06 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Misyon, komisyon ve kesirler

“Misyon” ve “komisyon” Frenk kökenli kavramlar. Birbiriyle ilişkileri var. Diğer anlamları yanında, “misyon” bir görevi, belli bir hedefi olan bir işi, “komisyon” ise bu iş veya görevi yapmak için kendine yetki verilen bir heyeti anlatmak için kullanılıyor. Aslına bakılırsa bir misyon, bir komisyona delege ediliyor (to delegate). Bizdeki yaygın deyimiyle komisyona havale ediliyor.

Türkçe’de komisyona havale etmek; bitmesinden çekinilen, korkulan, bu sebeple de zaman kazanmak istenerek sürüncemede bırakılan işler için kullanılmıştır. Açıkçası bizde komisyonlar pek sağlıklı yürümez.

Komisyonun ne olduğunu bilmek için, önce ne olmadığını bilmek lâzım. Komisyon, bir kitabın on bölümünün on ayrı kişiye yazdırılması değildir. Ya da, yine kitaptan gidersek, onun farklı bölümlerinin, aralarında dil ve üslûp birliği olmayan kimselerce çevrilmesi değildir.

Komisyon, dediğimiz gibi, fertlerin belli bir misyona odaklanmalarıdır. Ancak böyle bir uğraşıdan sonra ortaya çıkan eser komisyon ürünü olur.

Yani, on farklı uzmanın kitaptaki her bir resme, şekle, grafiğe, tabloya, cümle yapısına, paragraf oluşturulmasına aynı anda on zihinle, yirmi gözle bakmasıdır. Alan uzmanının, edebiyatçının, çocuk veya genç gelişim uzmanının, ölçme ve değerlendirme uzmanının, müfredat geliştirme uzmanının, grafikerin, resimcinin ilh. aynı metne kendi gözleri ile beraber bakmalarıdır.

Komisyonların verimli yürümesi için, üyelerinin mümkünse mesleklerinde en mükemmel kimselerden, deyim yerindeyse branşlarında on numara olan fertlerden oluşması gerekir. Diyelim bir eser yazılacağı zaman branş alanında, müfredat geliştirmede, ölçme ve değerlendirme hususunda en iyi, çocuk ya da genç gelişimi alanında en mükemmel, grafik ve çizim konusunda en mümtaz kişilerin bir araya gelmesi gerekir.

Ancak bu ideal durum çoğunca gerçekleşmez. Alanında en iyi olan öğretmen, diyelim özel ders veriyordur; düzenini bozup başşehire gelmek istemez. Müfredat geliştirme uzmanı sözgelişi, bir kasabada esas işinin yanında ticarete de başlamıştır; onu bırakıp da oluşturulan komisyona katılmak istemez.

Bu yüzden komisyonlar branşları itibari ile istendik fertlerden oluşamazlar.

Komisyonları verimsizleştiren başka bir faktör, üyelerin aynı maksat çevresinde bir araya gelemiyor olmalarıdır. Oysa bir komisyon ancak kendine verilen görevin etrafında odaklanmış kimseler sayesinde verimlidir. Diyelim, kaliteli bir kitabın ortaya çıkarılması. Böyle değilse; yani komisyon denilen bu topluluk biri evi yakın olduğu için, diğerinin çocuğunun başşehirde bakıma ihtiyacı olduğu için, bir başkası kırsalın mahrumiyetlerinden kurtulmak için, birinin aşiretten veya partiden adamı olduğu için bir araya gelen derme çatma bir grup ise, bunlardan verim sağlanamaz. Nitekim sağlanamadığı da elimizdeki kitaplardan çok iyi görünüyor.

Bunlar üzerinde düşünürken adediyet sırrını biraz daha iyi anlar gibi oldum. Dört elif (veya 1) alt alta gelse 4 kıymeti var. Bir maksat için 1111’i (bin yüz on bir) gerçekleştirmek için, yan yana gelirlerse, 1111’deki birinci birin, matematikçilerin deyişi ile basamak değeri bin kat, ikincinin değeri yüz kat, üçüncünün değeri ise on kat artmış oluyor. Bu hem “1” kalmak, hem de bir maksat için bir araya gelmekle mümkün oluyor.1

Yani çarpmayı, çoğalmayı, adediyet sırrı ile artmayı sağlayan şey gerçekten “1” olmak ve bir maksat çevresinde kenetlenmektir. Bu kuvvetin sağlanması için kendi alanında çok başarılı olan hakiki “1”lere ihtiyaç vardır.

Komisyonların sağlıklı işlemesini engelleyen başka önemli bir sebep fertlerdeki, kesirler mesabesindeki beşerî zaaflardır.

Evet, beşeri zaaflar kesirler gibidir. Bilirsiniz, harita ölçekleri payı bir olan kesirlerle ifade edilir. Payda ne kadar küçükse o haritanın ölçeği o kadar büyük, göstereceği ayrıntı o derece fazla, ne kadar büyükse ölçeği o derece küçük; göstereceği ayrıntı o kadar azdır deriz. Yüzeysel bir nazarla bakılırsa gördüğümüz sayı öncelikle “1” dir, hatta altında da pek çok rakam olduğundan dolayı büyük görünür. Söz gelişi, 1/10.000’lik harita ölçeğinin 1/25.000’den büyük olduğunu öğrenciye anlatıncaya kadar epey ter dökeriz. Ancak, kesri küçük olan ölçek büyüktür.

Bunun gibi, insanlardaki kıskançlık, haset, benlik, korku, mal sevgisi, makam hırsı, gıybet, yalan, iftira gibi hasletler çoğaltan, kıymet kazandıran değil, değer kaybettiren unsurlardır.

Meselâ kıskançlık ve makam sevgisi gibi fena hasletleri bulunan bir komisyon üyemizin, bir de söz taşıma gibi kötü bir özellikle malul ise, onun değeri 1 değil 1/3 tür. Bir başkası benlik ve yalan ile malul ise, değeri görünürde “1” iken gerçekte ½ dir. Dolaysıyla bunların bir araya gelmesinden artı değer değil, eksi değer çıkar.

Çünkü bu toplulukta sahih bir birliktelik yoktur. Çoğalma da, kesirlerin çarpılması gibi sonuç verir. Dört kere dördün on altı etmesi sahih bir birliktelikle olur. Ama sahih olmayan, suri bir birliktelikten, maksatları aynı olmayan kimselerin bir araya gelmesiyle oluşan tesadüfî bir birliktelikten kuvvet çıkmaz. Ondan 1/3’ün 1/3 ile çarpılmasından 1/9 elde edildiği gibi, kuvvetsizlik ve zaaf da çıkar.2

Sonuç olarak hakikî “1”lere ve onların değerli bir maksat etrafındaki sahici birlikteliklerine ihtiyacımız var.

Dipnot:

1- Said Nursî, Lem’alar,” Yirmi Birinci Lem’a”, s. 151.

2- Said Nursî, Mektubat, “Hakikat Çekirdekleri”, 73. Madde, s. 509.

MUHAMMED ŞEVİKER

Genç ölümleri, mülk Sahibini daha bir derinden öğretiyor

Her canlı küçüklüğünde güzel ve sevimlidir. Bu durum bitkilerde de, hayvanlarda da, insanlarda da böyledir.

