşma kabiliyetine sahip olduğumuz (dünyada sadece beş ülkede bulunuyor) başarılı bir şekilde operasyon icrâ edilerek gösterilmiştir. Operasyon esnasında oldukça çok miktarda silah araç ve gereç kullanılmasına rağmen sıfır zayiâtla dönülmesi de bir diğer başarıdır.

Gelelim işin diğer bir boyutuna yani teröristlere verilen zarara. Bu konuda ne yazık ki güzel bir netice alındığı söylenemez. Zaten hava harekâtı ile Kandil Dağı gibi mağaralarla dolu terörist inlerinin bulunduğu bir bölgede başarılı olmak mümkün değildir. Teröristlerin etkisiz hale getirilmesi için özel harekât timlerinden oluşan birliklerin yapacağı sınır ötesi harekâta ihtiyaç bulunmaktadır. Bu hamur çok su götüreceğinden kısa kesip şimdiye kadar konuşulmayan başka bir konuya gelmek istiyorum.

Evet, şimdiye kadar hiç kimse “Yahu bu değirmenin suyu nereden geliyor” demedi. Yani operasyonda kullanılan silahların ülke bütçesine ne kadar maliyet yüklediğini, yaşadığım hatıraları paylaşarak anlatmak istiyorum.

Bundan 15 yıl önce bahriyede görev yaparken tatbikat maliyet hesapları çıkarıyorduk. O zamanlarda bir husus çok dikkatimi çekmişti. Genellikle yurt dışından ve başta ABD’den alınan bu silahlar gerçekten çok pahalıydı. Misal olarak bir merminin (Harpoon) maliyeti bir milyon yüz bin dolar idi. Şimdi ne kadardır bilemem ama ucuzladığını hiç zannetmiyorum. Operasyonda kullanılan mermiler de bunun gibi teknolojisi yüksek ve pahalı mermilerdir.

ABD’nin Irak operasyonu ile ilgili olarak Amerikan medyasında şu eleştiriler çıkmıştı. Deniliyordu ki, Cruise ve Tomahawk gibi mermilerin Amerikan Ordusuna maliyeti bir mermi için yüz milyon dolara çıkabiliyordu. Hâlbuki vurulan hedefler arasında belki on bin dolar bile etmeyecek binalar bulunuyordu. Bu ölçüsüz savurganlıktan kimler besleniyordu acaba?

Konu çabuk geçiştirildi, zira Amerikan ordusunun en büyük tedarikçisi olan silâh fabrikaları konunun tartışılmasını bile istemiyordu. Sonuçta savaş kazanılmıştı, fazla söze gerek yoktu.

ABD açısından bu görüş doğru olabilir fakat ekonomik gelişmesini henüz tamamlayamamış ve milyonlarca insanı hâlâ açlık sınırı altında olan bizim gibi ülkelerde maliyet hesabı çok önemlidir.

Eğer değeri bir milyon dolar tutan bir mermi yerine bir fabrika veya bir gemi alınsa gerçek savaş olan ekonomik savaşta durumumuzu daha iyi bir noktaya getirebiliriz.

İki yıl önce Kore’den bir gemi almaya gittim. 5000 Tonluk bu geminin armatöre maliyeti bir milyon 200 bin dolardı. Bu gemiye Kore’den değerli saç yükü yükledik. Tersaneye gelirken zaten gemi maliyetinin yarısını navlun gelirinden karşılamıştık. Tersanede küçük bir bakım yaptırdıktan sonra ikinci seferine de kaptan olarak ben gittim. Yine sorunsuz bir seyir yaptık. Bu gemi daha sonra continent adını verdiğimiz Kuzey Avrupa seferlerine çıktı. Çok para kazandırdı ve halen de buna devam ediyor.

İşte ülkemizin ihtiyaç duyduğu en önemli silâh; fabrikadır, gemidir, turizm ve sanayi tesisleridir. Bunlara yeterince sahip olamadan hovarda bir şekilde mermileri dağlara bayırlara savurmak akıllı adamın yapacağı iş değildir.

Şimdi, Amerikalı silâh tüccarları ellerini ovuşturuyor. Zira harcanan mermiler yerine harp stokunu doldurmak için yeni alımlar olacak. Bu sebeple harekâtın en büyük destekçisi olan ABD’lilere şaşmamak gerek. Ama zaman hesap zamanıdır. Tüyü bitmemiş yetimlerin malını Amerikalı savaş tüccarlarına kaptırmak maddî olduğu kadar mânevî sorumluluk yüklenmek demektir.

Sonuç olarak, bu operasyondan sonra yapılacak en önemli iş teröristleri dağa çıkarmadan eve yurtlarına dönmesini sağlamak olmalıdır. Yoksa dağları bayırları milyonlarca lira değerindeki silâhlarla bombalamak israftan başka hiçbir şey değildir, vesselâm…

26.12.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Dünyevîleştirme projeleri



Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm), insanlık tarihinin görmediği dehşetli fitnelerin ve tahriplerin âhirzamanda gerçekleşeceğini haber verdiğinden, bütün ümmet o zamanın şerlerinden Allah’a sığınmış ve telâşa kapılmıştır.

Uzun bir zamana yayılan ve 1877 Osmanlı-Rus savaşından itibâren başladığı bir kısım işaretlerden anlaşılan âhirzaman, kıyametin kopmasına kadar devâm edecektir.

