Faruk ÇAKIR |
|
Diyanetin görevi neydi? |
Tam anlamıyla bir ‘savrulma’ yaşandığını gösteren o kadar ‘delil’ var ki, hangisine dikkat çekelim? Gerek siyasette ve gerekse başka sahalarda ‘yanlışta ısrar edenler’i gördükçe üzülüyoruz. ‘Savrulma’yı gösteren bir açıklama da Diyanet İşleri Başkanından geldi. “Siz 29 Ekim resepsiyonuna gittiniz mi?” şeklindeki bir soruyu cevaplandıran başkan şöyle demiş: “Ben bugüne kadar hiçbir resepsiyona katılmadım. Şu sebeple katılmıyorum; rahmetli Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği önemi ve itibarı bugüne kadar hiçbir zaman göremedik. Onun için iyi giyimliler arasında sırada yürüyen bir kişi olmayı ben kurumuma ve konumuma karşı bir haksızlık olarak gördüğümden bu tip devlet protokollerine pek iştirak etmiyorum. O dönemin uygulamalarının yanına bile yaklaşmayan bir şey olduğu için de kendime daha fazla haksızlık etmemek adına pek katılmıyorum. (Cumhuriyet, 5 Kasım 2010) İfade etmek gerekir ki; herhangi bir resepsiyona katılıp katılmama, genel anlamıyla dâvet sahibi ile dâvet edilen arasındaki bir konudur. Katılırsa ‘tebrik’ alır, katılmazsa ‘tenkid’ alır. Bu açıklamada bizi işin bu yönü ilgilendirmiyor. Ancak “Diyanet İşleri Başkanlığına verilen önem” konusu herkesi ilgilendirir. Çünkü bu açıklama en başta tarihî gerçeklerle uyuşmuyor. Hatırlamak lâzım ki, “633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş Ve Görevleri Hakkında Kanun”un 1. maddesi şöyledir: “Madde 1- İslâm Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” Anayasa’daki ilgili maddede de (Madde 136) “(...) Diyanet İşleri Başkanlığı, (...) özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir” denilmektedir. O halde Diyanet İşleri Başkanlığının birinci vazifesi, kanunda da belirtildiği üzere “din konusunda toplumu aydınlatmak”tır. Ayrıca işaret etmeye gerek olmadığı üzere, bu aydınlatma ‘doğru’ olmalıdır. Peki, tarihî gerçeklere baktığımızda bu görev, bilhassa ‘tek parti’ devrinde yapılabilmiş midir? Ayrıntılara girmeden şunu soralım: ‘Tek parti’ devrinde Kur’ân okumak ve okutmak yasaklanmamış mıdır? “Allah’ü Ekber” diyerek ezan okumak yasaklanmamış mıdır? Kur’ân ya da ezan okuyanlar sırf bu yüzden hapse atılmamış mıdır? Bunların yapıldığı ve yaşandığı bir dönemi ‘problemsiz bir dönem’ olarak tarif etmek, bu şekilde halkı yanıltmak Diyanet İşleri Başkanlığının görevi midir? Biri çıksın desin ki, “Hayır, ‘tek parti’ devrinde ezan yasaklanmadı, Kur’ân okumak yasaklanmadı.” Peki, Kur’ân’ı yasaklayan bir idareciye, en başta dönemin Diyanet İşleri yöneticileri “Bu doğru değil” demesi gerekmez miydi? Çeşitli sebeplerle o gün bunlar söylenemediyse, bugün o tavırlar savunulabilir mi? Bütün bunlar ortadayken, “Diyanet ‘tek parti’ devrinde büyük itibar görüyordu. Protokolde çok öndeydi” demek bir mânâ ifade eder mi? Velev ki protokolde ön sırada olsun, bu bir ‘itibar’ göstergesi olarak görülebilir mi? Tam da bu günlerde bir açıklama yapan Kocaeli Müftüsü, “Başta Diyanet olmak üzere herkes ataletten sıyrılmalı. Silkelenmek zorundayız” demiş. (Yeni Asya, 8 Kasım 2010) Yine geçtiğimiz hafta içerisinde bazı yazarlar CHP’ye tavsiyelerde bulunurken “Kemalizmle olmuyor” demişti. Meselâ, Ahmet Altan şöyle yazdı: “Siz, ülkeyi tam bir diktatörlükle yönetmiş birinin ‘ilkelerine’ sahip çıkarak bu halkla bir ‘bağ’ kurup siyaset yapabilir misiniz?” (Taraf, 4 Kasım 2010) Peki, siyasetçi bunu yapamazsa Diyanet (kendi sahasında) yapabilir mi? Lütfen, siyasetten diyanete herkes; ya millete gerçekleri anlatsın, ya da sussun! 08.11.2010 E-Posta: [email protected] |