Küçücük bir fidanı düşünün. Taptaze yapraklar, dikkat çekici renkler ve muhteşem bir ağaç prototipi.

Yani yaşlı bir ağacın çağrışımları ile, henüz fide halindeki bir ağacın çağrışımları aynı değildir. Ve zaten fide halinde ilgi gösterilir ve satın alınır. Sonrası anlamsızdır demek değil bu. Elbette odun da anlamlıdır. Nitekim bahçelerdeki kocaman ağaçlar zamanla yıkılır veya kesilerek çekilirler sahneden. Yerine fidanlar dikilir ve böylece bahçeler daha bir sevimli hale gelir.

Ama hayatın gerçeği şu ki, yaşlanınca sahneden çekiliyorsunuz.

Aynı durum hayvanlar için de geçerli.

Bir öküzü, bir ineği sevme isteği gelmez içinizden.

Ama yeni doğmuş bir buzağıyı düşünün…

Ne çok sevimlidir ve etkiler insanı.

İnsan bir öküzle fotoğraf çektirmez, ama buzağı ile seve seve çektirir. Yani onun karizmasından istifade etmek istersiniz. Çünkü onun öyle bir derdi yok. Yanıbaşındaki Amerika başkanı da olsa onun için fark etmez. Onun, insanların takıntılarına takılması diye bir şey yoktur. Ama resimde başbakanın yanında bir buzağı olsa, bu güzel bir görüntü oluşturur. Sevimli olur.

Ama, hayvanlar âleminde de bir gerçek var ki, yaşlanınca, etiniz insanlar tarafından yeniyorsa kesilir; yenmiyorsa ölür ve et yiyiciler tarafından ortadan kaldırılırsınız. Kanun böyle işliyor. Dur, durak yok. Sürekli bir değişkenlik.

Güzel olan şu ki, düzen oldukça güzel kurulmuş.

Hiçbir şey ihmal edilmemiş. Her şey bir düşünce ürünü ve rahmet ifadesi.

Leş yiyicilerin bile varlığı, tam bir ‘şükür’ konusu.

Yaratılışta, ‘Şu da şöyle olsaydı’ diyebileceğimiz hiçbir şey yok.

Düzen harika işliyor.

**

İnsan için de yine aynı kanun geçerli.

Nitekim bebekler güzeldir ve sevimlidir.

Belki de bu durum fıtrata en yakın dönem olduğundandır.

Çünkü büyüdükçe fıtrattan uzaklaşıyor insan.

Kirlenmeler başlıyor.

Düşüncede, davranışta, inanışta kirlenmeler kendini gösteriyor.

Tabiî insanın kirlenmesi diğer canlılar gibi değil.

İnsan, akıl sahibi olduğundan, düşüş/yükselişler daha bir dikkat çekiyor.

Onun için bozulmalar hat safhalara ulaşınca, insan, insan olmaktan çıkar ve aklına rağmen, şehvetinin esiri olarak sadece şehvetten yaratılan hayvanlar derekesine doğru, oradan da esfel-i safiline doğru bir düşüş yolculuğu başlar.

Ya da aklını kullanan insan, şehvetini, akılla vasatta tutarak, sadece akıldan yaratılan meleklerden daha yükseklere çıkar ve ala-i illiyine ulaşır.

***

Küçükken güzel ve sevimlidir her şey. Onun için genç ölümleri etkileyicidir. Çünkü yaşlı ölünce hatıralar, genç ölünce hayaller akla gelir.

***

28 yaşındaydı Necati. Henüz genç yaşta. Memuriyete yeni başlamıştı.

Güvenlik görevlisi olarak ülkeye hizmet etmek istiyordu.

Nice hayallerle eğitim almıştı. Fakülte bitirmiş, ama emniyet görevi yürütüyordu. Annesi de birkaç yıl önce hayata veda etmişti.

Mesleğini güzel icra edecek, evlenecek ve babasına, kardeşlerine evinde kucak açacaktı. Ama ona öyle bir kucak açılmıştı ki, bir mıknatıs gibi çekti adeta. Ve cazibeli bir çekiş…

Yani yirmi sekiz yaşında bir genç, güçlü bir iç dinamikle, sağlam bir imanla, gittiği yere, imanlı bir duruşun görüntülerini taşıyor. Sanki bir özel mesaj görevlisi gibi, muhatap olduğu insanlara moral veren, direnç veren, inanç veren cümleler kuruyor.

Bu olsa olsa, Yaratıcı, mülk sahibi Allah’ın, mülkünde istediği gibi tasarruf etmesidir. Yani genç bir insana, ölüm gibi bir hadise karşısında oldukça serin ve selâmetli bir duruş vermesi, apaçık bir İlâhî irade göstergesidir.

Demek ki, maddî bedenimizin mülk sahibi, varlığını bu hastalıkla gösterdiği gibi, manevî dünyamızın mülk sahibi olduğunu da verdiği hastalığa, yine verdiği tahammülle, sabırla gösteriyor.

O zaman her iki nimet için de yine yönümüzü O’na dönmekten başka bir çare gözükmüyor.

Ama şunu söyleyebiliriz ki, genç ölümleri her zaman, Mülk sahibinin Allah olduğunu öğreten derin ve etkili bir derstir.

Necati, hayat sahnesinden çok hızlı bir geçiş yaptı. Birkaç ay gibi kısa bir zamanda, misafiri olduğu bir hastalıkla birlikte ebedî yürüyüşünü gerçekleştirdi. Her genç gidişler gibi, Necati de giderken ardında pek çok gözü yaşlılar bıraktı. Tabiî en derin etkiler de yakın çevrede oluşuyor.

Necati en derin genç dersini babasıyla paylaşır. Vefata doğru giderken, babasının derin gözyaşlarını gördüğünde, ‘Baba! Gelmek de güzel, gitmek de bu dünyadan’ diyor.

Anlıyorum ki, gençlerimizi böyle, kahramanca yaşamalara ve kahramanca gidişlere hazırlamalıyız. İncitmeden, korkutmadan, gidiyor olunan yerin, gidiliyor olunan kimselerin sıcaklığını, cazibesini hissettirerek gitmek, tam bir kahramanlıktır.

Necati, gitti.

Ama öğrencilik yıllarında bir manevî şirkete hissedar olmuştu. O şirket şu an milyonlarca hissedara sahip. Şahs-ı manevî olarak Nur Talebeliği neticesinde, Necati’nin hisse kayıtları sürekli işliyor.

Ne güzel, haram ve günahlar cihetinde ölmek, ama sevap ve hayırlar cihetinde yaşamak.

Güle güle, Necati kardeşim.

Görüşmek üzere…

SEBAHATTİN YAŞAR

[email protected]

Nur yolcum, uğurlar ola

Nurlu yolculuğum 1987 yılının bir kış ayında başladı. Allah rahmet eylesin, bir ağabey hem dostum, hem de iş yerimde müşterim. Bir çay sohbetimizde “Hangi tarikate veya hangi cemaate gidiyorsun?” demişti. Cevaben dünyevî işlerden fırsat bulup bir yere gittiğim yok. “Gel, o zaman seni bizim cemaate götüreyim” dedi. Gün kavlimiz Cuma idi.

