|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Ey Dâvud! Biz, seni yeryüzünde halife kıldık. İnsanlar arasında hak ile hükmet. Kendi hevesine uyma ki, nefsin seni Allah yolundan saptırmasın. Allah'ın yolundan sapanlar için ise, hesap gününü unutmaları yüzünden, şiddetli bir azap vardır.
Sâd Sûresi: 26
|
26.12.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kulları, kendisini hamdetmeden önce, Allah'ın kendisini övdüğü ve methettiği Fatiha ve İhlâs Sûreleriyle şifâ isteyiniz.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 559
|
26.12.2007
|
|
Sadun Paşa ve Bediüzzaman
HABER-YORUM
Çok sayıda İngiliz casusu Irak’a gelir. Meşhur
Lawrence de en etkililerinden biri olarak içlerindedir.
Irak Şeyhü’l-Meşayihi Uceymi Sadun Paşa’nın emrinde 40 bin atlı vardır. O yıllar İngilizler, Arapları Osmanlılara karşı ayaklandırmak için ellerinden geleni yaparlar. Casus Lawrence, ayaklanmayı reddeden tek kişi olan Sadun Paşa’ya, Emir Abdullah ile şu haberi gönderir:
“Bizimle birlikte ol, seni Irak kralı yapalım.”
Sadun Paşa bu teklifi hemen reddeder ve Emir Abdullah’a şu cevabı verir:
“O hain elime geçmesin. Bir insan sadakati bilmeyebilir, fakat kendi ihanetini başkasında düşünmesi için bir sebep lâzımdır. Ona bir gün bu teklifi bana yapabilme cesaretini nereden bulduğunu soracağım.”
(Yeni Şafak, Mehmet Gündem, Abdullah Al Sadun’la yapılan röportajdan,
24.12.2007)
Sadun Paşa bu cümleleri söylediğinde yıl 1914’tür.
Yani Birinci Dünya Savaşı yılları...
Bir kısım Arapların, İngilizlerin oyununa gelerek Osmanlı’ya ihanet ettiği yıllar...
Bediüzzaman ise, üç yıl öncesinde Şam’daki tarihî Emevi Camii’nde verdiği meşhur hutbede, “İslâm milletlerinin üstadları” dediği Araplara şöyle sesleniyordu:
“Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.”
Sadun Paşa, Bediüzzaman’ın bu hutbesinde orada mıydı, değil miydi bilinmez, ama neticede Sadun Paşa gibi, Türkler ile Arapları birbirine bağlayan en kuvvetli bağın İman ve İslâm kardeşliği olduğunun şuurunda olanlar, dessas İngilizlerin ırkçılık oyunlarına gelmemiş, Osmanlı’yı arkadan vurmak gibi bir yanlışın içine düşmemişlerdi.
Şimdilerde, Sadun Paşa’nın yeğeni, gazeteci Abdullah Al Sadun’un söylediği şu sözler, ne kadar da mânidar:
“Türkiye’nin AB’ye girmesi biz Arapları çok memnun eder, bu İslâm âlemine kuvvet verir. Önümüzdeki dönemde İslâm âlemi, Türkiye’nin eline elini uzatır ve problemleri beraber halletmenin yollarını açar. Çünkü Türkiye en kuvvetli ve en gelişmiş İslâm ülkesidir. Suudi Arabistan da kuvvetli bir devlettir ve Türkiye ile derin ilişkileri vardır. Türkiye’nin yanında Suudi Arabistan’ın da bölgede liderleri vardır ve bu güç Arap dünyasını dönüştürecektir. Araplar birbirinden ayrı düştüler, bu ayrılığın sona ermesi için Türkiye ve Suudilerin işbirliği önemlidir.” (A.g.g.)