18. ve 19. asırlar, pozitivizmin, akılcılığın ve maddeciliğin ön plâna çıktığı dönemler olduğu için, fenden ve felsefeden gelen dehşetli dalâlet cereyanları, mâneviyâtı ve din gerçeğini dışlayarak yok farz etti. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine indi. Gözüyle görmediği şeyleri inkâra yeltendi. Halbuki, göz mâneviyâtta kördür. San'attan san'atkâra geçemeyen, fâni dünyanın arkasındaki bâkî olan âhireti göremeyip inkâra cür’et eden insanlık âlemi, alabildiğine dünyevîleşti. Hayatı, sadece bu dünyadan ibâret zannetti. Komünizm ise, bütün dinlere savaş açtı. “Din, bir afyondur” dedi. Dinini yaşamak isteyen bütün insanlara dünyayı dar etti. Akıl ve hayale gelmedik işkence ve eziyetler yaptı. Dinî değerlerden uzaklaşan insanlık, ahlâkî değerlerden de yoksun kaldı. Hasis menfaatleri için dünyayı ateşe veren zâlimler gürûhu türedi. 1. ve 2. Dünya Savaşları, o zalimler topluluğunun doymak bilmeyen hırslarının sonucu olarak meydana geldi. İnsanlığın hizmetinde kullanılması gereken ve Allah’ın bir ihsanı olarak verilen uçak nimeti, insanlığın başına bombalar yağdırmakta kullanıldı. Bu yüzden bir çok Avrupa şehirleri harabeye döndü. İnsaf ve merhametten yoksun, vicdanı çürümüş ve canavarlaşmış insanlar, her iki savaşta 80 milyon insanın ölümüne, milyonlarca insanın da sakat kalmasına sebebiyet verdi.

Bu gidişâta son vermek için çeşitli antlaşmalar, paktlar, Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar tesis edildi. Uzun yıllar birbiriyle savaşan Avrupa devletleri; siyasî, ekonomik ve kültürel bir ortaklık olan Avrupa Birliği’ni kurdu. Demokratik hak ve hürriyetler bağlamında, insan merkezli hukukî zeminler oluşturdu. Vicdan ve din hürriyetini güvence altına aldı. Azınlık haklarını korumayı esas kabul etti. Aralarına katılmak isteyen ülkelere bu temel değerleri şart koştu. Kimseye özel statü tanımadı.

İki asırdır din ve mâneviyâta yabancılaşan ve son yüz yıldır zenginleşerek maddî imkânların doruk noktasına çıkan Batı toplumlarında yeniden dine dönüş hareketleri göze çarpıyor. Zirâ maddî imkânlar insanlığı tatmin etmedi. Ruhundaki boşluğu dolduramadı. Ebedî yaşamak ve ebediyen genç kalmak arzusuna bir çare bulamadı. Ölüm korkusunu gideremedi. Bundan dolayı din, iman ve mâneviyât sığınılacak en güvenli bir liman olarak görülmeye başlandı. İşte, bu noktada İslâm devreye girdi. Çünkü, insanlığın bu ebedî ihtiyaçlarına gerçek anlamda cevap verecek ve rûhûndaki boşluğu giderecek İslâm dininden başkası, zayıf ve cılız kalmaktadır. Kur’ân’ın elinde elmas bir kılıç hükmünde olan Nur Risâlelerinin tercümelerini okuyarak İslâm dinini seçen Batılı aydınların çoğalması bu yüzdendir. Bu gidişât daha da hızlanarak devam edecektir, inşallah...

Ancak, iman ve küfür mücadelesi kıyamete kadar süreceğinden, dinden hazzetmeyen ehl-i dünya tarafından İslâm sulandırılmaya, hattâ terörle eşdeğer gösterilmeye çalışılıyor. Radikal veya ılımlı İslâm gibi tâbirlerle zihinler karıştırılıyor. Daha ötesi, Müslümanlar bir takım yönlendirmelerle dünyevîleştiriliyor. Dünyevîlere özendiriliyor. Bu hususta, bir değil, onlarca projeler üretilip devreye sokuluyor. Maddî imkân ve kadın faktörü alabildiğine kullanılıyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in bu çağa bakan hârika bir tefsiri ve doğru İslâm’ı anlama ve anlatmada kuvvetli bir rehberi olan Nur Risâleleri ve ona mensup Nur Talebeleri de bu projelerin dışında değil. Belki de ilk hedefte onlar vardır. Nur mesleğini saptırmak, rayından çıkarmak, sulandırmak, orijinal kimliğini bozmak, rûh-u aslîden uzaklaştırmak ve uhrevî bir cemaat kimliğinden çıkarıp dünyevîleştirmek, hatta resmî ideoloji ile entegre etmek gibi akıl ve hayale gelmedik tezgâh ve tuzaklar söz konusu olabilir. Bunları yaparken de, Bediüzzaman’ın tesbit ettiği gibi: “İnsan cemaatlarındaki habis menbâları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını, kiminin tamâını, kiminin humkunu (ahmaklığını), kiminin dinsizliğini, hatta en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.” (Sünûhat s.97)

Evet, dînî cemaatları dünyevîleştirmek için her türlü hileyi kullanan, yeni yeni projeler üreten ve uygun bulduğu herkesi maksadına âlet eden dâhilî ve hâricî dessas ve hilekâr mahfillere karşı, her zamankinden daha uyanık olmak ve onların şerrinden Allah’a sığınmak durumunda olduğumuz açıkça görülüyor. Cenâb-ı Hak bütün mü’minleri onların fitne ve şerlerinden korusun...

26.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

2007’yi uğurlarken



Milâdî takvimin zaman periyodu, 365 gün arayla yeni bir yılın ve dönemin habercisi olmaktadır. İdarî ve malî bir çok uygulamada, yıl hesabı ve yılın kendi içinde aylık dilimleri ile konuların çapına göre başlangıçlar, bitişler veya devam eden süreçler birbirini kovalamaktadır.

Yine yıl sonu itibariyle, eskittiğimiz 2007 üzerinde konuşup, ona el sallayacağız. 2008’e girmeden 2007’ye “uğurlar olsun” diyeceğiz. Yeni bir yıl, eski yılların hatıralarıyla devraldığı birikim, beraberinde yenilenmeye teşvik etmektedir.

Hayalimizin yakınlaştığı gündemler yeni yılla birlikte canlandığı, gündemini yitiren konularında zihin arşivinden çıkarıldığı, tarihe emanet edildiği zamanlardır.

2007 yılına Türkiye açısından baktığımızda; akla ilk gelen siyasî gelişme genel seçimlerle birlikte cumhurbaşkanlığı seçimidir. İki seçimin peşpeşe sebep olduğu kırılmalar, siyaseti geren zinde girişimler, devlet organlarının seçim sürecine müdahale biçimleri ve sonrasında gelişen ayrışmalar, demokrasi zeminini biraz daha pekiştirdi.