Cuma gecesi yatsı namazına müteâkip hiç tanımadığım 15–20 kişilik bir nur grubuyla tanışmak kısmet oldu.

Gözleri nurlu, gönülleri nurlu, gülen yüzlü insanlar...

Ağabeyim bizi tanıştırırken, o nurlu, nur yüzlü insanlarla bir başka âlemde, bir başka dünyada terennüm etmiştim.

Devamsız bir öğrenciydim.

Son 10 yıla kadar zaman zaman ziyaret ve derslerine katıldığım cemaatte, kim ne ders yapsa, kim ne okusa bir başka âlimdi o insan gözümde.

Her seferinde “çok güzel” derdim içimden.

Zaman içinde yakınlaştığım bu ders yapan kardeşlerimden utana sıkıla “O hangi kitap, hangi sayfa?” diye sorar, varsa notlarını isterdim.

Her seferinde o tebessümlü yüzler kitabın adını, sayfasını yazar verirdi.

Bazen notları varsa, onları da nazikçe verirdi.

Yıllar yılı o notları bir hazine gibi yanımda muhafaza ediyorum.

O gülen yüzlü nur kardeşlerimden aldıklarımı bir başka pazarda satar, hele hele aileme okurken bir başka keyif alırdım.

Yıllar sonra bugün desem uzatmadan...

22 yıldır gördüğüm, bildiğim, yaşadığım sohbet ve gerçekleri sizlerle paylaşmak istedim.

Bu cemaatin olmazsa olmazı birbirimize kalbî bağ ve sevgidir.

Hasta ve çaresiz insanlarla ne kadar hemhâl olabiliyoruz?

Aylarca görmediklerimizle iletişim kurabiliyor muyuz?

İçimi sızlatan bir sohbette, 15 yıl cemaate gelmeyen bir kardeşin (problemi veya derdi olup da) “ne arayan, ne de soran oldu” lâfı...

Çok ama çok ibretli öyküsünü dinlediğim bu kardeşimiz, bütün tevazuuyla şimdi aramızda.

Bütün olumsuzluklara rağmen varlığını varlığı nisbetinde Nurlarla paylaşıyor.

Ne olur, o nur yüzünüzle varlığınızı bizlerden esirgemeyin.

Birbirimize sevgi ve muhabbet bağımızı koparmayalım.

Nurun ve Nurcunun kucağı kâinatı kucaklayacak kadar geniştir.

Açın kucaklarınızı ben geldim, açın kucaklarınızı biz birbirimize geliyoruz, kucaklayalım birbirimizi.

Bir sohbetimizde “Birbirinize bakınız” demiştim hadisteki sırrın beyanı ve güzelliği için.

(İbni Amr’dan (r.a) rivayetle; “Kim ki din kardeşine sevgi dolu bir gözle bakarsa, Allah onun günahlarını bağışlar.” Hadis no: 3754)

Bugün ise açın kucaklarınızı demek istiyorum, açın kucaklarınızı açın.

Genç-ihtiyar, zengin-fakir kucaklaşın.

Nurlu kalpler Nura doğru, Nur yoluna doğru, elektrik yerine Nurla şoklansın.

Küsmeden, darılmadan yürüyün Nura doğru.

Sevgili Nur yolcum, herşey bir yana, Nur yolunda yürüme arzunu kaybetme.

Ben hergün Nura doğru yürürken, her türlü hastalıktan ve kötülükten korunduğumu hissediyorum.

Nur yolcusunun bu yürüyüş yolunda aşamayacağı bir engelin olabileceğini kabul etmiyorum.

Ey Nur yolcum! Nur ve hayat bir yoldur, o yüzden İnşâallah ömür boyu dönmemek üzere bu yolda yürüyüşe çıkmış bulunuyoruz.

Bu yürüyüş dünyadaki hiçbir şeyden hatta ölümden bile korkmamayı öğretmiştir bana.

Evet, yürüyüşümüz devam ettiği sürece sıkıntı ve dertler ne gam.

O zaman yürüyelim hakka, hakikate, Nura ve sağlığa doğru yürüyelim.

***

Sevgili ağabey, gülün dikenleri zaman zaman batıyor.

Güldeki dikenler batsa da kanımızı içimize akıtmaya devam ediyoruz. (Kol kırılır yen içinde kalır)

Muhterem Üstadımız, dâvâsı uğruna onlarca zehirli iğneye katlandı da, bize Muhammediye (asm) güllerinin dikenleri varsın batsın.

Nuru ve rayihası dünyaları sardı.

Evet, sevgili ağabey, 22 yıllık serencamda yollarımız çok kesişti, beraber güldük beraber sevindik.

Son demlerinde de defalarca ağlaşmıştık.

Nur içinde yat, Nur yolunun fedakârı. Mekânın Cennet olsun.

Şu andaki bütün arkadaşlarım adına, yanımda olduklarını hissettiğim Resûlullah (asm), Üstadımız Bediüzzaman ve rahmet-i rahmana kavuşan talebelerine şükran ve selâmlarımızı söyle. (nur yolculuğumuz devam ediyor.)

Cenâb-ı Allah bizleri ihlâs ve sadakatten ömür boyu ayırmasın.

Bütün cemaatimizi arızî ve semavî felâketlerden muhafaza eylesin.

Allah için birbirimizi sevmeyi nasib etsin.

Sağlıkla, iman ve Kur’ân’la Risâle-i Nur’la kabre girmeyi nasib eylesin.

Mustafa Yıldız Ağabeyimiz, bütün ölmüşlerimiz ve bilhassa Allah rızası için El Fatiha.

YAŞAR KILINÇ

TEBRİK

—Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ının anısına…—

Mânâ cephesinden doğan güneşim

Bize sırlar sunan gönlün var olsun

Hizmette sınır mı? Yok, be kardeşim!

İze TIR'lar sunan gönlün var olsun

Çok yüce dağları aşıp ileri

İnsanlık ufkuna ekip gülleri

Dolaşıp dünyayı bütün illeri

Öze kârlar sunan gönlün var olsun

Nurs’tan çıkan Gür Ses sarmış cihanı

Kisra Sarayının çökmüş eyvanı

Dal dal olmuş gider Hizmet Kervanı

Saza harlar sunan gönlün var olsun

Kim ne derse desin köy görünmekte

Ufuk ağardıkça düşman ürkmekte

Nice güzellikler bekliyor ekte

Söze arlar sunan gönlün var olsun

Ceyhunî mutludur olup bitenden

Bin şükür, olmadı çekip itenden

Hablullâhtır ipi, değil ketenden

Göze nurlar sunan gönlün var olsun

CEYHUNİ

(Mustafa AVCU)

Yeni Dünya’da iman eğitimi: Fıtrat ne söylüyor?