Ne dersiniz, neredeyse yüz yıl önce dikkat çekilmemiş miydi bu mânâların önemine? İşte, Bediüzzaman’ın bu minvaldeki müjde dolu tesbitlerinden biri:
“İnşaallah, yine Araplar ye’si (ümitsizliği) bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.” (Hutbe-i Şamiye, 1911)
|
İsmail Tezer
26.12.2007
|
|
Zengin ile fakir arasındaki uçurum nasıl kalkar?
Evet, zekâtın vücubu ile ribânın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin mesâvisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimâiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”
İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”
Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.
Nev-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.
Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir.
Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.
Hülâsa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruâtın heyet-i içtimâiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.
İşârâtü’l-İ’câz, s. 48-49
|
26.12.2007
|
|
Arayışlarım bitmedi, devam ediyor (3)
Aaa! O da kim?
Tanıdık bir yüzle karşılaşmak ne güzelmiş! Selâm verdim. Güler yüzle karşılandım. “Ben sizi daha önce Adana’da görmüştüm! Adınız Fevzi olmalı!” dedim. “Evet, Ahmet kardeş” dedi. Bu sefer çok eski bir dost gibi hasretle kucaklaştık. Odaya girip oturduk. O günkü yorgunluklarım bir anda geçti. Mânevî rahatlık maddî rahatlığı da getirmişti. Adana’daki hizmetleri, Abdullah Ağabeyin nasıl olduğunu sordu. Bilebildiğim kadar Adana’daki Nur hizmetlerini anlatmaya çalıştım. Çok sevindi.
Ulus 27, hayatımda tanıdığım ikinci nur dershanesiydi.
Girişte bir hol yer alıyordu. Holün etrafında odalar, mutfak, banyo, tuvalet sıralanmıştı. Ders yapılan salonun da diğer odalardan farkı yoktu. Tahminen 10 metrekare kadardı. Tamamı da 50 metrekare civarında idi. Burada insanların yeri dar, fakat gönülleri, kalbleri genişti. Ders salonunun duvarları Adana’daki dershanede olduğu gibi çeşitli levhalarla süslenmişti. Üstad Said Nursî “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” (Mesnevî-i Nuriye, s.110) diyordu. Yerde halı ve etrafta ot yastıklar sıralanmıştı.
Saate baktım. Vakit epeyce ilerlemişti. Yolum bitmemişti. Köyüme gidecektim. Kalkmam gerektiğini düşündüm. Çünkü dünya yolculuğum devam ediyordu.
Peki ben buraya sadece selâm vermek için mi gelmiştim?!.
Yaz tatilimi nasıl değerlendirebileceğimi sordum.
“Oku!” dediler.
Son dinin ilk emriydi bu. On beş yüzyıl önce Hira Mağarasında duyulduğu zaman, bu güzel ve gür sesi, kâinatla birlikte Kâinatın Efendisi Muhammedü’l-Emin (asm) dinlemişti. Sonra kendisinden bilmediği bir şey istenince de, “Ben okuma bilmem” demişti. Orada karanlıklar iç içeydi. Karanlıkların kaynaştığı yerde başlayan bu lâhutî ışık akışı, Hira Dağını bir anda nurun kaynağı haline getirivermişti. Aynı hal birkaç defa tekrarlanınca toparlanmış “Söyle, ne okuyayım?” demişti.
Cebrâil (as), İlâhî emaneti âyet âyet okuyarak muhatabına tebliğ etmişti:
“Oku! Yaratan Rabbinin ismiyle.
“O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı.
“Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir.
“O, insana kalemle yazı yazmayı öğretendir.
“O, insana bilmediğini öğretendir.” (Alâk Sûresi, 1-5)
Sonra okumak, Müslümanın şiârı, okunmak da Kur’ân-ı Kerim’in mucizesi haline gelmişti. Bu mucizevî hâlin yaşanması sonucunda akıllar aydınlanmış, kalbler tatmin olmuş; zaman ve mekânlar da yeni sıfatlar kazanmışlardı. Zaman “Asr-ı Saadet” adını almış, “Kur’ân Mekke’de nâzil olmuş, Mısır’da okunmuş, İstanbul’da yazılmış” sözü serlevhaya dönüşmüştü. Okuyanlar sıddıklar, faruklar, salihler, âlimler, kutuplar kervanına katılmışlardı.