Cumhurbaşkanlığı makamını bir kesimin kalesi görme alışkanlığı, yine nüksetti ve militan demokrasi depreşti, ancak direnç noktaları ve hile senaryoları aşıldı. Halkın bundan sonra yeni cumhurbaşkanını seçecek iradeyi elinde tutma referandumu ise, ayrı bir demokratik taban kültürüne katkı yaptı.

AB sürecinde Merkel’den sonra Sarkozy ile devam eden Fransalmanya ittifakı, bütün gayretkeşliklere rağmen, Türkiye’nin müzakere sürecini fazla etkilemedi. Yeni başlıkların açılması da bunun en güzel örneği.

İç siyasetin iki seçimle ve bir referandumla gerilmesi, ardından terör belâsı, AB sürecini birinci gündem olmaktan çıkardı. Siyasî ve demokratik yeni reformlar için, yeni hamle şansını geriletirken, devam eden teknik ve iyileştirici müzakere başlıkları ve kamuoyuna yansıyan uygulama isteği ise, gittikçe artmaktadır.

2007’nin son çeyreği ise, en çok terör gündemine kilitlendi. 22 Temmuz seçimleri ile DTP’nin Mecliste grup kuracak sayıyı elde etmesi ile paralel artan bir gerilim stratejisi ve PKK’nın eylem zincirini kurması, kamuoyunu fazlasıyla tahrik etti. Türkiye’nin huzur atmosferi, bozulmaya yüz tutan bir sürece zorlandı adeta.

Neyse ki, halkın sağduyusu iç, dış, kurumsal ve terör destekli bir çok provokasyonu-tabiri caizse-alt etmeyi başardı. Aştı. Demokrasinin sabır süreci iyi işledi. Uluslararası güç merkezleri, Türkiye’nin terörle sınavını nihayet anlamaya başladılar. Başka ifadeyle, anlamamazlık haklarının kalmadığı, bıçağın kemiğe dayandığı noktayı iyi fark ettiler.

DTP, kendisinden beklenen ülke duyarlılığı içinde demokratik siyasî hareket olarak kalma ve “dağdan kopma” becerisini maalesef gösteremedi. Güvenlik güçleri, siyaseti hükümete bırakacak bir “dönüşüm”le eli silâhlı örgüt cephesine yönlendiren bir konsepte girdi. ABD işin içine girince, çözümü kolaylaştıran istihbarat bilgileri işe yaradı.

Doğu ve Güneydoğu, güvenlik meselesi olmaktan çıkarılıp, kalkınma öncelikli bir yönelişe girdi. Bunun başarılması, sivil inisiyatifi ve demokrasi içinde çözümü kuvvetlendirir. Vatandaşı “iki ara bir dere”den kurtardığı gibi, ülke kaynaklarının faili malûm terör girdabına gitmesinden kurtarır.

2007’nin önemli bir gündemi de sivil anayasa tartışmalarıydı. Bütün bu karmaşalar içinde, sivil anayasa tartışmaları kendine yeterince yer buldu. Bundan böyle, 2008’in ana gündemi olacağa benziyor. Demokrasinin bireyi öne çıkaran, toplumu gözeten ve devleti bu iki ana referansa göre yapılandıracak sivil anayasa, son 50 yılın askerî anayasalarını aşma başarısı olacaktır.

Olumsuzlukların, senaryoların, provokasyonların, fitne tohumlarının ve kökü dışarıda ejderhaların bütün oyun ve hilelerine rağmen, komplo teorilerine takılmadan ve akla uygun hikmet ve meşrûiyet ölçüsünde, Türkiye barajı su almaya başladı.

Kendine yetecek enerji havzalarını kurmaktadır. Son yüzyılın inkırazları ve itibarları ile iflâsları çarpıştıkça, hakkın gücü daha da perçinlenmiştir.

Bu anlamda 2007, hayra giden yolda iyi bir dönemeçtir.

26.12.2007

E-Posta: [email protected].




Davut ŞAHİN

“İhale” sanatçıları



Efendim, Şehir Tiyatrolarına oyuncu alımı için ilk kez bir ihale açılmış. Sanatçılar buna tepki göstermiş.

Diyorlar ki: İhaleyle sanatçı olunmaz.

Niye olmaz.

Bal gibi olur.

Nitekim yıllardır oluyor da.

Örnek mi:

Ayhan Işık… Güzel Sanatlar Resim Mezunuydu. Ama bir derginin açtığı yarışmada birinci olup sinemaya girdi. Yıllardır ona “Taçsız Kral” dendi.

Fikret Hakan:

Asıl adı Bumin Gaffar Çıtanak olan “sanatçı”, Taksim Lisesi birinci sınıftan terk… Lisede okurken İstanbul Ekspress’te gazeteciliğe başladı… Ses Tiyatrosu’nda (1950) Üç Güvercin oyunuyla profesyonel oldu. Sonrasını biliyorsunuz zaten.

Cüneyt Arkın:

300’den fazla filmi bulunan ve asıl adı Fahrettin Cüreklibatur olan Arkın, Artist dergisinin açtığı bir yarışma ile Türk sinemasına adım attı. Asıl mesleği ise doktordu.

Adile Naşit:

Ünlü tiyatro oyuncusu Amelya Hanım ile komedyen Naşit’in kızı olan Adile Naşit, babasının ölümü üzerine öğrenimini yarım bıraktı ve 1944’te İstanbul Şehir Tiyatrolarında oyuncu olmaya karar verdi.

Fatma Girik:

Türk Sineması’nın ünlü kadın yıldızlarından Fatma Girik, orta ikiden terktir… Okulu bıraktıktan sonra 60’lı ve 80’li yılların filmlerine damgasını vurdu.

Ya Türkan Şoray:

Fatih Kız Lisesi orta bölümden terktir. Karagümrük’teki ev sahiplerinin kızı ile bir film setine gider ve keşfedilir! 1965’ten sonra Türk sinemasının en iyi dört kadın oyuncusundan biri kabul edilir. Yani Şoray, sokaktan gelme bir “sanatçıdır.”

Daha sayalım mı?

Filiz Akın:

Ankara Maarif Koleji mezunu, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji bölümünü üçüncü sınıftan terk etti. Bir “artist” dergisinin açtığı yarışmayla sinemaya geçti.