“Şu taklidi kırılmış asır” tarifinin getirdiği perspektifle kişisel veya sosyal olaylara bakmak fıtrî meyelanın ne demek istediğini anlama açısından önemli bir tariftir. Sürekli yenilenen kâinat sayfası, aynı şeyin sıkıcı bir tekrarı gibi algılandığında; hakikat ile algı arasında uyuşmazlık ortaya çıkabiliyor. Bu uyuşmazlığı fikren fark etmemek, insan fıtratının bunu fark etmemesi anlamına gelmiyor. Büyük bir rahmet tecellisi olarak vicdanın sesi duyuluyor ve “birşeyler eksik” hissi dünyamızda var ediliyor. Çünkü insan, fıtraten, yanlışa tepki verecek şekilde var ediliyor. Kâinat algısındaki bir yanlışlık veya hata “kâinatın misâl-i musağğarı” olan insan ile örtüşmüyor. Fıtraten her an arayış içerisinde olmak ile, zihnen kendini “tamam” farz etmek, fıtratla zıtlaşmak mânâsına geliyor. Bu mânâlar çerçevesinde, taklid hâli içerisinde olmayı ‘kendini tekrar etmek’ diye söyleyebiliriz.

‘Taklid’i kabullenen bir yanı var insanın: Nefis. Tahkikten hoşlanmayan, direten bir yönü de var: Nefis. “İmanınızı ‘Lâilâhe illellah’ ile yenileyiniz” Nebevî teklifini, insaniyetini gerçekleştirmek, yani tahkik etmek üzerine kuvvetli bir vurgu olarak anlayabiliriz. Yani ‘kendini tekrar etmek’ten kaçınmaya bir vurgu...

Kâinat, her an var edilme ihtiyacı içerisinde olduğunu aklı olanlara ilân ederken; kâinatı ve kendisini, kendi başına sürekli tekrar eden varlıklar olarak algılaması, muhakkak ki insanı rahatsız edecektir. ‘Taklid’in kaynaklandığı “kültür” tam da bu noktadır, denilebilir. Taklidi doğuran bu kültür, kâinat algısını “düzeltmek” için gönderildiğini ilân eden bir ‘mesaj’ın takipçileri tarafından yaşatılmamalı. Mesajı yaşayarak insanlığa ders veren Nebî’nin (Aleyhissalâtü Vesselâm) bütün söz ve davranışları bu perspektiften değerlendirilmeli...

Sultan-ı Kâinat’ın san’atını, yine O’nun Kelâmı ile birlikte okuma çalışmasına “Lâ ilâhe illallah” talimi diyebiliriz. Kur’ân’ın iman eğitimini, milyonları bulan okuyucusunun da tasdik ettiği gibi, mükemmel şekilde keşfeden Risâle-i Nur ‘yeni dünya’ya ‘Lâ ilâhe illallah’ı okuyan bir eser olarak sunulmayı bekliyor.

Yeni bir dünya görebilmemiz için, her daim yeniden var edilme ihtiyacı içerisindeki ‘yeni dünya’ ile, onun bir parçası olan ‘Yeni Asya’, sürekli yazmakta olan kudret kaleminin nakışlarını okuyacak müşahitlerini bekliyor. Kur’ân’ın maksadını, hiçbir şeye âlet etmeden, bütün çıplaklığı ile ortaya koyan eserlere bütün dünya ihtiyaç duyuyor. Gayretimizi bu meraklı ve lezzetli çalışmaya yönlendirmeliyiz.

SAİD HAFIZOĞLU

[email protected]

Amatör yazarlar

Başarıyla gerçekleştirilen “Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı” programını o güzel ve samîmî uslûbuyla bizlere gün gün anlatan Şerif Gündüz’ün gazetemizde, bir köşede devamlı yazmaya karar vermesine çok sevindim.

“Vatan sathını mektep yapmak” sloganı, müsbet mânâda okuyan ve yazan pek çok insanda ma’kes buldu. Gazetemizin fidanlığında nice insanlar yetişti. Amatör rûhlarda heyecân hiç bitmez! Hizmet odaklı mevkûtelerimizde, profesyonel kadroya verilen ehemmiyetin daha fazlası amatör yazarlarımıza gösteriliyor. Bu sûretle fikirlerini anlatmak fırsatı bulan gençlerin, yaşlılar kadar olgun ve isâbetli görüşlerini okuyucu ile paylaşmasından memnûniyet duymayan var mı?

Yalnız, amatörlüğün arzû edilmeyen bir yanı da yok değil; devamlı yazmak husûsunda ısrarcı olmamak! Çoğu zaman, “Nasıl olsa bir mecbûriyetim, bir mükellefiyetim yok.” düşüncesiyle yazıda aksaklıklar meydana gelir. Hele, programdaki yüklülükler veyâ meslek ve meşrebimizin umdelerine pek uygun bulunmayan kısımların yayımında mahzûrlar bulunması sebebiyle yazdıklarının neşredilememesi amatörlerin şevkini kırar. Bu engeli aşmanın yolu, sırf yazma kàbiliyetine mânevî bir şükür olarak yazmaktır. Yazılanların neşredilip edilmemesine ehemmiyet vermemektir.

Bilindiği gibi, başarılı yazarların büyük bir kısmı nice eserlerini yıllarca saklamış ve sonunda onları yok ederek işe sıfırdan başlamışlardır. Acelecilik her zaman iyi değildir. Bilhassa edebî değer taşıyan bir eserin en azından ilk heyecân kaybolup, akl-ı selîmin tedkîk ve tasdîkinden geçmesini müteâkib neşri uygun olacaktır. Zamana ve geleceğe emânet edilen böyle bir mahsûlün mümkün olduğunca tema, lisân, imlâ, üslûp vesâir yönlerden hatâlardan sâlim olması gerekmektedir. Bu bakımdan acele ile kaleme alınan ve en azından yazarın kendisi tarafından bir başka zaman ve zemînde incelenmeden yayımlanıveren çalışmaların ömürleri kısa ve te’sîrleri sınırlı olmaktadır.

Gerçi şimdilerde yazmak çok kolaylaştı. Yayımlamak daha hızlandı. Bilgisayar ve internet vâsıtası ile gerekli bilgilere erişmek çocuk oyuncağı oldu. Sayfalar üzerinde gezinip duran kalemin yerini klâvye ve ekran alırken, gazete ve dergi gibi vâsıtalar da yerini “sanal” sayfalara terk etti. Yazılanların tashîhi, beğenilmeyen bölümlerin başka yerlere taşınması, istenilen düzenlemenin yapılması dakîkalar içinde olup bitiveriyor. Dil bilgisi kurallarını bilgisayar programı otomatik olarak denetliyor. Bu arada, sevgili Osman Zengin’in de temâs ettiği üzere, yazarın istemediği tasarruflarda bulunarak, bilhassa başka dillerden bize geçmiş olan kelimeleri istediği şekle sokarak bir hayli yanlışlığa da sebep olmuyor değil… Bu bakımdan, işi tamâmen ona bırakmayarak, bâzı konularda işin idâresinin insanın elinde olduğunu bilgisayara kabûl ettirmek için mücâdele lâzım.

Gerçi, “Mârifet iltifâta tâbi’dir.” denmişse de, mensûbu bulunduğumuz ékol, her şeyin insanların takdîri ile bağlantılı olmadığını, güzelliklerin başka takdîr edicilerinin de varlığını, bütün işlerin ihlâs ve rızâ-i Bârî için yapılması hâlinde beka bulacağını tâlim ve telkîn ettiğinden insanların alkışlaması, kabûlü, teşvîki pek önem arz etmemektedir. Dolayısı ile kabiliyeti olan, gönül ve fikrindekileri herhangi bir şekilde ifâdeye muktedîr olan dostlarımızın yazmaktan usanmaması ve uzak durmaması yerinde bir hareket olur.