Peki ben ne okuyacaktım?
Bavulumda sadece okul kitaplarım vardı. Bunlar beni tatmin etmiyordu. Oradaki abiler yardımcı olmak istediler. Risâle-i Nurları okumamı istediler. Ben de öyle düşünüyordum. Rahlenin üzerinde bir iki risâle bulunurdu. Risâle-i Nurların tamamını bir arada görmemiştim ki!
Risâle-i Nur Külliyatı kaç kitaptan oluşuyordu?
Önce hangisini okuyacaktım?
Nasıl okuyacaktım?..
Bir yerden okumaya başlamak gerekiyordu.
Ama nereden?!
(Devamı var)
|
Ahmet Özdemir
26.12.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Fudayl bin Iyad önceleri dağlarda pusu kurup kervan gasp eden bir çete reisi idi. Fakat yaptığının kul hakkını ihlal olduğunu bilir, Allah’tan korkar ve tövbe etmek için nefsi ile mücadele eder dururdu.
Bir gün kendisine tövbe nasip oldu ve malını gasp ettiği kimselere tek tek uğrayıp mallarını geri vererek helâllik aldı. Yalnız Ebiverd şehrinde oturan bir Yahudi hakkını helal etmiyor, hakkını helal etmek için bin dereden su getiriyordu. Fudayl da helallik almak için Yahudi’nin her nazını çekmeye, her şartını kabul etmeye kararlıydı.
Yahudi olmayacak bir şart ileri sürdü. Dedi ki: “Benim filan yerde tarlamın içinde kayalık bir tepe var. O tepeyi kazarak tarlamın içinden kaldır. Tarlam dümdüz olsun.” Fudayl bu şartı kabul etti ve eline kazmayı küreği alarak Yahudi’nin tarlasının yolunu tuttu. Gece gündüz demeden kazmaya başladı. Bir yandan kazıyor, bir yandan kürekle taşı toprağı sağa sola atıyor, tepeyi düzlemeye çalışıyordu.
Günlerce kan ter içinde çalıştı. Kocaman tepe bitecek cinsten değildi. Fakat başka çaresi yoktu. Namaz vakitlerinde ara veriyor, namazını kılıyor, Allah’ın huzuruna kul hakkıyla dönmemek için gözyaşlarıyla dua ediyor ve kalkıp kazma kürek sallamaya devam ediyordu.
Bir gece çalışmaktan bitkin düştü. Kazdığı toprağın üzerine düşüp uyuyakaldı.
Sabah namazı için kalktığında bir de ne görsün, her taraf dümdüz edilmişti! Gözlerine inanamayan Fudayl, Allah’a şükür secdesine kapandı. Doğruca Yahudi’nin evine koştu ve hakkını helal etmesini istedi.
Tepenin dümdüz olduğunu gören ve küçük dilini yutacak derecede şaşıran Yahudi:
“Şartım bitmedi!” dedi. Fudayl:“Nedir?” deyince, Yahudi: “Yastığımın altındaki altınları bana ver.” Dedi.
Fudayl elini Yahudi’nin yastığının altına soktu. Eline gelen altınları Yahudi’ye verdi.
Yahudi şaşkınlıktan şaşkınlığa girmişti. Çünkü yastığının altında altın yok, çakıl taşları vardı.
Yahudi artık kararını vermişti. Dedi ki: “Bana dinini anlatır mısın? Ben Tevrat’ta okudum ki, tövbesinde sadık olanın elinde çakıl taşları altın olur. Gördüm ki sen tövbende sadıksın ve senin dinin hak dindir.”
Yahudi iman etti.
(Evliyalar Ansiklopedisi, 6/223)
|
Süleyman KÖSMENE
26.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|