Dizi yıldızlarını saymıyoruz. Hasbelkader yönetmenin dikkatini çeken öyle çok örnek var ki…

Daha çok misal sayabiliriz. Bu kadar kâfi…

Ancak “sanatçı” geçinen sanatçılar geçmişlerine bir baksın. Hem Popstar’la ünlü olan şarkıcılar da bir nevi “ihaleli sanatçı” olmuyor mu? Bir de meseleyi bu yönüyle değerlendirsinler.

26.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Mesele ‘güven’i kazanmakta



Ekonomideki ‘bahar havası’ da sinyal vermeye başladı. Gerek işadamları ve gerekse ekonomi uzmanları ‘istikrar’ın bozulmaya yüz tuttuğundan bahsediyorlar. Pek çok konuda olduğu gibi, ekonomide de ‘güven’ her şeyin başında geliyor. En küçük esnaftan başlayarak, en büyük holdinglere kadar yapılan ‘iş’in içinde güven yoksa istikrar sağlamak imkânsız.

‘Para’ havadan nem kapan bir yapıya sahiptir. En küçük tereddütde sağlam limanlara kaçmaya çalışır. Nitekim, bazı söylentilerle ülkelerin ekonomik istikrarının bozulduğuna çok defa şahit olunmuştur. Türkiye’nin de şahit olduğu 2001’deki kriz, böyle bir güvensizlik ortamının neticesiydi.

‘Güven’in en çok arandığı sektörlerden biri de bankacılık sektörüdür. Toplumun güvenini kazanan bankalar büyürken, bunu başaramayanlar yerinde saymaya devam eder. Bankalar arasında yer alan ve kuruluşları çok eskiye dayanmayan ‘faizsiz kurum’ların da en büyük sermayesi yine güvendir.

1980’li yılların başında ‘faizsiz finans kurumu’ olarak kurulan ve sonraki gelişmelerle birlikte ‘katılım bankaları’ adını alan kurumlar da bu imtihanla karşı karşıya. Kuruluş yıllarına nisbetle büyük atılımlar gerçekleştiren bu ‘banka’lar, ekonomide önemli bir yere sahip oldular.

Ancak, bu başarılara rağmen faizsiz sistemle çalışan ‘banka’ların; ‘olmaları gerektiği yer’de olduklarınını söylemeyiz.

Bu ‘banka’ların da en büyük problemi ‘güven’dir. Elbette vatandaş bu kurumlara güveniyor ki, bunca olumsuz şartlara rağmen bu ‘kurum’lar bu noktalara gelebildi. ‘Faiz’, ‘kâr payı’ tartışmaları sebebiyle oluşturulan olumsuz hava olmasa, çok daha iyi noktalara gelebilecekleri söylemek mümkün.

Faizsiz sistemle çalışan ‘banka’ların geldikleri bu nokta, aynı zamanda bir ‘Türkiye gerçeği’ni de ortaya koyuyor. Bir an için bu ‘banka’ların sistemde olmadığı varsayılsa, büyük bir ekonomik varlığın ‘sistem’ dışında kaldığı görülür. Düne kadar ‘yastık altı’nda olan ‘para’lar bu kurumlar vasıtasıyla ekonomiye kazandırıldı.

Bu ‘banka’ların diğer bankalardan daha hassas olmaları gereken noktalar da var: En başta, açıklık ve şeffaflıkta ‘lider’ olmaları gerekir. Çünkü bu bankalara emanet edilen paralar, ‘faiz’den uzak tutulmak istenen tasarruflardır. Dolayısı ile bu noktada gösterilecek hassasiyet çok önemlidir.

Şunu rahatlıkla söylemek mümkün: Türkiye’de tasarruf edilen ‘para’ ya da ‘altın’, bankalarda bulunandan çok daha fazladır. Gerek ‘faizsiz banka’ların şube ağının yeterli olmaması ve gerekse toplumun bu konuda tam tatmin olmaması sebebiyle büyük miktardaki tasarruflar hâlâ ‘yastık altı’ndadır. Açıklık ve şeffaflıkla ‘faizsis sistem’ noktasında halk ikna edilebilirse bu tasarruflar sisteme dahil edilebilir. Bunun için özellikle ‘katılım bankaları’nın yöneticilerine büyük görevler düşüyor.

Hiçbir şekilde ‘şüphe’ye yer bırakmadan, gerçekler millete tam olarak anlatılmalı ve ‘yastık altı’ndaki tasarruflar yatırıma aktarılabilmelidir.

‘Güven’i kazananlar, ‘para’yı da kazanabilir...

26.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gerçekler hayata geçirilmezse



Cennetlik bir grup Cehennemliklerden bir grubun yanına gider ve şöyle derler: “Siz nasıl oldu da Cehenneme girdiniz? Halbuki biz sizin öğrettiklerinizi uygulayarak Cennete girdik.”

Cehennemlikler şöyle cevap verirler:

“Biz söylüyorduk, fakat söylediklerimizi uygulamıyorduk.”1

Bir başka hadis-i şerif de şöyle: “Kıyamet günü insanlar arasında en şiddetli azaba uğrayacak olanlar, ilmi kendileri ve başkalarına fayda vermeyen ilim sahipleridir.”2

Ne kadar ibretli, acı ve düşündürücü değil mi?

Cehalet en büyük düşman. Gelişebilmek, maddeten ve mânen ilerleyebilmek için onu yenmek zorundayız. Okumayı seven, beş dakika dahi boş vakit bulduğunda kitaba koşan insanlara ne kadar hasretiz.

Okuyan, öğrenen insanlar da bildiklerini hayata geçirerek o güzelliklere ayna olacak, ilmin sağladığı itibar sebebiyle herkesin hayranlığını celbedecekler. İbni Kemal’in hayatında olduğu gibi.