Bu meyânda—tek tek isim zikretmek uygun olmayacak—yazılarını epeydir göremediğimiz pek çok kuvvetli kalem erbâbının yazılarını tekrar okumak, hissiyâtlarını paylaşmak, mânen kucaklaşmak istediğinin, bendenizde olduğu kadar, diğer okuyucularımızda da bulunduğu belirtmek istiyorum. Bilmiyorum, bu düşüncede yalnız mıyım?

EKREM KILIÇ

[email protected]

İmza: “Harîm-i ismetindeki hizmetkârı ve sır kâtibi”

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin “en has talebesi” Zübeyir Gündüzalp’in, Üstadı ve dâvâsıyla dolu hayatını onu tanıyanların dilinden anlatan biyografik bir hatıra kitabı.

“En has talebesi” vurgumuz dikkatinizi çekti mi? Doğrusu, “Üstad’a en çok hizmet eden kişi kimdir?” sorusuna ondan başka verilecek bir cevap yok! (1948-50’de üç yıl, 1953-60’ta da sekiz yıl olmak üzere toplam 11 yıl.) Eserden çıkan netice, Gündüzalp’in âdeta Üstad ve Risâle-i Nur’da fâni olduğudur. Meselâ onun çok yakınındakilerden Mehmet Kutlular’ın müşahedesi böyle: “Bana Zübeyir Ağabey’i sorsalar, onu beş kelimeyle tarif ederim: Fenafi’r-Risâle, fenafi’l-Üstad, fenafi’d-dâvâ, fenafi’l-meslek ve şahs-ı manevî…” (s. 29)

Peki Üstadımızın onun hakkındaki sözleri?... İşte, birkaçı:

*”Zübeyir, ben seni daha üç yaşında bir çocukken manevî himayeme, tasarrufuma almıştım.” (s. 47) *”Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyaç zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta’da o sistemde birisini isteyecektim!” (s. 192) *”Beni eskiden komünistler ve masonlar mağlûp edebilirlerdi; Zübeyir geldi, artık beni kimse mağlûp edemez!” (s. 193) *“Zübeyir’i ne için yanımda bulunduruyorum, biliyor musunuz? Zübeyir, imana ve Kur’ân’a ahiretini de feda etmiş; onun için yanımda taşıyorum” (s. 240) *”Zübeyir’imi kâinata değişmem!”

Ayrıca Üstad’ın “Zübeyir şehittir.” (s. 133), “Binine bedeldir!” (s. 134), “Nur’un bir kurmayı.” (s. 153), “Bir vezir geldi.” şeklindeki unutulmaz tavsifleri de var…

Sözünü ettiğimiz eser, Gündüzalp’in hususiyetlerini özetleyen birkaç yazıdan müteşekkil “giriş” mahiyetindeki kısmı müteakip, “Çocukluğu ve Aile Terbiyesi,” “Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’ı Tanıması,” “Afyon Hayatı ve Üçüncü Said Dönemi,” “Islahiye, Feyzipaşa ve Urfa Hayatı,” “1953-1960’lı Yıllar,” “Nurculuk Hareketinde Yeni Dönem” başlıklı altı bölümden meydana geliyor.

Görüldüğü gibi, Gündüzalp’in hayatını “Risâle-i Nur’dan önceki” ve “Risâle-i Nur’dan sonraki” şeklinde kabaca ikiye ayırmak mümkün. (Risâle-i Nur’dan sonraki devre de “Üstad’la beraber” ve “Üstad’dan sonra” diye ayrılabilir.) “Takdim”de de bu husus özetleniyor gibi: “Gündüzalp, Bediüzzaman’a en yakın [bir] hizmetkâr/Risâle-i Nur’a mümtaz bir talebe olmakla hayatını şekillendirmiş, yaşayışıyla Risâle-i Nur’un öngördüğü meslek ve meşrebin temsilcisi olmuş, iman ve Kur’ân hizmetinde fâni olmakla cemaatî istikametin ana kaynağı ve rehberi olmuştur. Yaşadığı kısa, fakat hizmetle dolu dolu ömrüyle, Üstadından aldığı hizmet prensiplerinin hayatiyetini devam ettirme gayretini taşımıştır.” (s. 15) Ne büyük lütuf ve ne büyük şeref, değil mi?

Yine aynı yerde, eserin hazırlanışıyla ilgili olarak, müellifin, “Nur’un sadık kahramanının yaşadığı mahalleri dolaştığı, çocukluğundan itibaren ebedî âleme geçene kadar bire bir Zübeyir Gündüzalp’le hayatı kesişenlerle görüştüğü, hayatını ve onunla ilgili hatıraları kaleme aldığı” belirtilmiş; ki hakikaten, hacimli eser için büyük bir emek verildiği anlaşılıyor. Sonda ise, hatıra sahiplerinden bazılarının (40 kişi) biyografileri aktarılmış.

Belki “Zübeyir Gündüzalp’in hitabeti ya da ders okuyuşu/yapışı/anlatışı nasıldı?” diye merak edilebilir. Ahmet Tanyel’e göre, “Zübeyir Ağabey’in etkileyici bir konuşması vardı. Konuştuğu her insanı mutlaka tesir altına alıyordu. Hele bir ders yapması vardı ki, etkilenmemek mümkün değildi. Genellikle küçük kitapları eline alarak yapardı; çünkü onun ders yaptığı kitap, genellikle satılırdı!” (s. 374)

İşte, külliyattan, ders yapılan herhangi bir kitabın satışıyla ilgili tebessüm ettiren bir anekdot (merhum Mehmet Emin Birinci anlatıyor): “Laz bir tüccar vardı. Ben okuduğum zaman yanımızda idi. Risâleyi okudum, okudum; sonra kitabı kapattım. Kapatır kapatmaz, ‘Sar oniii!’ dedi! / ‘Aynısı var sende!’ dedim. / ‘Sar oniii!’ / Mecbur kaldım, sardım ve verdim. / Bazen ne oluyorsa, hâlet-i ruhiye karşı tarafa sirayet edebiliyor…” (s. 348)

Üstad sonrası geçiş devresindeki (1960’lar), “Nur cemaatini bir arada tutmak” adına Gündüzalp’in verdiği mücadele, ibretlik sahnelerle örülü. Onun 2 Nisan 1971’deki “beklenmedik” vefatını takiben, Demokratların, dolayısıyla Türkiye’mizin nasıl zayıflatıldığına hüzünlenmemek ise elde değil! “Bugünleri anlamak” için lütfen o kısımları bir daha, bir daha okuyalım…

Gelelim küçük notlarımıza:

*Metindeki bazı ara başlıklar (s. 50, 52, 55, 56, 62, 69, 74, 81, 90, 92, 96, 153, 160, 199, 222, 241, 300, 301, 302, 323, 332, 339, 344, 347, 350, 352, 355, 358, 366, 367, 371, 374, 412, 425, 426, 432, 435, ) “belirli/seçilir” hâle getirilmediği gibi, “İçindekiler” kısmında da belirtilmemiş.