1492’de Osmanlı ordusu, Arnavutluğa giderken Sadrazam Çandarlı Ali Paşa, cesaretiyle ün yapmış Vezir Evrenosoğlu Ali Bey, diğer vezir, paşa ve beylerin katıldığı bir toplantıda gördükleri sarsmıştı Paşazâde İbni Kemal’i. Filibe Müderrisi Molla Lütfi, sadrazamın huzuruna girip doğrudan Evrenosoğlu Ali Beyin üst tarafına oturmuş ve bu hareketi hiç yadırganmamış, gayet tabiî karşılanmıştı. 30 akçe kadar az bir maaşa talim eden Molla Lütfi’nin bu itibarı İbni Kemal’in gözünde ilmi yüceltmişti.

Orduda Çandarlı Halil Paşanın yanında bir sipahiydi o günlerde İbni Kemal. Bu olay âdetâ onu çarpmış, “Ben ne kadar ilerlesem bir Evrenosoğlu Ali Bey kadar olamam. Ama gayret etsem ikinci bir Molla Lütfi olabilirim” demiş ve sefer dönüşü kendini ilme vermiş, azmî ve gayreti sonucunda Osmanlının en büyük ilim adamlarından birisi olmuştu.

O zamanlar ilmin itibarı vardı. İlim adamına değer verilirdi. İlim adamı da öğrendiklerini hayatına yansıtır, örnek bir kişilik sergilerdi.

Böylesi örnek insanlar, söz ve davranışlarıyla milletin gönlünde taht kuran, özen duyulan insanlara her zaman ihtiyacımız var.

Böylesi ilim adamlarına İslâmda o kadar önem verilir ki, Peygamberimiz (a.s.m.) âlimin ölümünü âlemin ölümü gibi görür.3

Bir ülkenin ilim adamları ne kadar çok olursa toplum o ölçüde gelişir, ülke o kadar kalkınır.

Dipnotlar:

1. Terğib, 1-125-127.

2. Keşfü’l-Hafa, 1:376.

3. İhya-i Uluûmiddin (Taberânî’den), 1:15.

26.12.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Sayın Fazıl Say, gel bu işten cay



Ülkemizin yetiştirdiği, dünyaca ünlü piyanist olarak bilinen sayın Fazıl Say, kendisinin Çankaya’ya çağrılmadığını ileri sürerek hükûmete, meclise, seçmene ve halkın yüzde yetmişine isyan ediyor. “Onlar kazandı, biz kaybettik, çekip giderim” diyor. Ülkenin karanlığa doğru hızla yol aldığını, kızını da alarak bu karanlıktan gitmek istediğini ifade ediyor. Yani ülkenin aydın bir insanı daha karanlıktan şikâyet ederek ülkesini terk etmeyi düşünüyor. Birisinin kendisine “Karanlıktan şikâyet edeceğine bir mum da sen yak” sözünü hatırlatması lâzım.

Sayın Fazıl Say, galiba ilk defa bir yerden dışlanma duygusuna kapılmış, onu da hazmedememiş. Ama daha büyük ayrımcılığa maruz kalıp, mağdur edilen insanların halini görebilseydi, kendi haline şükrederdi sanırım.

Sayın Say, sen hiç kazandığın bir ödülü almak için kürsüye çıktığında, kılık kıyafetini beğenmeyen birileri tarafından, ödülünü alamadan sahneden indirildin mi? “Neden hocam?” diye gözünün içine baktığın insanların, “Öyle uygun görüldü” şeklindeki sözlerine muhatap olarak sahneyi terk etmek zorunda kaldın mı? Ama başörtülü genç kızlar böyle muâmelelere maruz kaldı. Hak ettiği ödülünü almak için çıktığı sahneden, gözyaşları içinde indirildi.

Konser vermek için bir salona girerken, güvenlik görevlileri tarafından önün kesilip de “Sen buraya giremezsin çünkü…” denildi mi hiç? Ama benim kızım, mezuniyet töreni için girmek istediği stadyum kapısında görevliler tarafından çevrilerek, “Başında örtü var, sen stadyuma giremezsin” denildiğini biliyor musun?

Sayın Fazıl Say, sana hiç, “Piyano çalmak istiyorsan Paris’e veya Viyana’ya git” denilerek, başka ülkelerin yolu gösterildi mi? Ama bu ülkede sakallılara İran’ın, türbanlılara Malezya’nın, şalvarlılara Afganistan’ın yolları gösteriliyor, bunları biliyor musun?

Senin elinden hiç piyanon alındı mı? Alınmadı ama, kızların başlarındaki örtünün çekilip alındığını gördük bu ülkede. Sen hiç, sanat icra etmemen için ikna odalarında “ikna” seanslarına tâbî tutuldun mu? Ama binlerce genç kız, başlarındaki örtüden vazgeçsinler diye ikna odalarında “ikna” edildiler.

Sayın Fazıl Say, fazilet odur ki, haksızlığa maruz kalınsa da, müspet hareket dairesinde kalarak, hakkını elde etmeye çalışmaktır. Vatana ve millete sevginin, sanata saygının göstergesi, ülkeyi terk etmek değil, burada kalarak bu değerler için mücadele etmektir. Hatta, “San'atçıların el üstünde tutulduğu ülkelerde bile olsam, İstanbul’a gelmek, burada sanat için mücadele etmek isterdim” demeni beklerdik. Ama sen, “Giderim haa” diye rest çekmeyi tercih ettin. Siyasetle polemiğe girdin. San'ata siyaset bulaştırdın.

Var mısın, ayrımcılığa, dayatmaya ve her türlü haksızlığa karşı birlikte mücadele edelim? İnsan hakları için, demokrasi için, özgürlük için, her türlü baskıya birlikte karşı koyalım. Farklılıkları hoşgörü ile karşılayıp, herkesin hayat tarzına saygı gösterildiği bir ülke kuralım. İsteyen piyano çalsın, isteyen ney üflesin, dileyen caz müziği icra etsin, dileyen ilâhî söylesin. Uzun saçlısı da, kulağı küpelisi de, başı kapalısı da barış içinde birlikte yaşasın. “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” saplantısından da vazgeçelim. Müşterisi varsa salyangoz da satılsın, zemzem veya hurma da satılsın.

Sayın Fazıl Say, böyle bir ülkede yaşamak istersen, dur gitme. Hep beraber olalım, özgür, aydın ve demokrat bir Türkiye için birlikte mücadele edelim.

26.12.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kundaklama terörü



Son haftalarda yaşanan "kundaklama olayları", terör belâsının bir başka çehresini daha göstermiş oldu.

Bu yakıcı belânın ürkütücü çehresi, yapılan son "sınırötesi operasyonlar"la eşzamanlı şekilde ortaya çıktı.

Son derece dikkate değer bir nokta. Terör örgütü, kuvvetli ihtimalle misilleme yapıyor. Adeta demek istiyor ki: "Siz dağdaki kamplarımı bombalarsanız, ben de sizin meskûn mahallerdeki malınızı, mülkünüzü yakar, harap ederim."

Failler hakkında henüz resmî bilgi net olarak açıklanmış değil. Ancak, kamuoyu notunu çoktan vermiş ve halkın kanaati kesinlik kazanmıştır ki, şimdiye kadar sayısı 50'yi bulan kundaklama olaylarının arkasında yine aynı terör örgütü var.

Ayrıca, terör örgütü bu tür şeyleri yapmaz diye bir kaide yoktur. Kesinlikle yapar ve yapmıştır da. Sâbıkası kabarıktır. Gündüz ortasında bile arabaları, otobüs–minibüs duraklarını, ev ve işyerlerini yakıp yıktığı çok olmuştur.

Dahası, örgütle bağlantılı bazı internet sitelerinde, bu kundaklama olaylarıyla ilgili olarak, açık bir dille "sahiplenme" bilgileri var.

Yani, kundaklama cinayetlerinin failleri hakkında, bize göre herhangi bir tereddüt yok.

Buna göre, terörist faaliyetlerin sadece dağlarda ve kırsal alanlarda yapıldığı yönündeki tezler de çürüyüp suya düşmüş oluyor.

Dolayısıyla, terörün, hele hele etnik terörün tek ilâcı ve yegâne panzehirinin fizikî operasyonlar olmadığı da, kendiliğinden anlaşılmış oluyor.

* * *

Terör olayları ve terörist faaliyetler, hangi yönden bakılırsa bakılsın çirkindir ve tel'ine müstehaktır.

Aynı şekilde, bu belâyı doğuran ve milletin başına musallat eden sebeplerinde şiddetle lânetlenmesi gerekir diye düşünüyoruz... Ama ne acıdır ki, zahirdeki failler ve fiiller—haklı olarak—kınanırken, bahsini ettiğimiz o "doğurgan sebepler" üzerinde ise çoğu zaman hiç durulmuyor bile...

Meselâ, defalarca yazdık ve dilimizde tüy bitecek kadar söyledik ki: Bu vatanda Türkçülük yaparak, Kürtçülük hareketini asla önleyemezsiniz. (İkisi de yanlış ve muzırdır.)

Aklı başında olan hemen herkes dedi ki: Bin yıldır sizinle birlikte yaşayan bir unsurun dilini yasaklamak ve kökenini inkâr etmekle bir yere varamazsınız. Hukuka, vicdana aykırı olan bu inkârcı politikalarla, huzur ve barışı sağlayamaz, sadece ve sadece istismarcılara mazeret ve bol miktarda malzeme üretmiş olursunuz.

Kezâ, defalarca denildi ki: Zalimi takibe alırken, devletin resmî kuvvetlerini—gözdağı verircesine—halkın üzerine salmak ve bu arada masumlara zarar vermek sûretiyle, müsbet bir netice hâsıl edemezsiniz. Dolayısıyla, bir zâlimin, bir câninin yüzünden gidip ailesini tefe koymayın, evini ateşe vermeyin, akrabasını suçlu görmeyin, hele ki köyünü boşaltıp harap etmeyin.

Ama, bütün bu sözleri dinlemediniz; yeni, etkili ve yetkili konumdakiler dinlemediler. Kulak ardı ettiler. Bildiklerini okumaya devam ettiler. Binlerce aileyi bin yıllık yerinden yurdundan ettiler. Büyük şehirlere perperişan bir şekilde göçerttiler. Ve, işte görüyorsunuz ki, bütün bir toplumun huzurunu çökerttiler.

Demek ki, evvelâ terörü doğuran dahildeki ana sebeplerin ortadan kaldırılması ve sabıkalı politikaların sona erdirilmesi gerekiyor.

Gerisini getirmek hiç de zor olmayacak, buna eminiz.

GÜNÜN TARİHİ 26 Aralık 1919

Şeyh Eşref İsyanı

Bayburt–Trabzon arasındaki bölgede 1919 yılı sonlarında vuku bulan "Şeyh Eşref Ayaklanması", iki ay kadar süren bir kanlı çatışmanın ardından, nihayet 26 Aralık günü kat'i şekilde sona ermiş oldu.

Başlangıçta 400 kadar silâhlı müridiyle küçük çaptaki askerî birliklerle çatışan ve kısmî üstünlük sağlayan Şeyh Eşref, hadisenin büyümesi ve üzerine kalabalık topçu birliklerin gönderilmesiyle işi bitirilmiş olunur.

Şeyh'e isabet eden bir şarapnel parçası onun ölümüne yol açarken, müritlerinin de mücadele ve karşı koyma iradesini berhava etmiş olur.

* * *

Bu fecî hadisenin asıl mahiyeti ve çıkış sebebi hakkında ise, muhtelif rivâyetler var. Bir rivâyete göre, bu tamamiyle irticaî bir vak'adan ibaret olup, en sıkıntılı bir zamanda halkın ve ordunun başına açılmış kanlı bir gailedir.

Bir diğer rivâyete göre ise, bu kanlı hadisenin mahiyeti ve çıkış noktası şudur: Bayburt civarındaki Hart kasabası kırsalında kendince irşat hizmetinde bulunan ve aynı yerde bir Namazgâh inşa ederek müritleriyle toplantılar yaparak hayatını idame ettiren Şeyh Eşref ismindeki şahsın aynı Namazgâhına gece vakti avanesi ve birkaç aşüfte ile birlikte gelip âlem yapan Nahiye Jandarma Başçavuşu, bu hallerine şahit olan ve itiraz eden şeyhin müritleriyle kavgaya tutuşur. Kan dökülür ve hadise halka halka büyüyerek iş çığrından çıkar.

Bizim tesbit ve kanaatimizin de bu ikinci rivâyet doğrultusunda olduğunu hemen ifade edelim.