*Bazı redaksiyon hatalarıyla karşılaştık. Örnek 1: İhsan Atasoy’un bir dipnotta zikredilen eseri, kaydedildiği gibi (s. 47) Yeni Asya Neşriyat’a ait değildir. Örnek 2: Zübeyir Ağabey’in Üstad’ın talebeliğine kabul edilmesi, 1940’lı yılların son çeyreğine tekabül ediyor; bu bakımdan, Üstad için “seksenine merdiven dayamış olan” ifadesi (s. 109) uymamış—“Yetmiş’indeki/70’indeki” denilebilir belki. Çünkü bizzat Gündüzalp’in, Afyon hapsindeki Üstadına yazdığı mektup 1948 tarihli ve bu, Bediüzzaman’ın tam 70’inci yaşı demek oluyor. Örnek 3: Salih Özcan, nedense birden “Said Özcan” diye zikrediliyor (s. 436)…

*Okuyucu faydalanılan kaynakların eserin sonunda listelendiğini görmek isteyebilir; ama maalesef bibliyografya tanzim edilmemiş…

Hülâsa olarak, Üstad’ın veziri mesabesindeki münevver/mütefekkir/kahraman bir şahsiyeti lâyıkıyla tanıtan bir kitap.***

NUR’UN SADIK KAHRAMANI:

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP

Yazan: İbrahim Kaygusuz. Sayfa Sayısı: 488. Ebatları: 13,5x21 cm. Türü: Biyografi -Hatıra. Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat. Yayın Tarihi: Ağustos 2007.

ORHAN GÜLER

[email protected]

Bayezid-i Bistâmî

Hayatını okurken çok etkilendiğim, kendimi onun yanında ve bilgileriyle donanmış hissettiğim, hakkında yazılacak çok şeyin elzem olduğu bir maneviyât büyüğümüz de Bayezid-i Bistâmî Hazretleridir. Beni sarsan, etkileyen bir hayatı vardır. Himmet, feyz ve şefaatlerine nâil olmak duâsıyla buyurun Bayezid-i Bistâmî Hazretlerinin hayatına yolculuk edelim.

Evliyanın büyüklerinden, silsile-i âliyye denilen büyük âlim ve velilerin beşincisidir. Sultanü’l-Ârifin lâkabıyla meşhurdur. 776 (H.160) veya 803’de (H.188) İran Bistam’da doğdu.

İnsanları Hakk’a dâvet edip, onlara doğru yolu gösterdi. Kerâmetleri anne karnında iken görülmeye başladı. Annesi şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar annesinin karnına vururdu. Çocukken hadis âlimlerinden bir zât ona şunu sordu: “Güzel çocuk, namaz kılmasını güzelce biliyor musun?” Bayezid-i Bistamî de, “Evet, Allah dilerse becerebiliyorum” cevabını verince; “Nasıl?” diye sordu. Bayezid-i Bistami de; “Buyur ya Rabbi! Emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur’ân-ı Kerim’i tane tane okuyor, tazim ile rükûya varıyor, tevazu ile secde ediyor, vedalaşarak selâm veriyorum” deyince zât hayran kalarak; “Ey sevgili ve zeki çocuk! Sende bu fazilet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?” diye sordu. Cevaben; “Onlar beni değil, Allahü Teâlâ’nın beni süslediği o güzelliği meshediyorlar. Bana ait olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl engel olabilirim?” dedi.

Bayezid-i Bistâmî kendini Allahü Teâlâ’ya verdi, emirlerinin hiçbirisini yapmakta gevşeklik göstermedi. Annesinin küçük bir arzusunu bile, büyük bir emir kabul edip her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Annesi ona şöyle duâda bulundu; “Ya Rabbi! Ben oğlumdan razıyım, Sen de razı ol!”

Otuz sene Şam civarında bulunup, 113 âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı İlâhî’de o kadar ileri ve ibadette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi.

“Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?” diye sordular, cevabında buyurdu ki: “Her yerde Allahü Teâlâ’nın gördüğünü ve bildiğini düşünüp edebe riâyet etmekte” buyurdu.

Bir gün Hazret-i Bayezid’e; “Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?” diye sordular. Cevabında; “Biz onlar hakkında bir şey söyleyemeyiz ve onları anlayamayız. Hallerini anlamaktan aciziz. Onlar, bizim anlayabildiğimizden çok daha yüksektirler. Diğer insanlar, büyük velileri ne kadar anlayabilirse, veliler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler” buyurdu.

“Ömrüm boyunca Allahü Teâlâ’ya lâyıkıyla ibadet edebilmeyi, namazımı lâyıkıyla kılabilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile belki güzel namaz kılarım diye, sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O’na lâyık olarak bulmuyordum. Nihayet, Allahü Teâlâ’ya şöyle yalvardım: ‘Ya Rabbi! Sana lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bayezid’e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibadetlerimi kusurlarımla birlikte kabul eyle.”

Bayezid-i Bistami vefat ederken, kendisini sevenlerden Ebu Musa ismindeki zât, kendisinin yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rüyada, “Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu”. Bu rüyaya çok hayret edip, hikmetini anlayamadı ve bunu Bayezid-i Bistami’ye sormak için yola düştü. Yolda Bayezid-i Bistami’nin vefat ettiğini haber aldı. Bistam’a geldiğinde cenaze merasimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı, fakat mümkün olmadı. Diyor ki; “Gördüğüm rüyayı unutmuş vaziyette, Hazret-i Bistami’nin tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca, tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle, sıkıntı ile geçip tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öyle gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitab ettiğini duydum; ‘Ey Ebu Musa! İşte şu bulunduğun hal akşamki gördüğün rüyanın tabiridir.’”

Bayezid-i Bistami devamlı “Allah Allah” derdi. Vefatı ânında da yine “Allah Allah” diyordu. Bir ara şöyle duâ etti; “Ya Rabbi! Senin için yaptığım bütün ibadet, taat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devam ediyor. Allah’ım! Bana huzur ve zikir hâlini ihsan eyle.” Bundan sonra zikir ve huzur hali içinde ruhunu teslim etti. Vefatı 875 (H. 261) senesinde Mayıs ayına rastlar. Kabri, Bistam şehrindedir.

Nasihatlerinden bir kaçı ve bir duâsı şöyledir:

* “Dilini, Allahü Teâlâ’nın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Hak ve hukuka riâyet et. İbadetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü Teâlâ’yı unutturacak herşeyden uzak dur ve onlara kapılma.”

* “Allahü Teâlâ’nın nimetleri her an herkese gelmektedir. O halde her zaman O’na şükretmek lâzımdır.”

* “İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Bunun gaflet olduğunu anladım. Gafletin insana yaptığı zararı, cehennem ateşi yapmaz. Ya Rabbi! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve kereminle bu duâyı kabul eyle.” Âmin.

Kaynak: Türkiye Gazetesi, Evliyalar Ansiklopedisi, c. 3.

ARZU KONAN

Allah’a niye hayran kalmaz bu insan!

Taştan, kumdan Selimiye’yi yapan Koca Sinan,

Asırlardır eserlerine hayran nice insan

Oysa bir damla sudan seni yaratan ey Sinan,

Allah’a niye hayran kalmaz ki bu garip insan?..

Selim Gündüzalp

KÂİNATIN BİR YARATILIŞ SEBEBİ

Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en cami’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.

Bediüzzaman, Sözler, s. 322

MERAK VE ÖĞRENME

Martıya annesi: “Niçin yavrum, niçin?” diye sorar. “Sürüdeki diğerleri gibi olmak neden bu kadar zor geliyor sana? Alçaktan uçmayı, niçin pelikanlara ve albatroslara bırakmıyorsun? Yemeden içmeden niçin kesildin böyle? Bir deri bir kemik kaldın, baksana… Neden?” diye sorular zincirine ekler.

Küçük martı; “Bir deri bir kemik kalmak hiç önemli değil, anne. Ben uçarken ne yapabilirim ve neyi yapamam bunu öğrenmek istiyorum. Yalnızca öğrenmek istiyorum. Hepsi bu… Yalnızca öğrenmek…” diye cevap verdi.

ÖĞRENMEK

Yeni bir şey öğrenmeden geçirdiğim bir günde, benim için güneşin doğmasında bir hayır yoktur.

Mevlânâ Celâleddin Rûmî

EN BİRİNCİ DÜŞMAN

Büyük bir zâta “En birinci düşmanın, iki yanının arasında bulunan nefsindir” hadisinin mânâsını sordum. O büyük zat şöyle cevap verdi:

“Hangi bir düşmana iyilik edersen, dost olur. Nefis ise böyle değildir. Onu ne kadar hoş tutarsan, sana o kadar kafa tutar.”

Sadî-i Şirazî

UĞRUNDA

YAŞADIKLARIMIZ

Her hayat, kalbinin ekseninde döner. İnsanların uğrunda öldükleri, uğrunda yaşadıklarıdır.

Selahaddin Şimşek

OTUZ YILDIR

MEŞGUL

EDEN HADİS

Ebu Hafs-ı Haddad’a “Niçin çok fazla hadis dinlemiyorsun?” diye sordular.

Dedi ki: “Otuz yıl önce bir hadis işitmiştim; kafam hâlâ o hadisle meşgul.”

“Nedir o hadis?”

“İnsanın Müslümanlığı, güzelliği, faydasız sözler söylememektir. İşte bu hadisin anlamı beni otuz yıldır meşgul ediyor.”

SUÇ GETİRDİM!

Eli boş gidilmez gidilen yere,

Boş gelmedim ya Rab, ben suç getirdim

Dağlar çekemezken o ağır yükü,

İki kat sırtımla çok güç getirdim…

Tahirü’l-Mevlevî

İYİLİK

Allah’ın sana yaptığı iyilik gibi sen de iyilik yap!

Kasas Sûresi, 76-77

SEVGİ RIZKI

Allah’ım! Beni sevginle rızıklandır.

Hz. Peygamberimiz (asm),

Tirmizî, Deavat, 74, V, 523

ÇOCUKLAR

Çocuklarınızın yarın söz sahibi olmasını istiyorsanız, daha bugünden onlara iyi kitaplar hediye ediniz.

Hz. Ali (ks)

ALLAHA YAKINLIK

Gerçekten Allah’a yakın olan insan güneş gibidir. Baktığı her yerde aydınlık görür. Noksan insan da gece gibidir. Baktığı her yerde karanlık görür.

Cüneyd-i Bağdadî

VAR OLMANIN GAYESİ

Var olmanın gayesi, Allah’ın var olduğunu bilmektir.

Alaaddin Başar

ETKİ

Kendi işine iyi bak; ama kendi işinin, benim işimi nasıl etkilediğine de bir bak.

Mac Millan

TAZE FİKİR

Taze güne, taze fikirle başla.

Demokritos

HEDEF

Hedefe ulaşmak, ona yönelmekle gerçekleşir.

Hayri Bilecik

KALBİN SESİ

Kalbinizin sesini dinlerseniz, size her zaman doğru yolu gösteren bir sesin var olduğunu duyarsınız.

Thomas Hugher

TARİHÇİ

Tarihten önce tarihçiyi inceleyiniz. Tarihçiyi incelemeden önce de onun tarihî ve toplumsal çevresini inceleyiniz. Tarihçi, bir birey olarak aynı zamanda hem tarihin, hem de toplumun bir ürünüdür.

C. Carr

ATASÖZÜ

İki tavşanı birden kovalayan, ikisini de kaçırır.

Üniversiteliyiz, ama Nur Talebesiyiz

Uzun süren bir çalışma temposu… Kim bilir kaç defa aşındırıldı sınav koridorları. Bütün öğrenciler tek gayeye hedeflenmiş; çalışmış, ezberlemiş, didinmiş.

Ve hep aynı günah keçisi: Eğitim sistemi. Sizce tek suçlu o mu? Eğitim sisteminden şikâyet eden ebeveyn, çocuğunu hep bu maratona yönlendirmiş. Üniversite sınavına hazırlanan öğrenciye her imkân sunulmuş. Tabiri caizse eli sıcak sudan soğuk suya sokulmamış. Veli, ekmeğinden kısmış, mesai saatlerini arttırmış, dersini-sohbetini aksatmış, kitabını daha az okumuş, hem dünyasından hem ahiretinden fedakârlık etmiş veee… Sonunda sınav kazanılmış. Yurdumun bir üniversitesinde kaldığı yerden koşmaya devam etmiş. Öğrencinin yine bütün istek ve ihtiyaçları önüne serilmiş. “Aman yavrum darda kalmasın, aman evlâdım sıkıntı çekmesin” diye yine kemerler sıkılmış da sıkılmış.

Peki ya hayat bu mu? Bu çocuklar sadece dünyalarını mı kurtarmalı? İyi bir makam, iyi bir mevkii, iyi bir maaş… Bu mudur?

Yıllar önce saff-ı evvelleri tuzağa düşürmeye çalışan ifsad komitelerinin en önemli kozlarından biri olan derd-i maişet belâsıyla iman hizmetini aksatmaya; biz çocuklarımızı kendi ellerimizle mi sürüklüyoruz yoksa? Bu çocukların sadece bütçesi mi darda kalmamalı? Ergenliğin iniş-çıkışlarını yaşadıkları bu kaos döneminde manevî hayatlarını da—daha öncelikli olarak—darlıktan kurtarmalı değil miyiz?

Şimdi nazarımızı, çiçeği burnunda, kayıt telâşı içerisindeki kardeşlerimize çevirelim.

Lütfen bütün beklenti ve enerjinizi üniversite sıralarına odaklamayın. Üniversite size bir fırsat kapısı olsun. Bu vesile ile en önemli yılları semeredâr hale getiren Nur dershanelerinin kapısını aralayın.

Asıl gayemizi asla unutmamalıyız arkadaşlar. Biz bu dünyaya sadece bedenî ihtiyaçlarımızı karşılamak için gelmedik. Bizler ubudiyet ve ilim vasıtasıyla tekemmül etmekle mükellefiz. Mesul olduğumuz ilim, marifetullahtır. Üniversitede öğrendiğimiz bilgiler de, buna basamak olmalı. Dünyanın dağdağası, sınavların çokluğunda boğulup, ömür sınavının açıklandığı mahşer gününde sınıfta kalmayalım. Çünkü bu sınavın ne yaz okulu var, ne de bütünlemesi…

Hem dünyevî, hem uhrevî sınavlara en iyi hazırlandığımız yerler dershanelerdir. Bu açıdan dershanelerde kalmak bir ayrıcalıktır.

Arkadaşlar! Şöyle bir kendimizi muhasebeye çekelim. Neredeyim? Asıl gayem ne? Ne olmalı? Bugüne kadar içinde olduğum bu müthiş eserlerden ne kadar istifade edebildim? Okuduklarım kâfî mi? Kendimi ne derece geliştirebildim? İnsan önce kendi imanını kurtarmalıysa, önce kendinden başlaması gerekiyorsa, önce kendisinin hocası olmalı. Şahsî gayretiyle her ânını değerlendirmeye çalışmalı.

Bu düşüncelerle gidilmeli okul kaydına. İlklerin heyecanının başladığı noktaya. Hele bir de daha önce hiç gidilmeyen bir şehirse; bir çırpınış başlar. Gaye dershanede kalmaksa, her şey hâl yoluna girmiştir çoktan. Ama yine de kafada bir sürü soru işaretleri fink atar. Şeytan sağdan, soldan, dört bir yandan kıvranmaya başlar. Tenperver nefis muzır arar durur.

Hâl böyleyken şartlar seni korkutmasın, kurallar sana antipatik gelmesin. Seni asıl korkutan, beyninde dolaşan ön ve kesin yargılarındır. “Ben böyleyim, değişemem, aman buna da alışamam” deme. Unutmayalım ki, Nur Talebesinin en önemli vasfı, fedakârlık. Hem öyle çok zor şartlar seni beklemiyor. Üstadın ve talebelerinin yaşadıkları dershaneler gibi bir kilim, bir sedir, bir piknik tüpünden müteşekkil değil artık dershaneler. Her türlü imkân var, belki senin evinde olmayan konfor var. Maddî şartlar seni düşündürmesin. Şahıslar seni kaygılandırmasın. Bugüne kadar şahıslar üzerinde mi kuruldu hizmet? En mühim dayanağımız; istişare, şahs-ı mânevî. Kaygıları at kenara, ev okula uzakmış düşünme, çok kalabalık kalacakmışsınız üzülme, sadece iki kişi kalacakmışsınız takma, kemiyete değil keyfiyete bak. İzinler azmış, ne ehemmiyeti var. Dünya vuslat diyarı mı ki? Sıla-ı rahimin kıstası ne kadar ki?

Şimdi hedefler koy kendine. İlk hedefin kendini yetiştirmek olsun. Risâle-i Nur noktasından tabiî. Her vaktini okuyarak değerlendirmeye çalışmak, risâleyi çantandan, vecizeyi aklından eksik etmemek... “En bahtiyar odur ki; dünya için ahiretini unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın. Malayani şeylerle ömrünü telef etmesin.”

Sonra nasıl hizmet edebileceğinin derdine düşmek. Yemek mi yapılacak, dershane mi boyanacak, biri mi karşılanacak, odun mu taşınacak, soba mı yakılacak, ziyaret mi yapılacak... İhtiyaç neredeyse orada bulunmak, taşın altına elini sokmak. Ama üstüne vazife olmayan işe atlamamak. Dershaneler hayatın stajerliğinin yapıldığı yerlerdir. İnsana her şeyi öğretir. Oturmayı, kalkmayı, edebi, âdâbı, bazen ailelerin öğretmediklerini bile. Meselâ yemek yapmayı öğrenirsin; bu konuda senden daha kıdemlilerin tecrübelerinden faydalanırsın. Pişire pişire pişersin sen de.

Sosyal açıdan gelişmeye başlarsın, kendini ifade yeteneğin artar. Özgüven nedir, ene nedir ayrımını yapabilir hâle gelirsin. Sorunlara karşı çözüm odaklı hareket edersin. Ümitsizlikle bağlarını koparırsın. İş bitiricilik özelliğin gelişir. Bunlar en basite indirgenmiş faydaları. Kendi mabeynindeki değişimi görünce, anlarsın sana kazandırdıklarını. Kişiye özel eğitim adeta. Biz buna özetle Risâle-i Nur terbiyesi diyoruz. Bu hayat boyu devam etse de, risâlelerle en yoğun dershanede iştigal ettiğimizden en hızlı gelişmeyi o zaman gösteriyoruz. Hatta öyle bir değişim ki, aileler çocuğunu tanıyamaz oluyor. Evden çıkan asi genç gidiyor, yerine anlayışlı, sabırlı, tevekküllü, atak, cevval bir genç geliyor. Bunlar sihirli bir değnekle olmuyor. Risâle-i Nur’un terbiyesi altına girmek, şahsî gayret istiyor. Hem senin, hem etrafındaki ağabey ve ablaların şahsî gayretiyle oluyor (Allah onlardan razı olsun). Törpüleneceğim deyip hızarın altına girmekle oluyor.

Nasıl mı? Sınavların olduğu zamanlar, hizmetin işlerine koşman gerekecek, dershanenin bütün yükünü tek başına kaldırman gerekecek, eşyalarını paylaşman, uykunu bölüp kardeşinin derdiyle dertlenmen gerekecek, günlük okumanı yapmadan gözüne uyku girmeyecek, tek başına bir köşede ağlayıp içindeki hafakanları dindirmen gerekecek, koşacaksın, uçacaksın, kaçacaksın, ama ne şevkin kırılacak, ne de inancın sarsılacak. Alışkanlıklarından vazgeçmek zorunda kalacaksın. Ama hepsine sadakte deyip yılmayacaksın. Ferdî düşünmeyeceksin, kendi gününü kurtarman yetmez. Aynı dershaneyi paylaşmak bir aile olmak demek, bütün kardeşlerini gözün gibi koruyup kollayacaksın. İşte böyle... Yaşamadan bilinmez, ama size denizden küçük numuneler sunduk. Var mısınız böyle orijinal bir deneyime? Var mısınız “Helâl dairesi keyfe kâfidir” hakikatini hayata geçirmeye? Tercih sizin ya sağ yol, ya da sol yol.

BURCU ULUDAĞ

06.11.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (30.10.2010) - Adnan Menderes’in Konya nutku

  (23.10.2010) - Bediüzzaman ile Muhammed Ali’yi buluşturan kader noktası

  (16.10.2010) - Ömür takvimi

  (09.10.2010) - Yasakçının mumu yatsıya kadar

  (02.10.2010) - Dil ve bin yıllık birlik

  (25.09.2010) - Akdamar Adası

  (18.09.2010) - Rûh ve san’at

  (07.08.2010) - Ramazan’ı beklerken

  (31.07.2010) - NEVŞEHİR’İN NURLU ŞAHSİYETİ, ÇOCUKLARIN “BİSMİLLAH DEDE”Sİ SON ŞAHİTLERDEN

  (24.07.2010) - Bir haber ve düşündürdükleri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.