Ayrıca, buna emsâl olacak daha başka vak'alar da var. Meselâ, 1913'te Bitlis'te vuku bulan ve neticesiz kalan "Şeyh Selim Hadisesi", 1925'te vuku bulan "Şeyh Said Hadisesi" ve 1936'da yaşanan "Sason İsyanı" gibi kanlı dahilî olayların çıkış noktaları arasında büyük benzerlik ve paralellikler var.

Hepsinde de, dine ve ahlâka aykırı hal ve davranışların olduğu muhakkaktır.

Meselâ, Sason bölgesinde kanlı hadisenin yaşandığı köylere bizzat gittik ve araştırarak öğrendik ki, kanlı olaylar zinciri, aşiret ağasının evine giden jandarma yüzbaşısının bir kadına sarkıntılık yapmasıyla başlamış.

Bu arada şunu da hemen ifade edelim ki, devlete kuvvetle karşı gelmenin, orduyla çatışmanın ve asker kanı dökmenin doğru bulunacak ve tasvip edilecek hiçbir yönü yoktur.

Ne var ki, halkın örfünü ve toplumun psiko–sosyal durumu nazara alındığında, baştakilerin gayr–ı ahlâkî hal ve tavırlarının büyük aksülâmel meydana getirdiğini veya getirebileceğini de nazardan uzak tutmamak gerekir.

Netice–i kelâm: İki yanlıştan bir doğru çıkmıyor.

.............................

NOT: Daha geniş bilgi için, Kâzım Karabekir'e ait "İstiklâl Harbimizin Esasları" isimli kitabın ilgili bölümlerine müracaat edilebilir.

26.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'a sığınan şerlerden emin olur



Adana’dan okuyucumuz:

*“Şeytan, insanı Cehenneme düşürmek için uğraşır. Sadece kötülükleri kalbe fısıldar, bir zorlaması yoktur. Oysa cinler insanları korkutur, bayıltır. Rüyada, uyku ile uyanıklık arasında bazen de uyanıkken kedi ve köpek sûretinde görünürler. Bazen görünüşleri korkunçtur. Bazen de korkunç olmadığı halde kalbe şiddetli korku verirler. Bazıları daha şerli olup döverler ve eziyet ederler. Şeytan, insanları Cehenneme göndermeyi vazife edinmiş. Peki, cinler insanlardan ne istiyor? Neden eziyet ediyorlar? Neden insana musallat olunca onun yakasını bırakmıyorlar? Ben yıllardır doğru dürüst uyku uyuyamıyorum. Şiddetli korkutuyorlar. İşin garibi, onlar da benden korkuyorlar. Korka korka korkutuyorlar. Duâ okuyunca feryat edip kaçıyorlar. Ama bir okuyabilsem! Korkudan dilim zor dönüyor. Eğer kuvvetli bir iradem olmasaydı, şimdiye kadar ben akıl hastanesinde olurdum.”

Şeytan, harareti çok şiddetli dumansız ateşten yaratılan cinlerden biridir.1 Sırf riyasından, gurur ve kibrinden dolayı bulunduğu kötü yolu tercih etti ve insanları azdırmaya and içti. Bunu Kur’ân şöyle bildirir:

“İblis şöyle dedi: ‘Rabbim, beni kudurtman sebebiyle, yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim ve Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı pusu kurup oturacağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım. Çoğunu sana şükreder bulamayacaksın.’”2

Fakat insan Allah’tan gelen vahye sadık kalır, Allah’a, yalnızca Allah’a ibadet eder ve yalnızca Allah’a sığınırsa; Allah’ın yardımıyla, inayetiyle, rahmetiyle, merhametiyle ve mağfiretiyle bu handikabı, yani şeytan duvarını aşması mümkündür. Bunu şeytan da bilmektedir ve: “Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna!” demektedir.3 İhlâslı kullara Allah’ın da güven ve itimadı vardır ve şeytana şöyle cevap vermiştir: “Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur.”4

Şeytanın derdi, bizi Allah’a giden yoldan çevirmektir. Şeytan kendisini bir girdabın içine attı ve yuvarlanıp gidiyor. İnanç, ahlâk, ibadetler, hasenat ve iyilikler konusunda şeytanın önümüze engeller çıkarması ve bizi kötülüklere yönlendirmesi, işin başındaki bu yeminiyle ve azgınlaşmasıyla ilgilidir.

Sâir cinlerin ise aslında bizimle kişisel olarak durup dururken uğraşmaları söz konusu değildir. Çünkü cinler müstakil yaratıklardır. Bizimle bağlantılı yaşamıyorlar. Nasıl onların yaşayışları bizi ilgilendirmiyorsa, bizim de yaşayışımız ve hallerimiz onları ilgilendirmez. Bizimle uğraşmaya and içmiş değillerdir. Bizim ayağımızı kaydırmak gibi bir yeminleri yoktur. Kendi hallerinde yaratıklardır.

Fakat arı uysal ve saldırgan olmayan bir yaratık iken, yuvasına çomak soktun mu nasıl kızar ve saldırırsa; cinler de böyledir. Cinler bizimle uğraşıyorlarsa, buna çoğunlukla biz sebep oluruz. Bazen bizim onlarla ilgili özel merakımız (cinleri çağırmak ve cinlerle görüşmek isteyişimiz gibi), bazen bizim tedbirsizliğimiz (meselâ banyo ve tuvalete girerken sünnet olan duâları okumayı ve sünnet olan davranış biçimlerini göstermeyi ihmal edişimiz gibi), bizim gerektiği yerlerde gerektiği biçimde Allah’a sığınmayışımız gibi sebeplerle cinleri kendimize musallat etmiş olabiliriz.

Kurtuluş yine Allah’a sığınmaktadır. Çok sık ve çok çeşitli duâlarla Allah’a sığınabiliriz. Meselâ Âyete’l-Kürsî veya Felâk ve Nâs Sûrelerini okuyarak Allah’a sığınmamız sünnettir. Bu âyet ve sûreler bizim için yeterli himayeyi de sağlar. Fakat ihmal etmeyeceğiz.

Allah, ehl-i imanın maddî mânevî dertlerine devâlar ihsan eylesin. Âmin.

Dipnotlar: 1- Kehf Sûresi, 18/50 2- A’râf Sûresi, 7/16-17; Hicr Sûresi, 15/39-40 3- Hicr Sûresi, 15/40 4- Hicr Sûresi, 15/39–43

26.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İftirak projeleri



Batıl Batı felsefesinin dizayn ettiği yeni dünya düzeninde “uluslararası ilişkiler”de kimse karşılıksız yardım ve destek yok.

Hele egemenlik ve çıkarı uğruna okyanuslar ötesinden gelip Irak’ı işgal ederek bölgeyi ateşe veren, bir milyon insanı katledip üç milyon Iraklıyı göçle perişanlığa sürükleyen ve menfaati için hiçbir zulümden çekinmeyen “süper güç” ABD’nin, bunca tahripten sonra Türkiye’ye “destek vereceğine” kimse inanmıyor. “Amerikan hayranı” medyada propaganda edilen “işbirliği”yle ABD gibi çıkarcı bir devletin karşılıksız bir iş yapacağına ihtimal verilmiyor.

Hatırlanacağı üzere, 1 Mart 2003’te Meclis’in kabul etmediği Irak’ı işgale gidecek 65 bin Amerikan askerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasına dair “AKP hükümeti tezkeresi” öncesinde de içinde milyarlık dolar hibesi ve IMF borçlanmasının bulunduğu 100 sayfalık “gizli bir mutabakat”tan söz edilmişti. Tezkerenin reddiyle her ne kadar geçersiz kalsa da, söylentiler kamuoyunda büyük bir infial uyandırmıştı…

Bundandır ki, Washington’un alışılmadık bir şekilde birden çark etmesinin bazı meddah kalemşörlerin reklâm ettiği gibi, “Türkiye’yi anlayıp ıslâh olması”ndan değil, kayıtlara geçmeyen “baş başa görüşme”de elde ettiklerine karşılık uluslararası arenada şimdilik bu “politik değişikliğe” gittiği üzerinde duruluyor…

* * *

Peki, hangi hususlarda “gizli bir mutâbakât”a varılmış olabilir? ABD ile girilen bu “cicim ayları”nda “al gülüm ver gülüm” alış verişinde alınıp verilen nedir? Bu ve benzerî sorular başkent kulislerin baş konusu…

Öncelikle, İngilizlerin Irak’ın güneyini Bağdat’tan bağımsız bir “Şîi Arap devleti” kurmaları için bölgedeki gruplara devretmesiyle, işgalci Amerikan askerlerinin Irak’ın kuzeyini peşmergelere terk etmelerinin eş zamanlı olması, Kissinger’in “Irak’ın üçe parçalanması” projesini akla getiriyor.

Bundandır ki, Ankara’nın Kuzey Irak’ta “otonom devlet”ten “ayrı devlet”e giden bir süreci kabullendiği belirtiliyor. ABD ve İsrail’in eğiterek azdırdığı PKK terör örgütünün tasfiyesiyle, işlevini görecek kuzeydeki kukla devletin “tanınacağı” yavaş yavaş telâffuz ediliyor.

Kısacası “stratejik müttefik” ABD, son tavır değişikliğiyle, çeyrek asrı aşan bir kanamayla Türkiye’nin 40 bin insanının katledilmesine, yüz milyarlarca doların harcanmasına mal olan terör örgütünü devreden çıkarıyor; onun yerine komşu Irak’ı bölüp, Irak, İran, Suriye ve Türkiye ortasında sürekli çıban başı olacak bir “ikinci İsrail”i, bölgenin başına belâ ediyor…

Kezâ, DTP’li bir milletvekilinin, hiç ihtiyaç yokken, partililerle bayramlaşmada ısrarla Kürtçe demeç verip, gazetelere “Kürtçe bilen tercüman tutun” tahriki, tam da “büyük Ortadoğu projesi”nin Türkiye ve Müslüman ülkelerini bölüp parçalama plânına göre asimetrik olarak “etnik ayrılığı” alevlendirmeyi hedefliyor.

* * *

Doğrusu, meseleyi demokrasi ve özgürlükler ekseninde değil, etnik ayrılıkla icâd edilen “Kürt sorunu” tahrikinde “Kürt siyasetini güçlendirme” söylemleriyle “solcu Kürt partisi”nden sonra tefrikayı daha da derinleştiren “sağcı Kürt partisi” teklifi, fitne ateşini körüklüyor.

Neticede, “ABD’den alınan istihbaratla PKK’nin tasfiyesi” üzerinde Ankara’da “AKP ile asker arasındaki gizli-lâkin gizlenemeyen- ittifak”, Washington - AKP - Erbil üçgeninde bir başka “işbirliği”ni ele veriyor. Plânın ana hatları değişmiyor; sâdece “Kandil”in üstü örtülüp yerine “Erbil” konuluyor.

Oysa Bediüzzaman’ın temel tesbitiyle, “Türk-Kürd tam birleşmiş İslâmî ve dinî bir milliyet”, ancak “hamiyet-i İslâmiye” ile gelişir ve yücelir. Bundandır ki, bin yıldır beraber yaşadığı ve birlikte cihad edip yanyana şehid olduğu Müslüman kardeşleri olan Türkler aleyhinde Kürtlerde “unsuriyet / ırkçılık fikrini uyandırma”nın vatan ve millet zararına telâfî edilmez dehşetli fitnelere malzeme edileceğini haber verir.

“Muhtariyet”le başlayıp, “tavâif-i mülûk sureti” ile, toprakların ırklar ve kavimlere göre küçük devletlere taksimiyle azdırılacak “ırkî farklılığın” sebebiyet vereceği ayrılık ve karmaşanın fitneyi uyandıracağını belirten Bediüzzaman, bu bakımdan “meyl-i iftirak marâzının (ayrılık fikri illetinin) bir zenb-i azîm (büyük günâh)” olduğunu ikaz eder. (Âsâr-ı Bediiyye, 434, 450, 451, 520, 521)

Hakikaten böylesine dehşetli bir “iftirak projesi” fitnesinin vebâlini hangi “reel politik” karşılar!..

26.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri